Büyük çoğunluğu ile Türk basını, vaat edilen özgürlükçü yaklaşımıyla muhalefet yıllarında DP’nin yanındaydı. CHP’yi tutan gazetelerde çalışanlar arasında bile DP’yi destekleyenler vardı.

1950’de iktidara gelmesinde önemli katkısı olan basına yönelik DP’nin iktidarının daha ikinci ayında bazı iyileştirici düzenlemelere gitmesi bu sebepten anlaşılmaz değildi. 21 Temmuz 1950’de kabul edilen yeni basın kanunu ile gazete/dergi çıkartmak için hükümetten izin almaya gerek kalmadan bir bildiri vermek yetecek, suç sayılan yazıdan dolayı gazete sahibi cezaî sorumluluk taşımayacaktı.

DP hükümeti, partisinin basın özgürlüğü ile güçlendiğini açıklasa da, basını gerektiğinde yönlendirebilme gücünü bırakma niyetinde değildi. 1951 yılının ikinci ayında, resmî basın ilanları konusunu ele alan DP Meclis Gurubundaki genel eğilim, kendilerini destekleyen gazetelere daha çok ilan verilmesi lehineydi.

DP iktidarının iş başına geçtiği ilk yıllardan 1950’li yılların sonuna kadar resmî ilan, hükümetin elinde bir çeşit ödüllendirme-cezalandırma yöntemiyle önemli bir güç olarak sürüp gitti.

1953 Temmuz’unda ceza kanununda yapılan bir değişiklikle kabine üyelerinin basında küçük düşürülmesine karşı yaptırımların uygulanması, DP’nin hoşgörüde bir sınır çizdiğini gösterdi. 1954 seçimleri öncesinde basın ve radyo yoluyla işlenecek suçlara ağır cezalar getiren basın kanunundaki değişiklikle de hükümetin basın karşısındaki konumu güçlendi. Bu kanuna, yazıları devletin siyasî itibarını sarsan veya vatandaşların özel hayatlarına tecavüz eden gazetecilerin cezalandırılması hükmü konmuştu. Ceza kanununun kapsamına giren bu çeşit suçlar için hükümetin bunları özel bir kanunda toplayarak verilecek cezaları ağırlaştırması, basın özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtladı.

Böylesi bir ortamda, 1954’ün son ayında, mesleğin önemli isimlerinden seksen yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetede yazdığı bir yazıdan dolayı milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak hapse atılması, basına istendiğinde işin nereye kadar vardırılabileceğini göstermesi açısından bir “gözdağı” idi.

İstanbul’da patlak veren 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim, yönetimce olaylarda payı olduğu düşünülen basına karşı yeni yasaklar getirdi.

1956 yılının ortasında, TBMM’den geçen iki kanunla basına getirilen kısıtlama daha da arttırıldı. Eklenen yeni maddelerde ve yapılan bazı değişikliklerdeki muğlak ifadeler yasaklamanın kapsamını genişlettiğinden, bundan sonraki süreçte bazı gazetelere dava açıldı, kimi gazeteciler de kovuşturmaya uğradı. Gazetecilere ileri sürdüğü iddiayı “ispat etme” hakkı da verilmediğinden dava edilen gazetecilerin sayısı çoğaldı.

1958 yılı ortalarında Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam’ın, Başbakan Menderes’le olan ve önceden planlanan görüşmesi gerçekleşmeyince, kötü izlenimle ülkesine dönen Pulliam’ın gazetesinde çıkan yazısı, Türkiye’de gidişatın tehlikesi üzerinde oldu.

Bu yazıyı Türkiye’deki bir çok gazetenin çevirerek yayımlaması, hükümetin o gazeteler aleyhine 1959-1960 yıllarında bile devam eden ve “Pulliam Davaları” diye ün salacak davalar açmasına itti.

1960 Nisan’ında özel kanunla kurulan Meclis Tahkikat Komisyonuna, gazete ve dergilerin basımı ve dağıtımının önlenmesi, hatta yayının kapatılması yetkisi verildi. Kısa bir süre sonra da, TBMM’deki görüşmelerin yayınlanmasına yasak getirildi.

Basın, 21 Mayıs 1960’taki Harp Okulu öğrencilerinin hükümet aleyhindeki yürüyüşünü haber yapmak yerine, uygulanan sansür dolayısıyla Güney Kore’de Başkan Rhee’yi devirmiş olan öğrenci olaylarına geniş yer verdi.

