#tüm antabuse başlıkları

yeğenlerimle 8 saat boyunca;

- noel babacılık (wtf!),
- jenga
- fruit ninja

ve dahasında bilumum çocuk oyunları oynayarak elde ettiğim başarıyla konuya hızlı bir giriş yapıyorum.
kurmalı çalar saat ve gırgır başı çekmektedir. şu ana kadar istisnasıyla karşılaşmamış olabilirim.

anneanneler candır.
yadsınamaz realitedir. yıllardır bildiğimiz yediğimiz ekmek arası köftenin (köftesinin preslenmiş ve inceltilmiş hali) değişik bir versiyonuna hamburger denmektedir.

yok efendim ekmeği şöyleymiş böyleymiş de, turşusuz, marulsuz, ketçap mayonez (ne idüğü belirsiz soslar) koymayınca olmazmış da.. geçiniz efendim. yediğiniz yiyeceğin aslolan halini söyleyiniz!
başlığın uzun hali "benim bedenim benim kararım diyen kadının erkek evlat sahibi olunca oğlunu sünnet ettirmesi" olacaktır. (bkz: karakter sınırı sebebiyle yazamadıklarımız)

şahsıma inanılmaz aptalca ve hatta kabul edilmez gelen karardır. sen kimsin de hem benim bedenim benim kararım argümanını savunabiliyorsun ve küçücük çocuğun bedenini deşmeye onay veriyorsun? azıcık tutarlı ola, bu ne yaman çelişki anne diye sormazlar mı?

hayır çocuk aklı erince yaptıracaksa kendi yaptırır zaten. kendi bedeni sonuçta örneğin pipisinin daha güzel görünmesini istiyorsa yaptırır.

başlığı din kategorisinden açmamın sebebi de adı üstünde bu bir sünnet! tüm farzları vacipleri kıldın da sünnetin mi eksik kaldı?

peşin edit: sünnetin faydaları şunlar şunlardır diye dm atana sinkaflı küfürler ederim. önce az düşünün ve kesim biçim sırasında çocuğun karşılaştığı travmayı açıklayın!

not: 99' depremi günü artçı sallantılarda sünnet olan yazar bildirdi.
başlığın tam metni "masalda pamuk prensesi uyandıracağım ayağına prensin güzel kızın dudaklarına dalması" olacaktı. (başlık sınırı sebebiyle yazamadıklarımız)

olay, kati surette türk erkeği çakallığı içermektedir. yapılan hareketin er geç cezasını bulacağını düşünmeme rağmen olay aşk hikayesi olacak şekilde abartılarak evrenselleşmiş ve geçen yıllar olayı örtbas etmek için(!) masallaştırılmıştır.

bundan daha da kötüsü olayın kabulü çocuklarımıza sirayet etmiştir. siyasilerimizden bu gündem boşluğunda acilen konuya odaklanmalarını bekliyorum.
tanım: cumhurbaşkanlığı iletişim merkezi, kapanan başbakanlık kurumu sonrası başbakanlık iletişim merkezinin yerini alan kurumdur.
e-devlet üzerinden başvuru yapabiliyorsunuz.
şahsen ben başvurularımdan olumlu dönüş aldım, dikkate alıyorlar en azından.
varsa kamu otoritesiyle bir probleminiz, buraya yazıp hakkınızı alma gayreti içinde bulunabilirsiniz.
tanım: şu an ülkede olan yönetim sistemidir.

dava akademi'den prof. sultan üzeltürk’ün cumhurbaşkanlığı sistemi sunumundan satır başlıkları aşağıda yer almaktadır:

