beni ödülle cezalandırma

konuyla ilgili 2 entry daha
tanım: özgür bolat'ın kitabının adıdır.

aynı isimli seminerde aldığım notlar aşağıdaki gibidir:

(neden şımarırız sorusunu yöneltti izleyiciye ilk başta) şımarma hali sevginin tekrar geleceğinden emin olamama durumudur. (zaten sevdiklerimize şımarırız deriz) burada soru, hani anne-baba koşulsuz severdi? demek ki sevgimiz varsa da ulaştıramıyoruz sevgimizi. koyduğumuz koşullar ve sevgimizin koşullar/kurallar dahilinde gelmiş olması, onu ulaştırılamaz kılıyor.

(mutlu olmak için başarıya ihtiyaç var mı sorusunu sordu devamında) bu örnekler ilgili önce kendinden (aldığı burslardan, derecelerinden, harvard vb.) sonra da en az kendisi kadar başarılı bir arkadaşından (şu anda moskova’da dominos pizza ceo’su olmuş bu adam) söz etti. söz konusu mutluluk başarı odaklıysa ve başarının kaybı halinde bireyin mutluluğu için “kara görünmüş” oluyor. (komik anekdot: adam öss’de türkiye 56. olmuş, babası “olsun oğlum, sağlık olsun” demiş)

mutluluk halinin devamlılığı politikacılar için de geçerli. nasıl ki koltuk sevdalısı dediğimiz adamlar var ve hala iktidarda olabiliyorlar, bunun da getirdiği şey aslında makamın ona kattığı mutluluk oluyor. makam gittiğinde onun için de mutluluk gitmiş/bitmiş olacak.

“peki ne yapmalı? neyden mutlu oluyoruz ki?” sorusuna cevaben örneklemeye devam etti. bir gruba girdiğimizde ve yalnız kaldığımızda mutluluk rasyomuzun düştüğünden ve grup içine katılma arzusu çekeceğimizden bahsetti. (burası kritik ve seminer boyu üzerinde durdu) kabul edilmek istiyoruz! gerek takdir görmek isteyişimizin, gerek başarılı olmak istememizin altında yatan saf/kök neden bu! kabul gören insan mutlu olur. bu öneriyi destekleyen farklı örnekler olarak “arap ülkelerinden abd’ye giden eşcinsellerin orayı çok sevmesi)

anne baba kabul edici ise çocuk da mutlu olur. eğer koşullu severse (yemeğini yersen mutlu olurum diyen anne belki baba) çocuk da mutluluğun bir bağ olduğunu anlıyor ve ona göre davranıyor.

bu koşullar uzun vadede devam ederse çocuğu bilgisayara mahkum ediyor ve anne baba ile iletişimi nereydeyse sıfırlıyor. mutluluğu başka yerde arıyor, çünkü koşullar sürekli devam ediyor (kitap okuyan çocuğa aferin oğlum/kızım demek gibi, doğru düşünce “sen, arkadaşın kitap okuyunca ona aferin diyor musun?” olmalı.)

çocuk yetiştirmekte (günlük hayatta arkadaşlarımıza da yaptığımız) en büyük kaos “buna üzülünür mü?” demek. çocuk için üzüntüyü öğretmek oluyor ki çocuğun çoktan bildiği ve yaşadığı bir durum. çocuklara olan durumlar karşısında sorulan hissiyat sorularında verdikleri cevaplar sadece “seviniyorum” veya “üzülüyorum” oluyor. zaten bildiği ve yaşadığı şeyleri hariçten öğretiyorsun/öğretmeye çalışıyorsun.

ebeveyn çocuğunun “yavaşlığına” yetişemeyecek kadar hızlı yaşıyor, müdahale ettikçe onu bozuyorsun (farkında olmadan günde 7 defa çocuğu aşağılıyorsun)

örnekler enteresan, annenin teki çocuğa yemek yemezsen boyun küçük kalır diyor. kadına neden böyle söyledin diye sorduğunda kadın “benim boyum 1.50, yemezse benim gibi olur diye korkuyorum” diyor. korkular ve değersizlik kafamızda yani büyüklerde/ebeveynlerde.