Basından başka radyo da, dönemin en etkili iletişim aracıydı. Sayısı her geçen zaman artan radyo, iktidarla muhalefeti karşı karşıya getiren önemli bir sorundu.

Hükümete göre, radyo devletin ortak malıydı ve hükümet bu yayını ülke çıkarına kullanırdı. Muhalefet ise kendilerine radyodan yeterince yararlanma fırsatı verilmediğini ileri sürmekteydi. 1957 genel seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra, hükümetin basınla arasının açılmasına koşut olarak, Demokrat Parti radyoyu, başta Vatan Cephesi yayınları olmak üzere “partizanca” kullandığı iddiasını hak verdirecek boyutlarda tekeline almıştı.
1925-1937 arası 12 yıl boyunca başvekillik yapan İsmet Bey’le Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal arasında gerginlik giderek artmaktaydı. Cumhurbaşkanı son yıllarında siyasetten büyük ölçüde çekilip ülkenin günlük yönetimini İsmet Bey’in sorumluluğuna bırakmış, kendisini harf ve dil gibi reform çalışmalarına vermişti.

Cumhurbaşkanı kabinenin bir vekilini İsmet Bey’e danışmadan iki kez istifaya zorlamıştı. Onun bu tür müdahaleleri, İsmet Bey’in hoşuna gitmiyordu.

Eylül 1937’de, Atatürk’ün İsmet Bey’den istifasını istemesiyle sonuçlanan bir gerilim yaşandı. İsmet Bey, sağlık nedenlerini öne sürerek, istifa etti. Yerine İzmir eski İTC sekreteri ve Teşkilat-ı Mahsusa başkanı, 1924’te kurulan Türkiye İş Bankası’nın ilk genel müdürü ve 1932’den beri iktisat vekili olan Mahmut Celal (Bayar) getirildi.

1923 ve 1937 yıllarında geçirdiği iki kalp krizi bir yana bırakılırsa, Mustafa Kemal, 1937 yılı başlarına kadar genel olarak sağlıklıydı. Hastalığı 1938 yılı başında teşhis edildi ve durumu Mart ayından itibaren ağırlaşmaya başladı.

İsmet İnönü, Mustafa Kemal sonrası dönem için en güçlü adaydı.

11 Kasım’da Millet Meclisi İsmet İnönü’yü Cumhuriyet’in ikinci Cumhurbaşkanı seçti. Bu seçim, dört etken kapsamında açıklanabilir:
-Başvekil Bayar’ın, İnönü’nün hasımlarıyla işbirliğini reddetmesi (Bayar bu süre boyunca İnönü’yle temasını sürdürmüştü);
-İnönü’nün hasımlarının kabul gören bir aday bulmayı becerememesi;
-Hem milletvekillerinin hem de parti bürokratlarının yıllar önce bizzat İnönü tarafından seçilmiş olmaları;
-Askeri liderlerin İnönü’yü destekleme kararı ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın, mecliste büyük destek göreceği bildirildiği halde, aday olmama kararı.
İsmet İnönü’nün liderlik konumu Aralık 1938’deki olağanüstü parti kongresinde resmileşti; bu kongrede parti tüzüğünde değişiklik yapılarak, Atatürk ‘’ebedi genel başkan’’, İnönü ise ‘’değişmez genel başkan’’ yapıldı. 1930’larda Atatürk için ara sıra kullanılmış olan Milli Şef deyimi, artık İnönü’nün resmi unvanı haline geldi.

İnönü, Bayar’ı birkaç ay başvekil olarak tuttu, ama 25 Ocak 1939’da Bayar istifasını verdi. İstifasının ana nedeni Cumhurbaşkanıyla Başvekil arasında ekonomi siyasetine ilişkin temel görüş ayrılığıydı.

İnönü aynı zamanda bağımsızlık hareketinin 1926’da tasfiye edilmiş olan eski önderleriyle uzlaşma siyaseti güderek siyasal tabanını genişletmeye çalışıyordu. Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele, son yıllarında Atatürk’le barışmışlardı.

Celal Bayar’ın yerine Doktor Refik Saydam geçti ve Temmuza 1942’de ölene kadar başvekil kaldı. Onun yerini de, Hariciye Vekili Şükrü Saraçoğlu aldı ve 1945’e kadar görevinde kaldı.

İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca, İsmet İnönü mutlak hakimiyete sahipti ve başvekiller, Cumhurbaşkanı tarafından kararlaştırılan politikaları uygulamaktaydılar.