- olağan bir sebepten bu sisteme ihtiyaç duyulmadı. dünyada bu sisteme geçmiş ve sonra bu sistemi kaldırmış örnekler var israil ve fransa gibi.
- örneğin 2010’da da bir anayasa değişiklik paketi vardı. nasıl olduysa o gün toplumdan öyle bir talep gelmemiştir. (hatırlatmak açısından seçimde hsyk üyeleri sayısı artırıldı ve üyeleri cumhurbaşkanı seçer hale getirildi. adındaki “yüksek” ifadesi de kaldırıldı.)
- başkanlık sistemini savunanların üç gerekçesi var: 1) 61 anayasası vesayet sistemini getirdi 2) 21 yılda 33 hükümet kuruldu istikrarsızlık oldu 3) 15 temmuz oldu falan filan.
- 61 anayasası vesayet sistemi ile başta anayasa mahkemesi olmak üzere kurumlara olağanüstü yetkiler verdi. başkanlık sistemi olan ülkelerde bu sistem yoktur. örnek hollanda, ingiltere ve 3 antidemokratik latin amerika ülkesi.
- anayasa mahkemesi yokluğu hollanda ve ingiltere dışında pek sağlıklı demokrasi oluşmasına neden olmamış durumdadır.
- koalisyon hükümetlerine engel olmak istiyoruz ancak 83-92 arası anap, 91-96 dyp dönemleri gibi koalisyonsuz dönemlerimiz var. bu sebep pek geçerli değil.
- kaldı ki 1995 – 2001 yılları arasında (bu dönemde en kapsayıcı anayasa maddeleri değişiklikleri/reformları var bilhassa) koalisyon dönemlerinde pek takılmadan çalışılabilmiş. koalisyon bizim için aslında tu quoque değil, hatta bugün bile parlamentoda koalisyon (cumhur ittifakı) var.
- kuvvetler birleşmesi pek önerilesi bir şey değil. (1909’da ilk kuvvetler ayrılığını denedik) cumhuriyet tarihimizde 1921’de savaş sırasında uygulanmıştır. burada 23 anayasa maddesinin 13’ü merkez ve yerel yönetim ilişkileri üzerinedir. yerel yönetimlerin idari özerk faaliyet gösterdiğinin altı çizilmelidir. (siyasi özerklikten söz etmiyoruz.)
- siz yürütme ve yasamayı tek potada eritirseniz ve bu erkleri ideoloji ile birbirine bağlarsanız bu totaliter rejim oluyor ki; tarihte marksizm, nazizm ve faşizm gibi rejimler örnekleridir.
- parlamenter rejimde erkler arasında yumuşak ayrılık vardır. bu sayede birbirlerinin içlerinden çıkabiliyorlardır. burada bakanlar kurulu da cumhurbaşkanı da meclis içinden oylama neticesinde çıkıyordu. güvenoyu ve gensoru gibi “checks and balances” vardı. yürütme de yasamayı, seçime giderek ortadan kaldırabiliyordu. sürekli denge gözetiliyordu.
- başkanlık rejimimizde ise yukarıda bahsedilen durumlar yoktur. milletvekili bakan olamaz ve bakan olursa milletvekilliği düşer. birbirinden tamamen ayrıdır hükümet ve parlamento.
- bugün bahsettiğimiz sistem aslında süper başkanlık sistemidir. bunlar bazı latin amerika ülkelerinde ve rusya’da mevcuttur. (onlarda bile bizden bir tık ideal olduğu söylenebilir.)
- madem başkanlık sistemi var %10 seçim barajı niye var? bu sistem iktidar partisine bugünkü sistem ile 40 mv avantaj sağlamaktadır. bunlar sistemin başka açıklarıdır.
- siyasi parti ile devlet başkanı abd’de bile ayrıyken bizde ayrı değil. üstüne üstlük parti disiplini diye bir şey söz konusu. madem başkanlık var en azından parti disiplinini gevşetin.
- parlamentoyu fesih yetkisi rusya, şili ve uruguay’da var. (daha önce rusya’da uygulandı) bizde de sorgusuz sualsiz, gerekçe göstermeden uygulanabilecek. denetim yok gibi bi şey
- abd’de ise tam tersi başkanı görevden alma var ve bu da daha önce uygulandı. “ımpeachment” adıyla detay bilgiye ulaşabilirsiniz. (trump için de konuşuldu bu olay bir müddet)
- bizdeki süreçte ise görevden almak için sırasıyla; önce 301 mv ile önerge verilecek, araştırma komisyonu kurulacak, sonra önerge paralamentonun 2/3’ü onaylayacak. sonra yüce divan yolu açılacak. 12 yüce divan üyelesinin onaylaması lazım. kaldı ki bunları cumhurbaşkanı atadığı için bu işin olma ihtimali sıfıra yakın.
- bugün başkanımızın atamalarının denetimi yok. trump bile birini atadığında senato’nun onayını almak zorunda. hatta abd başkanı yeri geliyor atama sırasında muhalefet olmasın diye senato’nun ve parlamento’nun tatile girmesini bekliyor. idari tatili bölmek için meclislere 1 kişi dahi gidince başkanın planı bozuluyormuş.
- bütçe çok ciddi fren mekanizmasıdır. mesela trump parlamentoda azınlığa düştü bu demektir ki bütçesini kaybetti. bu sebeple, beyaz saray’daki işçilerin maaşları bile ödenemezse şaşırmamak lazım diyor. bizden farklı olarak onlarda ülke eyaletlerden oluştuğu için merkezin bütçesinin kısılması ülkeyi etkilemiyor.
- bizde ise maalesef parlamento fren oluşturamayacak. bütçe, kanun, seçim kararı vb. hiçbir karar alamayacak. hatta öyle ki başkan kararnamelerinin parlamento kararlarının üstüne çıktığıyla ilgili anayasa kitapları yazılmış durumda.

