#tüm nes entry'leri

özellikle uzakdoğu'da oldukça yaygın olan yeme alışkanlığı. bugün (bkz: rotasız seyyah)'ın instagram paylaşımında görünce hatırladım. bizler bunu görünce nasıl dehşete düşüyorsak , başkaları da bizi inekleri koyunları sokaklarda boğazlarken görünce dehşete düşüyor. vejeteryan olmaya oldukça yaklaştığım şu günlerde beni daha da çok üzüyor bu görüntüler. köpek eti yenmesine karşı çıkanlar köpeklerin insanlarla ilişkilerinden dem vuruyor ancak tüm hayvanlar biraz vakit geçirildiğinde insanla iletişim kuruyor aslında. balık bile akvaryuma soktuğun eline geliyor, horoz bile gelip kucağına yatıyor, inekler kafasını sana uzatıyor sev diye, bir kadının bal arısıyla kurduğu iletişimi bile gördük... hayvanların insanlarla güzel iletişim örnekleri saymakla bitmez...

et yenecekse de bunun bir adabı olmalı bence. yediğin etin hangi hayvanın eti olduğundan çok, insanın ihtiyacının çok üstünde et tükettiğini ve bu nedenle de hayvanların eziyet içinde bir hayat yaşadığının bilincine varılmalı. mesela türkiye'de pek çok çiftlikte hayvanlar yaz-kış ahıra alınmıyormuş. kışın buz gibi soğuğunda dışarıda tutuluyormuş ki eti daha lezzetli olsun. kuru kalsa belki üşümez ancak yağmur-kar demeden hayvanı dışarıda tutmak vicdansızlıktır. dışkıları da asla temizlenmiyormuş, kesime giderken yıkanıyorlarmış o kadar. bunları yıllarca bu işlerin içinde olup vicdanen rahatsız olmuş ve bırakmış birinden dinledim.

görmüyoruz diye bazı şeyler yok olmuyor. bu dünya hayvanların cehennemi gerçekten. ihtiyacımızdan çok daha fazlasını tüketiyoruz ve bu da endüstriyel sistem içinde yetiştirilen hayvanlara eziyet etmek anlamına geliyor. asıl sorgulanması gereken bu.
dünyanın kanayan yarası, çağımızın kölelik anlayışı. yayınlanan rapora göre türkiye'de çocuk işçilerin ortalama yaşı 8. türk bir çocuk işçi aylık 800 tl'ye çalıştırılıyorken suriyeli ve göçmen çocuk işçiler 400 tl'ye günde 12 saat çalıştırılıyorlar. yemek saatleri için verilen süre 15 dakika ve gecikirlerse bu süre maaşlarından kesiliyor. bunu yapan vicdansızların ağır şekilde cezalandırıldığı günleri görmeyi çok isterdim ama hiç umudum yok.
bugün yaşadığınız sorunların temelinde atalarımızın yaşadığı travmaları taşıyan genlerimizin olabileceği ve cevabını bulamadığın davranışlarına ve kendini daha iyi tanımaya dair ipuçları sunan kişisel gelişim kitabı. yazarı mark molynn'dir.
bilimsel adı fungi olan ve binlerce çeşidi bulunan canlı. geçenlerde bir makalede mantar ot mudur, et midir diye sorgulanmıştı. çünkü mantar bitki olarak kabul edilmiyor. aslında pek çok özelliğiyle hayvana daha çok benzediği anlatılıyordu. protein açısından çok zengin. bazı mantarlar ölümcül derecede zehirlenmelere yol açabilirler ancak yenilebilir mantarların tam zamanı. özellikle nemli bahar aylarında yetişirler. son zamanlarda istiridye mantarı"nı çok severek yiyorum. omleti, baharatla ızgarası şahane oluyor. (bkz: cunda)'da yediğim ızgara melki mantarı da harikaydı. mantarlar hakkında bilgisi ve önerisi olanlar aydınlatırsa sevinirim.
(bkz: balıkesir)'in (bkz: ayvalık) ilçesine bağlı harika ada. diğer adı alibey adası. denizi, doğası, havası, butik otelleri, sokakları her şeyiyle insana mutluluk veren bir yer. geçtiğimiz günlerde bir çekim için ayvalık'a gittik. hava kasım ayında 24-27 derece aralığındaydı. rakı balık için cunda korfez restaurant 'a mutlaka gitmelisiniz. sahilde değil, ara sokaklardan birinde, yerli halkın daha çok tercih ettiği bir mekan. dolayısıyla her şey çok lezzetliydi. kalamar ızgarası, levrek simiti ve bu mevsimde çıkan ızgarada pişirdikleri melki mantarı harikaydı.
türk tiyatrosunun kıymetli sanatçısı.