çocuklara yapılacak en büyük hata ona sen zekisin demek. zeki olma hali çalışkanlıktan daha baskın bir duygu ve çalışmamayı özendirmekte, çalışmadan sınava girip aldığı yüksek not onu zekaya daha fazla tutunduruyor ve çalışmadan gittiği bir sınavda düşük not alınca da “zaten çalışmamıştım” bahanesiyle insanı karşılaştırabiliyor. yapılan araştırmaya göre ise kendisini çalışkan kabul eden çocuklar, verilen “kendi seviyesinin üzerindeki” sınavda “kendisini zeki olarak tanımlayan ya da tanımlanan” çocuklardan kat be kat daha fazla başarılı oluyor. (oran %65’e - %15 başarı rasyosu)

çocuklar sebze yemiyor diyen ebeveyn dışarıda kebap yediği için çocuğunun sebze yemeğini sevmemesi kadar doğal bir durum olabilir mi? “ben öyle çocuklar gördüm ki bamyaya, pırasaya bayılan” diye ekliyor. konuya çok bir çare arıyorsanız çocuğunuzla dışarıda salata yemeniz lazıma geliyor konu.

insanlarla bayramda barışan bir milletiz. iletişime açık olmadığımız ve içimizdeki değersizliği yenemediğimiz en basitinden buradan belli. neden bayramdan önce konuşup anlaşmıyorsun diye sorulduğunda, asıl mesele insanlar içlerindeki “değersizliği” ya da göstermek istemediğinden kaynaklanıyor. doyurulmamışlıktan kasıt kendi kabul edememesi, sadece kendisi olduğu için dünyada kabul görememiş olmasından.

“gözler kalbin aynasıdır” lafını bilmeyen yoktur. eğer bir insan gözlere bakıp konuşamıyorsa kendi içindeki değersizliği gizlemeye devam ettiğinden kaynaklanıyor.

bu ilişkilerde de çok geçerli bir durum. “hep böyle tipler beni buluyor” dediğin aslında senin seçtiğin ve kendini değersiz bulan tipler oluyor. burada umut duyup başlıyorsun ki nietche’nin söylediği “umut tüm kötülüklerin anasıdır” lafına geliyor diyor.

eleştiri denen şey insanın kendi yarasından beslenen bir durum. eğer biri seni eleştiriyorsa onu kendinden aldığı bir öğeden alıyor ve sana söylüyor.

mutluluk ikiye ayrılıyor 1- iç kaynaklı 2- dış kaynaklık
iç kaynaklı mutlulukta – kişilik – ilişkiler – değerler – pirensipler söz konusu
dış kaynaklı mutluluklarda – başarı – statü – para – mevki geçerlidir. bunlar yoksa hiçsindir.
iç kaynaklı mutlulukta insanlar hayata güvenir ve yarın yapacakları daha önemlidir.
dış kaynaklı mutlulukta insanlara ve hayata güvenmezsin, “dün” yaptıkların daha önemlidir çünkü seni o konuma dün yaptıkların getirmiştir.
dış kaynaklı mutlulukla beslenen bir insanın iç kaynaklı mutlulukla beslenen olması mümkün, henüz kaçırdığınız kaybettiğiniz bir şey yoktur.

eeeeh özet geç be kardeşim derseniz:

kabul gören insan mutlu olur!
kendinizdeki yaraları iyileştirin, mutluluğun kaynağını dıştan içe çekme mücadelesini vermeye çalışın.
kendini içinden değersiz hisseden birey sevgisini karşı tarafa ulaştıramaz.
kendi yargılarınıza bağlı kalın, bunlar zaten evrensel değer yargıları olacaktır.
çocukların algısı ve dünyası bizden kuvvetlidir, onlara şöyle yap dediğinde algısını ve dünyasını kendi seviyene çekmiş oluyorsun.

son söz: hayatta başarılar sınırsız, notlarsa sınırlıdır.