çok uzattın kısa kes dediğinizi duyar gibiyim;

- bütün ekonomik krizler anayasa temellidir. bu magna carta’dan beri böyledir.
- yargı kuvvet ayrılığında dünyada 1) abd 2) israil ve 3) almanya. yargınız ne kadar güçlüyse ülkeniz de o kadar güçlü diyebiliriz.
- cumhurbaşkanına karşı imza yetkisi kaldırılmasıyla birlikte tek başına yönetiminin yolu açıktır. mutlak soumsuzluk vardır.
- cumhuriyet tarihinde cumhurbaşkanının yasayı veto yetkisi yoktu iade yetkisi vardı. artık yasayı sorgusuz sualsiz veto edebilir.
- pratikte cumhurbaşkanını parlamento aracılığıyla görevden alma yolu kalmadı diyebiliriz.
- siyasal rejim artık neverland modelidir, başka ülkede siyasi modelimizin örneği yoktur.

montesquieu’nin dediği gibi ezcümle; “güç tehlikedir ve mutlaka sınırlanması gerekir”.
hukuk mezunu kişisel gelişim uzmanı. seminerinden aldığım notlar aşağıdaki gibidir:

hayat boyu başarıda birden fazla şansımız var kedinin 7 canı gibi düşünebiliriz. hayatımızda başarıya dair bildiğimiz şeyler/felsefemiz ise romanlardan, filmlerden vb. geliyor.

genelde bu tip başarı hikayelerini görüyoruz ve motivasyonla dolabiliyoruz/gaza gelebiliyoruz. sonrasında ise aklımızda kalıcı olmuyor, unutuyoruz ve yine enseyi karartabiliyoruz.

aslında 3 hayatımız var: özel, iş ve emeklilik. bunlar birbirini takip eden süreçler halinde ilerliyor.

amacımız; insanın kendi içinde organizasyonunu yapması, duygusal ve düşünsel dağıtımı sağlamasıdır. kendimizi gerçekleştirmeyi doğru dağıtımla sağlayabiliriz. bu da, yapılan işten bir süre sonra yine olsa yine aynı şeyi yapardım diyebilmek.

tüik emeklilik yaşı ortalaması 52, yaşam süresi 78. arada kalan uzun süre tamamen boş geçiyor. yazar yer yer bunun boşluğunun/atıl zamanın eleştirisini yapıyor.

google adwords’te 2018 yılı içinde başarı 18bin defa aranmış (9500 başarı duası diye aramış) aleyna tilki son klip arama sayısı 823bin.

dümenle terbiye edilmeyen gemiyi karalar terbiye eder. kararlarımızın mimarisi üzerine düşünmeli, hayatımıza dışarıdan ve yukarıdan bakmalıyız. orhan pamuk’un bir kitabında dediği gibi “oturdum ve düşündüm” yapabilmeli insan.