Bu dönemde uygulanan politikalarda öne çıkan hususlar:
-Milliyetçilik;
-Rejimin otoriter niteliği ve bu rejimin kendi partisi için siyasal, toplumsal ve kültürel alanda tam bir tekel kurma çabası;
-Atatürk ve İnönü’nün kişiliklerinin yüceltilmesi;
-Ulusal birlik ve dayanışmanın vurgulanışı ve bunun sonucu olarak sınıf çatışmalarının yok sayılması.

Parlamentosu ve seçimleri olan demokratik bir sistem görüntüsü titizlikle sürdürülüyordu. Askeri söylem ve yayılmacı (ya da irredentist) propaganda ve politikalar tercih edilmedi. Türk liderleri ihtiyatlı, savunmacı ve gerçekçi politikalar uyguluyorlardı.
1930’larda Türk siyasetine ve kamuoyuna egemen olan tek konu ekonomiydi. 1923 Şubat başlarında İzmir’de Birinci İktisat Kongresinin toplanmış olması, Türk lider kadrosunun ekonomik sorunların önemini kavramış olduklarını göstermektedir. Kongre Mustafa Kemal’in bir nutkuyla açılmış, Mustafa Kemal siyasal bağımsızlık kazanılmış olduğu için artık ekonomik bağımsızlığın da önemli olduğunu vurgulamıştı.

Fransız ve İngiliz delegelerine hitap edilmekteydi. Kongrede 1100 çiftçi, tüccar, işçi ve sanayici temsilci, ekonomi politikalarını tartıştı. Kongrenin bir kısım kararları, Nisan ayında yayımlanmış olan Halk Fırkası programına, Dokuz Umdeye konulmuştu.

Kongre, yerel sanayinin korunmasını istemiş, bununla beraber, yabancılara ayrıcalıklı muamele gösterilmemesi şartıyla yabancı yatırımlara karşı çıkmamıştı. Alınan birbirinden oldukça farklı kararlar, lider kadrosu tarafından, kongrenin devletin büyük yatırımlardan sorumlu olduğu karma bir ekonomi istediği şeklinde yorumlandı.

İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt), Türk ekonomi siyasetinde ne kapitalist ne de sosyalist olan Yeni Türk İktisat Okulu’nun esas alınacağını açıkladı. Ancak bu yeni okulun ne olduğu çok açık değildi. 1920’lerde izlenen ekonomi politikaları, özel mülkiyet ve özel girişime dayanıyor olmaları itibariyle temelde liberaldi, ancak devletin müdahale etmesi açısından liberal değildi. Büyük yatırımlar söz konusu olduğunda devlet müdahale ediyordu.

En önemli yatırımlar demiryolu inşasına ilişkindi. 1923-1929 yılları arasında 800 kilometrelik demiryolu hattı döşenmişti ve 1929 yılında 800 kilometresi daha inşa halindeydi. 1924 yılında hükümet, ülkenin batısına hakim olan, yabancıların mülkiyetindeki demiryolu şirketlerinin bütün hisse ve ticari haklarını satın almaya karar verdi. 1930 yılında 3000 kilometrelik demiryolu hattı satın alınmış bulunuyordu, 2400 kilometrelik hat ise halen yabancıların elindeydi. Sonunda bunlar da Türk devleti tarafından satın alınacaktı.

1925’te ekonomideki bir diğer yabancı varlığının, eski Osmanlı tütün tekelinin bütün hisse ve ticari hakları satın alındı, bir devlet tekeline dönüştürüldü. Öteki bazı sektörler de tekelleştirildi.

Ülkedeki en büyük banka halen Osmanlı Bankasıydı, eski Ziraat Bankası yeniden düzenlendi ve iki yeni banka kuruldu. Bunlar İş Bankası ile Sanayi Bankası’ydı. Mustafa Kemal, İş Bankası’na şahsen ortak oldu. Hintli Müslümanların milli mücadele sırasında kendisine göndermiş olduğu bağışları bu bankaya yatırmıştı. Ama İş Bankası girişiminin etkili olmasını asıl, çok daha büyük olan İtibar-ı Milli Bankası’yla zorunlu birleşme sağlamıştı; İTC o bankayı, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi Milli İktisat programının bir parçası olarak kurmuştu.

1927’de Türkiye’de 65 binin üstünde sanayi şirketi vardı ve buralarda toplam 250 bin işçi istihdam edilmekteydi, bu şirketlerden sadece 2822’si makine gücünden yararlanıyordu.