yılmaz özdil hayat hikayesini şöyle anlatmıştı:

"Dedesi, Bağdat kadısı, babası, padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan azası’ydı.

Çamlıca’da, uşaklı bahçıvanlı, muhteşem bi köşkte yaşayan, oturmasını kalkmasını, ecnebi lisanları bilen, yakışıklı bi delikanlıydı.

Yüksek tahsil için İskoçya’ya gönderildi. Ve, Londra’da bi partide gördü onu… Güzeller güzeli İngiliz genç kadın, şahane gülümsüyor, etrafına ışık saçıyordu. Vuruldu, âşık oldu. Gözler her şeyi anlatır derler ya, belli ki, hisleri karşılıksız değildi.

Zaten, zarif bi kaç kısa cümleden oluşan sohbet sırasında işareti almış, genç kadının her gün Hyde Park’ta at gezintisi yaptığını öğrenmişti. Sabahın köründe, soluğu Hyde Park’ta aldı.

Aaa ne tesadüf filan… Birlikte at bindiler, yemek yediler, muhabbeti ilerlettiler. Rüya gibiydi. Rüya gibiydi ama, uyanması da vardı… Tahsilini tamamlamıştı, yurda dönmesi gerekiyordu. Kalsa, olmaz, bıraksa, hiç olmaz.

Pat diye, benimle evlenip Türkiye’ye gelir misin dedi. Genç kadın sevinç çığlığı attı, coşkuyla boynuna atlayıverdi. Sonra… Az geri çekildi, oturdu, boynu büküldü, hayatta en çok istediğim şey bu ama, maalesef imkânsız, Jack var dedi.

Jack de kim yahu?

Genç kadının ailesi tiyatrocuydu, ordan oraya turneyle dolaşan kumpanyaları vardı. Babası ölünce, annesi bi adamla Avustralya’ya kaçmış, kızını anneannesine bırakmıştı. Anneanne, n’aapsın, torununu acilen başgöz etmiş, talihsizlik işte, savaşa giden damat, kimbilir nerde mıhlanmış, geri dönmemiş, ardında, henüz 16 yaşında hamile bi dul bırakmıştı. Jack, oğluydu.

Delikanlı dinledi, dinledi, önce sıkı sıkı sarıldı, sonra, hiç sorun değil, oğlumuzla gideriz dedi.

Orient Express… Ver elini İstanbul. Delikanlı hiç sorun değil demişti ama, sorun büyüktü. Esir şehrin insanlarıydı İstanbul… Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken, İngiliz gelinin, İngiliz işgalindeki kâbusu başlıyordu.

Dedim ya, işgal yıllarıydı, herkes herkese şüpheyle bakıp, memleketi satanları mimlerken… Faytona binip, köşke geldiler. Aman da efendim hoş gelmişiniz sefalar getirmişiniz diye kucaklaşma beklenirken, bismillah, nerden bulup getirdin bu gâvuru dedi, delikanlının ailesi! Memleket İngiliz süngüsü altında inim
inim inlerken, İngiliz gelin olacak iş değildi yani.

Aşklarına sığınıp, göğüs gerdiler. Sevdiği adam uğruna, kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin, Müslüman oldu, Nadide adını aldı. Kaderin cilvesi mi desek, ne desek… Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken İstanbul’a inen bu genç kadının nüfus kâğıdına, doğum yeri olarak Bandırma yazıldı… Çünkü, nüfus memuru doğum yerinin Londra olduğunu gördü, Londra Mondra olmaz, olsa olsa Bandırma’dır diye kaydetti!