bundan yüzyıl önce britanya’da 22-32 yaş arasında 3 şey yapabiliyordun: okul mezuniyeti, iş bulma ve evlenme. şimdi ise yeni nesiller 140 yaşına kadar yaşayacağı planları ile hayatını şekillendirecek.
zamanın temel becerileri de bu kapsamda değişecek: kendi kendine öğrenebilme, yüksek konsantrasyon sergileme vb. (kod yazmak falan değil)

başarı tanımı dün yapamadığın şeyi bugün yapar hale gelmek. burada yeni doğmuş zürafa videosu koydu ve bebek onlarca kez ayakta durmayı denedi başarısız oldu tekrar tekrar denedi.
vurguladığı şey bebek içinde başarısızlık güdüsü yoktur. sırasıyla emeklemek, yürümek ve koşmak adımlarına harfiyen uyduysak içimizde başarı ihtiyacı vardır.

40 yaşımıza gelince eğer başarısızılıkla kendini adlandıranlar (ben doğuştan tembelim diyenler) asidi kaçmış kola gibi oluyor. doğuştan tembel olsan hiç yürüyemezdin.
bildiğin başarısızlıklar sağdan soldan duyduğun bilgiler aslında. bunlar kafanda kara leke yapıyor ve gizli öğrenilen bilgiler daha kalıcı oluyor.

bir örnek resim gösterdi: aç bir köpekbalığı ve sazan balığı aynı akvaryuma konuyor. ikisi arasında cam var, köpekbalığı birden fazla kez deniyor. her seferinde köpekbalığı kafasını cama vurduğundan bir süre sonra artık pes ediyor. pes ettikten sonra cam kalkıyor fakat köpekbalığı denemekten vazgeçtiği için hareket etmiyor. sazan balığını köpekbalığının yakınına gitmesi için itiyorlar fakat sonuç değişmiyor. son olarak köpekbalığının yanına başka küçük bir köpekbalığı koyuyorlar ve ona da büyük olan denememesi gerektiğini söylediğinden o da yemeyi düşünmüyor. dede torum ilişkisi onu da başarıszlığıa sürüklüyor.

özetle öğrenilmiş çaresizlik/başarısızlık bu şekilde gelişiyor. biz de bunu kahvehanelerde sıklıkla yapıyoruz. denemiş ve başarısız olmuş adamlar oralarda tavsiyeler veriyor, gizli öğrenme orada devreye giriyor. halbuki odaklandığın şeylerde sen sorumlusun.

başarı uygulama disiplinidir, sonucunu görürsün. başarı yazılımın kısıtlıysa, zeka ve bilgi seni bir yere kadar götürür.
burada bir video var - https://www.youtube.com/watch?v=wdbiargbcca
başarıszlık durumunda iç ses devreye girer. içsel akıl hocamız hemen yorumlamaya girer. en kötüsü genellemeye döner ki bu en kötüsü.

örnek: lisede basket oynayan çocuk, final maçında son basketi atamıyor. zamanla bu olay kişisel kredi derecelendirme notunu azaltabiliyor. kafasındaki genelleme sonunda “hiçbir şeyi beceremiyoruma” dönüyor.
başkasına suç atan zihniyet de var, bu da adil olmayan başarısızlık metotlarıdır, uzak durulasıdır.
başarı örneği: yalova’da orta 2’de okuldan atılacak kadar tembel uzun boylu bir çocuk. çırak verildiği yerlerden de kovuluyor. 15 yaşındayekn bir basketbol antrenörü bu çocukta kinestetik yetenek var deyip antrenmanlara çağırıyor. eti senin kemiği benim deyip anne baba gönderiyor. çocuk ilk başta eve dönme isteği ile anne babasını arıyor fakat onu kabul etmiyorlar. bir süre sonra anne babası aradığında ben gelmeyeceğim diyor. zamanla çocuk yeteneklerini geliştiriyor önce takıma, sonra tofaş’a, sonrasında efes pilsen’e ve nihayetinde nba’e gidiyor. bu çocuk yakın damanda tedx konuşmaları da olan mehmet okur.

başarısızlıkta dibe vurma tipleri v, u, w ve l tipi.