1927’de, 1913’te kabul edilmiş olan benzer yasayı temel alan ‘’Teşvik-i Sanayi Kanunu’’ meclisten geçirildi. Bu yasa yeni ve büyümekte olan sanayi şirketleri için vergi muafiyeti sağlıyordu. Lozan’da konulmuş olan kısıtlamalar 1929’da kalkınca, ithalat vergileri aşırı şekilde yükseltildi.

Bununla birlikte girişimcilik bilgi ve becerisinin eksikliği ve büyük bir piyasanın olmayışı sanayi kesiminin hızla genişlemesini önlüyordu. Türk ekonomisindeki en geniş kesim hala tarım kesimiydi. Bu kesimde savaş sonrasının ilk yıllarındaki iyileşme çarpıcıdır (1923-1926 yıllarında %90). 1927 ve 1928 yıllarındaki uzun bir kuraklık dönemi tarımı sarstı ve 1927-1930 dönemi boyunca tarım kesimindeki büyüme ancak %11 oldu.

Hükümetin mali politikaları muhafazakardı; amaçlanan dengeli bir bütçe, düşük enflasyon ve sıkı bir para siyaseti yoluyla güçlü lira idi.

Halkın satın alma gücündeki azalmanın ve hükümetin koyduğu kota ve tahditlerin sonucunda, 1929’da 256 milyon lira olan ithalat 1932’de tam 85 milyon liraya indi.

Türkiye’nin 1930’larda aşırı ticaret açığı oldu; bununla beraber Türk yurttaşlarının alışmış oldukları küçük lüks malların birçoğu piyasadan yok olmuştu. İthalatın yerini alacak özerk bir Türk sanayi kurulmasında başarılı olundu, ama bu, şeker ve dokuma üretimiyle sınırlı kaldı.

1930’da yaratılan Serbest Cumhuriyet Fırkası muhalefetiyle Cumhuriyet Halk Fırkası arasındaki tartışma, neredeyse sadece ekonomik siyasete ilişkindi; muhalefet liberalizmi savunuyor, İnönü’nün yönetimindeki Cumhuriyet Halk Fırkası ise ekonomide devlete daha büyük bir rol istiyordu. Cumhuriyet Halk Fırkasının 1931 yılındaki kongresinde, devletçilik resmen yeni ekonomi siyaseti ve Kemalist ideolojinin temel dayanaklarından biri olarak kabul edildi.

Devletçilik daha ziyade, özel kesimin gereken sermayeyi biriktiremediği sanayileri kurmak ve işletmek için devletin sorumluluğu üstlenmesi anlamına geliyordu.

1932 yılında bir Sovyet heyeti Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Türk sanayisinin gelişmesine ilişkin bir rapor hazırlamıştı. Bu rapor dokuma, demir ve çelik, kağıt, çimento, cam ve kimyasal maddeler üzerine yoğunlaşılmasını tavsiye ediyordu. Sovyetler Birliği ayrıca Türkiye’nin sanayileşme programına yardım etmek için 8 milyon Amerikan doları tutarında altın vermişti.

1933 yılında Türkiye’nin büyük ölçüde Sovyet tavsiyelerine uyan ilk beş yıllık planı açıklandı. Bunun sonuçlarından biri, Kayseri’de dev bir tekstil ‘’kombinası’’ kurulması oldu.

Türkiye’deki devletçilik siyasetinin en coşkulu taraftarları 1932-1934 yıllarında Kadro dergisini çıkarmış olan bir Kemalist genç yazarlar topluluğuydu. Kadro grubu, parti liderlerinden çok daha ileriye gitti. Toplumsal, ekonomik ve kültürel yaşamın her alanında devlet planlamasını savunuyor ve devletçiliği komünizm ve kapitalizme karşı uygun bir seçenek, bir çeşit ‘’üçüncü yol’’ olarak görüyorlardı.

İş Bankası genel müdürü Mahmut Celal Bayar’ın başını çektiği öteki akım ise devletçiliği, Türk sanayisi kendine yeter hale gelene kadar gerekli olan bir geçiş aşaması olarak görüyordu.

1937 yılında İsmet İnönü görevden alınıp yerine Celal Bayar getirildiğinde daha liberal bir yaklaşım benimsendi, ancak 1939’dan sonra İnönü’nün daha devletçi yaklaşımı bir kez daha egemen oldu.

Beş yıllık plan gereği iki büyük holding şirketi, 1933’te sanayiden sorumlu Sümerbank ve 1935’te madencilikten sorumlu Etibank kuruldu. Uygulamada, İktisadi Devlet Teşekküllerinin karar oluşturma süreçleri yoğun biçimde siyasal düşüncelerin etkisinde idi ve alınan kararlar çok defa ticari açıdan uygun değildi.