Memleket kurtuldu, cumhuriyet kuruldu. Hariciye’ye giren delikanlı, Lozan’da İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü oldu. Şak, kanun çıktı, hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz… İnönü, pek beğendiği delikanlıya kıyamadı, boşan, birlikte yaşa, mesleğine devam et dedi. Delikanlı, bu teklifi hakaret olarak kabul etti. Benim için ailesini, memleketini, dinini terk eden eşime bunu yapamam, mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla dedi.

Bastı istifayı, ıvır zıvır işler yaparak, evini geçindirmeye çalıştı. O zamanlar memur değilsen, ayvayı yiyordun. Ayvayı yedi. Hayatları kaydı. Önce eldeki avuçtaki bitti, sonra gümüşler satıldı, ardından köşk gitti…

Dımdızlak kaldılar. Kiraya çıktılar. Tükene tükene, gecekonduya kadar düştüler. Çocukları olmuştu. Saracak bez yoktu. Çarşafları yırttılar. Bi eli yağda bi eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden yeniden âşık oluyordu ama, kahrından alkole dadanmıştı. Çalışamaz hale geliyor, daha çok sefalete sürükleniyorlardı. Hayatlarında eksilmeyen tek kavram, mutluluktu. Mutluydular.

İngiliz anne, adı gibi, hakikaten nadide’ydi… O kör kuruşa muhtaç hallerinde bile, hastaneden atılmış iki çocuklu bi kadına evini açtı, sokakta dilenen bi nineye kendi yatağını verdi, aylarca baktı, yıkadı, pakladı, komşuların fısır fısır dedikodusuna aldırmadan, kaçak olarak yaşayan, dara düşmüş bi Fransız’ı sofrasına oturttu, çocuklarına kuru
ekmeği paylaşmayı öğretti.

Bi gün… İngiltere Elçiliği’nden görevliler geldi, nasıl duydularsa duymuşlar, çocuklarını al, İngiltere’ye dön, eğitimlerini üstlenelim, sosyal güvencen olsun dediler Nadide’ye… Kapıdan kovdu! Eşim Türk, çocuklarım Türk, burada babalarının yanında yaşayacaklar, ben de onların yanında öleceğim, benim
için hayatını feda eden eşimi, paraya değişmem dedi.

İki millet, iki devlet, iki din arasında perişan olmuşlardı ama, aşkları sapasağlamdı.

Üstelik… Cumhuriyet de sapasağlamdı. O dönemin Cumhuriyet’i, şimdiki gibi sadece parası olanlara değil, gariban ailelerin çocuklarına da fırsat eşitliği sağlıyor, okumaya niyetleri varsa, okutuyor, üniversiteyse üniversite, konservatuvarsa konservatuvar, yeteneğin önünü açıyordu.

Delikanlı, delikanlı gibi yaşadı, öldü. Nadide zatürreeden vefat etti, hayatının en çetin günlerini yaşadığı İstanbul’da, kızının evinde… En çok kızına güvenir, en çok küçük oğlunu severdi.

Bu koca yürekli kadının küllerinden doğan kızı, Yıldız… Oğlu, Müşfik Kenter’di.

Boşuna dememişler, işini yapacaksan aşk’la yap diye… Ve, merak ederim, tiyatroda sahneye koymak için abuk sabuk senaryolar aranır hep niye?"

mekanı cennet olsun.
çok lezzetli bir sos. geçtiğimiz günlerde gittiğim boşnak mutfağı (bkz: avliya)'da kavanozlarda satılıyordu. eğer kendim yapmaya üşenirsem oradan almayı planlıyorum*
gördüğümde çok mutlu olduğum güzellik. Atamızı hak ettiği gibi anmak, milli bayramlarımızı hak ettiği gibi kutlamak mutluluk verici.
sözlük yazarı ve kıymetli moderatörü (bkz: @turuncuyolcu)'nun cevap verebileceği başlık. kendisi sözlüğün litvanya elçisi olur aynı zamanda*