v tipinde dibe vurunca hemen kalkıyorsun (bu belki de en bilineni), u tipinde dipte bir müddet geçiriyorsun ve sonra yukarı doğru hızlanıyorsun. w zekisin fakat kibirlisin, dibe vurup çıkıyorsun sonra kibrinden tekrar dibe vuruyorsun ve yeniden çıkıyorsun. l tipi ise en kötüsü başarısızlığı kabul ediyorsun ve alışkanlık haline getiriyorsun. dersimiz l tipi başarıszlıkla boğuşanlar.

başarılı olup olmadığına 4 yoldan bakabilirsin:

1) doğum çizginden, anne babandan ne kadar ötede veya beridesin. 2)gelecekten bugüne bak, en ideal hayatınla bugün arası ne kadar mesafe var. 3) içten dışa doğru bak, kariyerin ile karakterin uyumlu mu, değil mi?kapasiteni kullandın mı? 4)genetik limitine kadar kullandın mı bunu? ütü yapıyor olsam, tüm tecrübelerim vb. en mükemmel durumda 375 ütü yaparım bir günde demek gibi bir şey bu.
dışsal kıyaslama da hayatın neresindeyim? ilk 3’te miyim sondan %10’da mıyım? bunu bulunduğun ülke çevre gibi durumlarda yapman gerekiyor. bu da sosyolojik zekanı kullanman demek oluyor.
kapasite dediğimiz şey de aslında kapasitemizi kullanma kapasitemiz. kapasite konusu yeteneği yönetme beceriksizliği çekiyor.

iş konusunda günde kafamızdan ortalama 70.000 düşünce geçiyor. (markette cips alsam mı almasam mı gibi) mesele aslında bu düşüncelerin kaçını işe ayırabiliyoruz.

beyin standart hale gelmesini ister bilgilerin ki daha az enerji harcasın. bu sebeple ezbere iş yapmayı seviyoruz, kendi enerjimizi korumak için.

beyninde unutmaya çalıştığın ve baskıladığın şeyler sinir harbi/enerji tüketim harbi yaşıyorlar. hepsi beyinden şarj yiyor denebilir. nasıl telefonda kullanmadığın aplikasyonlar şarj yiyorsa kapanmamış konular da bu şekilde senden tüketiyor.

en en kısa özet: başarı için bir dönem harcarsın, başarsızlığın sonucunu hayat boyu yaşarsın.
tanım: özgür bolat'ın kitabının adıdır.

aynı isimli seminerde aldığım notlar aşağıdaki gibidir:

(neden şımarırız sorusunu yöneltti izleyiciye ilk başta) şımarma hali sevginin tekrar geleceğinden emin olamama durumudur. (zaten sevdiklerimize şımarırız deriz) burada soru, hani anne-baba koşulsuz severdi? demek ki sevgimiz varsa da ulaştıramıyoruz sevgimizi. koyduğumuz koşullar ve sevgimizin koşullar/kurallar dahilinde gelmiş olması, onu ulaştırılamaz kılıyor.

(mutlu olmak için başarıya ihtiyaç var mı sorusunu sordu devamında) bu örnekler ilgili önce kendinden (aldığı burslardan, derecelerinden, harvard vb.) sonra da en az kendisi kadar başarılı bir arkadaşından (şu anda moskova’da dominos pizza ceo’su olmuş bu adam) söz etti. söz konusu mutluluk başarı odaklıysa ve başarının kaybı halinde bireyin mutluluğu için “kara görünmüş” oluyor. (komik anekdot: adam öss’de türkiye 56. olmuş, babası “olsun oğlum, sağlık olsun” demiş)

mutluluk halinin devamlılığı politikacılar için de geçerli. nasıl ki koltuk sevdalısı dediğimiz adamlar var ve hala iktidarda olabiliyorlar, bunun da getirdiği şey aslında makamın ona kattığı mutluluk oluyor. makam gittiğinde onun için de mutluluk gitmiş/bitmiş olacak.