Türkiye, savaşta tarafsız kalmayı ve sonuna kadar savaşı dışında olmayı başardı. Ama bunun için, ordusunun barış zamanında 120 bin olan asker sayısını (resmen seferberlik olmadığı halde) 1,5 milyona çıkardı. Milli Müdafaa Vekaletinin ulusal bütçedeki payı %30’dan %50’ye çıkmıştı.

Savaş, ekonominin bütçe kesimlerinde yeni bir devlet müdahalesi dalgasına neden olmuş, devlet müdahaleleri Ocak 1940’ta çıkarılan Milli Korunma Kanunuyla meşruiyet kazanmıştı. Bu yasa hükümete, fiyatları saptamada, ürünlere el koymada, hatta zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede neredeyse sınırsız yetkiler veriyordu.

Perakende kanalıyla gittikçe daha az ürün bulunur olmuştu. Savaşın ikinci yarısında hükümet bu gerçekliğe boyun eğdi ve fiyat denetimlerinden genel olarak vazgeçti. Türkiye’nin 1930’ların ikinci yarısında muntazam şekilde yükselen Gayri Safi Yurt İçi Hasılası savaş sırasında hızla düştü. 1950’ye kadar da 1939’daki seviyesine ulaşamayacaktı.

Savaş, Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğu için yaşam seviyesinde hızlı bir düşüş anlamına geldiyse de bunun istisnaları da vardı. Büyük çiftçi, ithalatçı ve tüccarlara ve devlet ihaleleriyle ruhsat işlemlerini yürüyen memurlara aşırı kar olanağı sağlamıştı. Bu savaş vurguncularına karşı çok büyük öfke duyuluyordu; hükümet bunun üzerine Kasım 1942’de Varlık Vergisini çıkardı. Vergi matrahları, yerel hükümet memurları, belediye meclislerinin temsilcileri ve ticaret odaları temsilcilerinden oluşan yerel komisyonlar tarafından tayin ediliyordu. Bu vergi hemen hemen tamamıyla büyük kentlerdeki, bilhassa da İstanbul’daki tüccarlar tarafından ödendi ve küçük gayrimüslim topluluklar, Müslümanlarınkinden daha yüksek oranlara tabi kılınarak toplam vergi gelirinin %55’ini ödediler.

1936 tarihli ‘’İş Kanunu’’, İtalya’nınkinin doğrudan bir kopyasıydı ve bu yasa sanayideki işçilere bazı güvenceler getirmiş ve işçi sigortasının bazı biçimleri için (gerçekte bu 1946 yılında başlatılacaktı) söz vermiş olmasına rağmen, işçi sendikalarının kurulmasını ve grevi yasaklıyordu. 1947’de Sendikalar Kanunu çıkartıldığı halde İş Kanunu yine greve izin vermiyordu. Türk sanayisindeki reel ücretler 1930’lar ve 40’lar boyunca düştü.
İhtiyatlı, gerçekçi ve genel olarak statükonun ve 1923’te kazanılmış zaferin muhafazasını amaçlayan bir siyaset olarak nitelendirilebilir.

Lozan’da bir takım sorunlar halledilmemişti. Bunların en önemlisi, İngiltere’yle sürüp giden Musul konusundaki çekişmeydi. Arap, Türk ve Kürtlerin oturduğu bu zengin petrol vilayeti, 1918 ateşkesinden sonra İngiliz ordusunca işgal edilmişti.

İngilizler 1923 ve 1924 yıllarındaki görüşmelerde, Türklerin halkoylaması önerisini reddederek, Musul’un Irak’a dahil olmasında ısrar etmişlerdi. Taraflar anlaşamayınca, mesele Türkiye’nin henüz üyesi olmadığı Cenevre’deki Cemiyet-i Akvam’a (Milletler Cemiyeti) sunuldu. Türk ve İngiliz askerleri arasında Musul’un kuzeyinde çatışmalar oldu ve 9 Ekim’de İngiliz hükümeti bir ültimatom yayınlayarak Türk askerlerinin çekilmesini istedi. Türkiye geri çekildi ve geçici bir sınır oluşturuldu.