“peki ne yapmalı? neyden mutlu oluyoruz ki?” sorusuna cevaben örneklemeye devam etti. bir gruba girdiğimizde ve yalnız kaldığımızda mutluluk rasyomuzun düştüğünden ve grup içine katılma arzusu çekeceğimizden bahsetti. (burası kritik ve seminer boyu üzerinde durdu) kabul edilmek istiyoruz! gerek takdir görmek isteyişimizin, gerek başarılı olmak istememizin altında yatan saf/kök neden bu! kabul gören insan mutlu olur. bu öneriyi destekleyen farklı örnekler olarak “arap ülkelerinden abd’ye giden eşcinsellerin orayı çok sevmesi)

anne baba kabul edici ise çocuk da mutlu olur. eğer koşullu severse (yemeğini yersen mutlu olurum diyen anne belki baba) çocuk da mutluluğun bir bağ olduğunu anlıyor ve ona göre davranıyor.

bu koşullar uzun vadede devam ederse çocuğu bilgisayara mahkum ediyor ve anne baba ile iletişimi nereydeyse sıfırlıyor. mutluluğu başka yerde arıyor, çünkü koşullar sürekli devam ediyor (kitap okuyan çocuğa aferin oğlum/kızım demek gibi, doğru düşünce “sen, arkadaşın kitap okuyunca ona aferin diyor musun?” olmalı.)

çocuk yetiştirmekte (günlük hayatta arkadaşlarımıza da yaptığımız) en büyük kaos “buna üzülünür mü?” demek. çocuk için üzüntüyü öğretmek oluyor ki çocuğun çoktan bildiği ve yaşadığı bir durum. çocuklara olan durumlar karşısında sorulan hissiyat sorularında verdikleri cevaplar sadece “seviniyorum” veya “üzülüyorum” oluyor. zaten bildiği ve yaşadığı şeyleri hariçten öğretiyorsun/öğretmeye çalışıyorsun.

ebeveyn çocuğunun “yavaşlığına” yetişemeyecek kadar hızlı yaşıyor, müdahale ettikçe onu bozuyorsun (farkında olmadan günde 7 defa çocuğu aşağılıyorsun)

örnekler enteresan, annenin teki çocuğa yemek yemezsen boyun küçük kalır diyor. kadına neden böyle söyledin diye sorduğunda kadın “benim boyum 1.50, yemezse benim gibi olur diye korkuyorum” diyor. korkular ve değersizlik kafamızda yani büyüklerde/ebeveynlerde.

çocuklara yapılacak en büyük hata ona sen zekisin demek. zeki olma hali çalışkanlıktan daha baskın bir duygu ve çalışmamayı özendirmekte, çalışmadan sınava girip aldığı yüksek not onu zekaya daha fazla tutunduruyor ve çalışmadan gittiği bir sınavda düşük not alınca da “zaten çalışmamıştım” bahanesiyle insanı karşılaştırabiliyor. yapılan araştırmaya göre ise kendisini çalışkan kabul eden çocuklar, verilen “kendi seviyesinin üzerindeki” sınavda “kendisini zeki olarak tanımlayan ya da tanımlanan” çocuklardan kat be kat daha fazla başarılı oluyor. (oran %65’e - %15 başarı rasyosu)

çocuklar sebze yemiyor diyen ebeveyn dışarıda kebap yediği için çocuğunun sebze yemeğini sevmemesi kadar doğal bir durum olabilir mi? “ben öyle çocuklar gördüm ki bamyaya, pırasaya bayılan” diye ekliyor. konuya çok bir çare arıyorsanız çocuğunuzla dışarıda salata yemeniz lazıma geliyor konu.

insanlarla bayramda barışan bir milletiz. iletişime açık olmadığımız ve içimizdeki değersizliği yenemediğimiz en basitinden buradan belli. neden bayramdan önce konuşup anlaşmıyorsun diye sorulduğunda, asıl mesele insanlar içlerindeki “değersizliği” ya da göstermek istemediğinden kaynaklanıyor. doyurulmamışlıktan kasıt kendi kabul edememesi, sadece kendisi olduğu için dünyada kabul görememiş olmasından.

“gözler kalbin aynasıdır” lafını bilmeyen yoktur. eğer bir insan gözlere bakıp konuşamıyorsa kendi içindeki değersizliği gizlemeye devam ettiğinden kaynaklanıyor.

bu ilişkilerde de çok geçerli bir durum. “hep böyle tipler beni buluyor” dediğin aslında senin seçtiğin ve kendini değersiz bulan tipler oluyor. burada umut duyup başlıyorsun ki nietche’nin söylediği “umut tüm kötülüklerin anasıdır” lafına geliyor diyor.

eleştiri denen şey insanın kendi yarasından beslenen bir durum. eğer biri seni eleştiriyorsa onu kendinden aldığı bir öğeden alıyor ve sana söylüyor.

mutluluk ikiye ayrılıyor 1- iç kaynaklı 2- dış kaynaklık
iç kaynaklı mutlulukta – kişilik – ilişkiler – değerler – pirensipler söz konusu
dış kaynaklı mutluluklarda – başarı – statü – para – mevki geçerlidir. bunlar yoksa hiçsindir.
iç kaynaklı mutlulukta insanlar hayata güvenir ve yarın yapacakları daha önemlidir.
dış kaynaklı mutlulukta insanlara ve hayata güvenmezsin, “dün” yaptıkların daha önemlidir çünkü seni o konuma dün yaptıkların getirmiştir.
dış kaynaklı mutlulukla beslenen bir insanın iç kaynaklı mutlulukla beslenen olması mümkün, henüz kaçırdığınız kaybettiğiniz bir şey yoktur.

eeeeh özet geç be kardeşim derseniz:

kabul gören insan mutlu olur!
kendinizdeki yaraları iyileştirin, mutluluğun kaynağını dıştan içe çekme mücadelesini vermeye çalışın.
kendini içinden değersiz hisseden birey sevgisini karşı tarafa ulaştıramaz.
kendi yargılarınıza bağlı kalın, bunlar zaten evrensel değer yargıları olacaktır.
çocukların algısı ve dünyası bizden kuvvetlidir, onlara şöyle yap dediğinde algısını ve dünyasını kendi seviyene çekmiş oluyorsun.

son söz: hayatta başarılar sınırsız, notlarsa sınırlıdır.
tanım: hayatın en temel parçası.