Bir yıl sonra Eylül 1925’te, Milletler Cemiyeti’nden bir komisyon bölgede durumu tahkik etti ve beklendiği üzere Musul’un Irak’a dahil olmasını uygun gördüğünü açıkladı. Türkiye, Haziran 1926’da resmen kabul etti. Buna karşılık petrol gelirinin %10’u 25 yıllığına Türkiye’ye verildi. Daha sonra İngiltere’nin 700 bin sterlin ödemesi karşılığında bu haktan feragat edildi.

Savaş öncesinde Fransa en fazla borç vermiş ülkeydi. 1928 yılında borcu Türkiye’nin yüklenmesi yolunda bir anlaşmaya varıldı, ancak dünya ekonomik bunalımı, ödemelerin 1930’da askıya alınmasına yol açtı. 1933’te, Türkiye için daha elverişli koşullarda yeniden bir plana bağlandı.

Türkiye kendi egemenlik haklarını azami şekilde savunmaya özellikle önem veriyor, Fransa ve İngiltere’nin ise kapitülasyon düzeni sırasında kazanılmış eski uygulamalarını terk etmekte zorlandıkları görülüyordu. Büyükelçiliklerini Ankara’ya taşımaları reddetmeleri, Türk Maarif Vekaletinin misyoner okulları üzerindeki etkisi, Lozan’da İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçişleri denetlemesi amacıyla oluşturulmuş olan Uluslararası Boğazlar Komisyonu’nun serbestlik derecesi ve İstanbul’daki Ortodoks patrikhanesinin uluslar-ötesi niteliğiyle ilgili sürtüşmeler oldu.

İtalya’yla 1928’de bir saldırmazlık antlaşması akdedildi ve İtalya’nın diplomatik çabaları sayesinde Yunanistan’la barış sağlandı. Ekim 1930’da Yunanistan ve Türkiye arasında bir dostluk antlaşması imzalandı.1934 yılında, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya ve Türkiye’nin üyesi olduğu bir Balkan Paktı gerçekleştirildi. 1937 yılında, Sadabad Paktı Türkiye’yi benzer şekilde Doğulu komşularına, İran, Irak ve Afganistan’a bağladı.

Türk dış siyasetinin köşe taşı, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerin korunmasıydı. 1930’larda da Sovyetler Birliği ile ilişkiler olumlu bir çizgide tutuldu (1935 yılında on yıllık bir dostluk antlaşması imzalanmıştı).

Bu dönemde Türkiye, Fransa ve İngiltere ile birlikte, statükoyu kati olarak destekliyor ve Avrupa haritasını yeniden çizmek isteyen Nazi Almanyası ve Faşist İtalya gibi “revizyonist” güçlerin ihtiraslarına karşı çıkıyordu.

Sovyetler Birliği’nin de “anti-revizyonist” kampa katılması, Türkiye’nin Batı’yla olan yakınlaşmasını kolaylaştırdı. Türkiye 1923 yılında Milletler Cemiyeti’ne katıldı. Nisan 1936’da Lozan Antlaşması’nı imzalamış devletlere bir nota göndererek, Boğazların silahtan arındırılması konusunda bir değişiklik istedi ve olumlu cevap aldı. Türkiye Boğazlar üzerindeki tam egemenliğini yeniden kazandı. Boğazlar Komisyonu kaldırıldı.

1930’larda Türkiye ile Fransa’yı ciddi anlaşmazlığa düşüren mesele, İskenderun Sancağı meselesiydi. 1921 Fransız-Türk Anlaşması’nda ve Lozan’da bu bölge yeni Türk devletinin sınırları dışında kalmıştı, bununla beraber, Türkiye ile yakın bağları olan ve Türkiye’deki gelişmeleri yakından izleyen Sancak’taki Türk topluluğuna kültürel özerklik sağlanmıştı. Hatay Halk Fırkası kurulmuş ve “şapka inkılabı” ile “dil inkılabı” yapılmıştı.

Eylül 1936’da Fransa Suriye’ye bağımsızlık vereceğini ve Hatay’ı yeni Suriye devletine dahil etme niyetinde olduğunu bildirdi. Mesele Milletler Cemiyeti kararına sunuldu; Cemiyet Ocak 1937’de Sancak’a bir heyet gönderdi. Heyet Türklerin bir çoğunluk oluşturduğu sonucuna vardı. İngiltere araya girdi ve sonuçta bir anlaşmaya varıldı; Hatay, dış işlerinde Suriye tarafından temsil edilen ayrı bir “bağımsız varlık” olacaktı.

Fransa ne pahasına olursa olsun Türkiye ile anlaşmaya ve Nazi Almanyası’na ve İtlaya’ya karşı onun desteğini kazanmaya hazırdı. Bu kez Fransız ve Türk askerlerinin müşterek denetiminde yeni seçimler yapıldı ve bu seçimlerde meclisteki 40 milletvekilliğinden 22’sini alan Türkler az bir farkla çoğunluk sağladılar. İlk toplantıda bağımsız Hatay Cumhuriyeti ilan edildi, 29 Haziran 1939’da da Türkiye ile birleşildiği ilan edildi.
Meclisin dağıtılması ve sıkı şekilde denetlenmiş seçimler; yeni bir partinin, Halk Fırkası’nın kurulması ve bu partinin bütün Müdafaa-i Hukuk örgütünü devralması, Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal konumunu pekiştiren gelişmelerdi.

Doğmakta olan yeni Türk devletinin esas niteliği henüz belli değildi. Osmanlı Saltanatı yaklaşık 1 yıl önce kaldırılmıştı. Ülke, sadece Meclis başkanını değil bakanları, vekilleri de doğrudan seçmiş olan Millet Meclisi tarafından yönetilmekteydi. 1922’de halifelik yalnızca dinsel bir memuriyet olarak düşünülüyordu.

Ekim ayında meclis, meclis ikinci başkanlığı ve dahiliye vekaleti için hükümetin gösterdiği adayları reddedip, bu mevkilerden ilki için Hüseyin Rauf (Orbay)’ı diğeri için de Sâbit Sağıroğlu’nu seçince güvensiz bir durum oluşmuştu. Bu durum karşısında Başvekil Ali Fethi (Okyar) hükümeti, Mustafa Kemal Paşa tarafından ikna edilince hükümet istifa etti.

Bu gelişme meclise, bu hükümeti yeni bir vekiller heyetiyle değiştirme görevi yüklüyordu. Mustafa Kemal Paşa, kendisine yakın olan vekillere görev kabul etmemelerini telkin edince bu mümkün olmadı.

Meclis kendisine danıştığında Mustafa Kemal Paşa, seçilmiş bir cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı tarafından atanmış bir başvekili ve bir kabine sistemi olan Cumhuriyet ilan edilmesi teklifini sundu. Çoğunluk bu teklifi kabul etti ve 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve ilk başvekili İsmet (İnönü)’ydü.

Bu karar bağımsızlık savaşında önemli rol oynayan Hüseyin Rauf, Ali Fuat (Cebesoy), Adnan (Adıvar), Refet (Bele) ve Kazım (Karabekir) başkentte olmadıkları bir dönemde alınmıştı. Bunlar, İstanbul basınındaki mülakatlarda bu ilana öfkeyle tepki gösterdiler.

Bu dönemde hükümet İstanbul’da son derece gözden düşmüştü. Bunun nedeni ise Cumhuriyetin ilanından çok, hükümetin iki hafta önce Ankara’yı resmen Türkiye’nin yeni başkenti yapmış olmasıydı.

Rauf’un (devletin müstebit olduğu yolundaki üstü kapalı suçlamasını içeren) eleştirel yorumları, Halk Fırkası meclis grubu içinde şiddetli bir tartışmaya yol açtı ve bu tartışma partiyi Aralık ayında neredeyse bölünme noktasına getirdi.

Kasım ayında İstanbul Barosu başkanı Lütfi Fikri basına, halifeye hitaben bir açık mektup göndererek, ondan daha etkin olmasını istemiş ve benzer bir mektup iki ünlü Hintli Müslüman Emir Ali ve Ağa Han tarafından hem başvekile hem de basına gönderilmişti.

Mektup Başvekil İsmet Beye ulaşmadan İstanbul’da yayınlanmış, bu ise İsmet Beyi ve meclisteki taraftarlarını sinirlendirmişti. Lütfi Fikri’nin mi yoksa gazetelern mi devlete ihanet ettiğini araştırması için İstanbul’da bir İstiklal Mahkemesi kuruldu. Gazete yöneticileri aklanmasına rağmen Lütfi Fikri beş yıl hapis cezasına mahkum edildi.

1 Mart’ta yeni yasama yılının başlamasının hemen ardından Hilafet kaldırıldı ve Osmanlı hanedanı mensuplarına ülkeden ayrılmaları bildirildi.