bunun haricinde, kurumumda gerçekleşen seminerde aldığım notlar aşağıdaki gibidir:
amigdala olaylar karşısında savaş ya da kaç refleksi sergiler ve beynimiz bu süreç içerisinde beta dalgası yayar.
beta dalgası, bizim tetikte kalmamızı sağlar. bu kısma parasempatik sistem denir ve metobolizma kendini bu anlarda kilitler, çalışması gereken diğer sistemlerden “çalarak” olaylarla mücadeler yapısına enerji ayırır. sunum sırasında anlatıcıların sürekli su içmeleri tükürük sisteminin çalışmaması ve ağız kuruluğu yaratması gibi.
bazı insanlarda beta beyin dalgası 24 saat kadar sürebilir ki bu da amigdalayı büyütür. sorunsal bir durum yaratır ki normal insanda en fazla 4 saat kullanılması gerekir.
amigdalanın haddinden fazla kullanılması, stres ülseri, cinsel bozukluklar ve hatta kan şekerini artırır. buna gizli şeker diyoruz ki şekerin gizli olması bilgisi pek akla yatkın değildir.
sevdiğimiz biri ile yemek yerken parasempatik sistem devreye girer ve beyin alfa beyin dalgası yaymaya başlar. vücudun diğer fonksiyonları da çalışmaya başlar.
beta ve alfa beyin dalgalarını yayan sistemler birbiri ile zıt çalışır. hangisine ağırlık veriyorsanız metobolizmanın otonom çalışmasına o denli izin veriyorsunuz ya da vermiyorsunuz.
alfa sistemini aktive edebilmek için yani “anda kalabilmek” için yapılacak metotlar bulunuyor: meditasyon, dans etmek, egzersiz yapmak vb. bunu beynin beta dalgasını 4 saat yaydığı bir zaman sonrasında 10 dakika yapan gerekir ki anda kalabilmeyi gerçekleştirebilesin ve sağlığını olumsuz hastalıklardan arındırabilesin.
evrende hayatta kalabilmemizi sağlayan en temel 3 şey var: sırasıyla besin/gıda, su ve hava. bunlardan en kritik olanı tartışmasız hava ki oksijensiz kaldığımızda birkaç dakikada ölebiliriz.
farkında olmasak da hava olmadan enerjimizi de alamıyoruz. hava sayesinde gıdayı enerjiye çeviriyor ve hayatta kalabiliyoruz.
seminerde, örnek olarak 9 aileden söz edildi. bunlar esasen “hava” tüketiyorlar. haftada 3-4 kez meyveyle beslenip doğru nefes kullanımıyla hayatta kalabiliyorlar (kaynak yok)
aşağı yukarı; dakikada 15-16, saatte 1000 günde 22000 nefes alıyoruz. uykuda daha az nefes almamızın sebebi soluk alışverişinin yavaşlaması.
soluk alışverişi otonom sisteme dahil olduğu için pek çaba sarf etmeden nefes alıp veriyoruz. yani aldığımız ve verdiğimiz nefesin de farkında değiliz. (seminerin yapılma sebebi de belki bu)
nefes kontrolümüz 5 yaşında başlıyor. nefes kontrolünden kasıt, daha geniş mi kesik mi hızlı mı yavaş mı ne nitelikte nefes alıyoruz vs. bu yaşta belirginlik kazanıyor.
seminerde katılımcılarla 5 dakikalık nefes egzersizi yaptı ve burada öne çıkan metobolizmanın aniden pasasempatik sisteme geçmesi/beynin alfa dalgası yayması amigdala tarafından tehdit olarak algılanabiliyor. bir an kontrolümü kaybediyorum gibi his oluşabiliyor. bu da baş dönmesi yaratabiliyor, bir iki kişi bu durumdan mustarip oldu.
önemli kıstaslar: nefesi çok mu alıyorsun çok mu veriyorsun? ya da dengede mi? nefesin senin kontrolünde mi? bunun farkına varmak nefestesin hayattasın algısı yaratabiliyor.
nefes almak efor gerektirir vermek gerektirmez. aldığın her nefesin 2 katına yakın sürede nefes vermelisin ki karbondioksit vücudundan gitsin.
bir yandan da nefes alıp vermek eski eşyaları çıkarıp yerine yenilerini koymak gibi. oksijen giriyor ve karbondioksit çıkıyor. kesik kesik nefeslerde tüm karbondioksit çıkmamış oluyor.
nefesinin farkına varmak için bir elini vücudunun ön üst kısmına, bir elini de karnına koyup şişmesini takip edebilirsin. ne kadar avucunun nefesle dolduğunu anlıyorsan aslında o kadar nefes alıyorsun.
nefesini burundan al ağzından ver mekanizması doğal nefestir. yoga yapanların vb. uyguladığı burundan al burundan ver sistemi farklı bir tekniktir. konumuz doğal nefestir.
çoğu zaman (kış aylarında ağzımızdan buhar çıkması gibi) alınan nefesin farkına varılmaması acı bir durum. anı yaşayamamanın en temel göstergesi.
nefes 3 katmanda ciğerlerimize ulaşıyor ve sadece nefes alma işleminde akciğer pay sahibi değil. kalp, damarlar, kan vb. de bu sistemin içinde. tüm vücudun ihtiyacından söz ediyoruz.

vaktim yok okuyamam diyenlere özet:
doğru nefes alma veya alamama 5 yaşınaan sonra hayatta karşılaşılacak problemleri de belirleyebiliyor.
basit mantıkla her nefes aldığında içinde bu nefes sayesinde bir çiçek açıyor gibi düşünmelisin.
sunumu yapan hanımefendi nefes almaya 37 yaşımda başladığımı anladım gibi jenerik bir söz de söyledi.
beta beyin dalgasından ne denli çıkıp alfa beyin dalgası yayabiliyorsanız o kadar hayattasınız.
doğmak (yeni nefesi almak) için ölmek (eski nefesi bırakmak) gerekiyor.

ezcümle özet: doğum nesef almamızla başlar ve son nefesimizi vermemizle sona erer. aldığımız soluk kadar hayattayız.