Yoğun tartışmalardan sonra Cumhuriyet Anayasası kabul edildi. Bu Anayasa 1876 Osmanlı Anayasası’nın yerini almıştı. 1876 Anayasası, 1909’da, Ocak 1921’de de değişikliğe uğramıştı.
II. Meşrutiyet döneminde, Anayasayı geri getirme mücadelesi olarak başlayan hareket (1908’de) iktidara ulaşmış, bu iktidarı çoğulcu ve nispeten özgür bir ortamda (1913’e kadar) belirli bir süre başkalarıyla paylaşmış ve sonunda kendi iktidar tekelini kurmuş ve bu iktidar tekelini (1913-1918) kökten bir laikleştirme ve modernizasyon programını meclisten hızla geçirmede kullanmıştı.

Kemalist reformlar, 1913-1918 yıllarındaki reformlar gibi, toplumu laikleştirmeyi ve modernleştirmeyi amaçlıyordu. Eylül 1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldı ve Kasım ayında, Osmanlı erkeklerinin Sultan İkinci Mahmut’tan beri geleneksel başlığı olan fes yasaklandı, yerini Batı tarzındaki şapka aldı.

Bu girişimler halkın direnişiyle karşılaştı. Tekke ve zaviyeler Müslümanların günlük yaşamında önemli bir rol oynamaktaydı ve şapkaya Hıristiyan Avrupa’nın bir simgesi gözüyle bakılıyordu. Bu direnişi bastırmada İstiklal Mahkemeleri kendisine düşen rolü oynadı. Takrir-i Sükun Kanunu gereğince yaklaşık 7500 kişi tutuklandı ve 660 kişi idam edildi.
başlık sığmadı : Kemalist Türkiye’nin Siyasal Sistemi; Parti ve Devlet

Mart 1925’te Takrir’i Sükun Kanunu’nun ilan edilmesinden itibaren Türkiye’nin yönetim biçimi bir tek parti yönetimidir. Takrir’i Sükun Kanunu, 1929 yılına kadar yürürlükte kaldı.

Cumhuriyet Halk Fırkası, her bakımdan bir iktidar tekeli kurdu ve 1931’deki parti kongresinde Türkiye’nin siyasal sistemi tek parti sistemi olarak ilan edildi.

1924 Anayasasına göre bütün iktidar, ulusun egemenlik iradesinin tek meşru temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeydi.

Tartışmak, kabinenin kendi kararlarını duyurduğu ve açıkladığı bir forum işini gören meclis grubu toplantılarında dahi kısıtlanmıştı. Meclis grubu toplantılarının işlevi esasen kabine kararlarını onaylamak ve meşrulaştırmaktan ibaretti.

Partiyle devlet özdeşti. Bu durumun getirdiği önemli bir sonuç, partinin hiçbir zaman bağımsız bir ideolojik ya da örgütsel “kişilik” geliştirememesi ve yoğun bir biçimde bürokratikleşmesiydi.

Parti Genel Sekreteri Recep (Peker)’in bağımsız bir “Kemalist” ideoloji geliştirme girişimleri, İsmet İnönü’nün 1936 kongresinde devlet aygıtıyla parti örgütü arasındaki birliği resmi siyaset olarak açıklamasıyla boşa çıkmış oldu. Valilerin doğrudan doğruya vilayetlerindeki Cumhuriyet Halk Fırkası şubelerinin başkanları sayılması bu durumu açıklayan çarpıcı bir örnektir.

Ancak 5 Aralık 1934’te kadınlara oy kullanma ve seçilme hakkının tanınmış olması, önemli bir adımdı. Mart 1935’ten itibaren Büyük Millet Meclisi’nde 18 kadın milletvekili yer aldı.
Çay, kahve içilerek gazete, dergi ve kitapların okunduğu yerlere verilen isim.

‘kıraat’ arapçada okumak, ‘hane’ ise farsçada ev anlamına gelir. yeni türkçeye ‘okuma evi’ veya ‘okuma yeri’ olarak çevrilebilir. günümüzde sadece ‘kahvehane’ olarak okey, tavla ve diğer kağıt oyunlarının oynandığı yerler olarak mahallelerimizi süslemektedir.

son seçimle birlikte yeniden gündemimize gelmiş ve update almıştır. yakın zamanda kek, tatar böreği, mantı vs. gibi yiyecekleri de buralarda bulabileceğimiz söylenmektedir.

(bkz: kıraathane v3.0)
Normal bilinen iş akdinin aksine, sadece bir veya birkaç gün süren işlerdir. Anketörlük ve garsonluk güzel örnekleridir. Yoğun olunan, ekstra işçi lazım olunan dönemlerde başvurulur, işsizlerin kısa süreli kurtarıcılarıdır.