#tüm seyyahnerede-0 entry'leri

İhtiyatlı, gerçekçi ve genel olarak statükonun ve 1923’te kazanılmış zaferin muhafazasını amaçlayan bir siyaset olarak nitelendirilebilir.

Lozan’da bir takım sorunlar halledilmemişti. Bunların en önemlisi, İngiltere’yle sürüp giden Musul konusundaki çekişmeydi. Arap, Türk ve Kürtlerin oturduğu bu zengin petrol vilayeti, 1918 ateşkesinden sonra İngiliz ordusunca işgal edilmişti.

İngilizler 1923 ve 1924 yıllarındaki görüşmelerde, Türklerin halkoylaması önerisini reddederek, Musul’un Irak’a dahil olmasında ısrar etmişlerdi. Taraflar anlaşamayınca, mesele Türkiye’nin henüz üyesi olmadığı Cenevre’deki Cemiyet-i Akvam’a (Milletler Cemiyeti) sunuldu. Türk ve İngiliz askerleri arasında Musul’un kuzeyinde çatışmalar oldu ve 9 Ekim’de İngiliz hükümeti bir ültimatom yayınlayarak Türk askerlerinin çekilmesini istedi. Türkiye geri çekildi ve geçici bir sınır oluşturuldu.

Bir yıl sonra Eylül 1925’te, Milletler Cemiyeti’nden bir komisyon bölgede durumu tahkik etti ve beklendiği üzere Musul’un Irak’a dahil olmasını uygun gördüğünü açıkladı. Türkiye, Haziran 1926’da resmen kabul etti. Buna karşılık petrol gelirinin %10’u 25 yıllığına Türkiye’ye verildi. Daha sonra İngiltere’nin 700 bin sterlin ödemesi karşılığında bu haktan feragat edildi.

Savaş öncesinde Fransa en fazla borç vermiş ülkeydi. 1928 yılında borcu Türkiye’nin yüklenmesi yolunda bir anlaşmaya varıldı, ancak dünya ekonomik bunalımı, ödemelerin 1930’da askıya alınmasına yol açtı. 1933’te, Türkiye için daha elverişli koşullarda yeniden bir plana bağlandı.

Türkiye kendi egemenlik haklarını azami şekilde savunmaya özellikle önem veriyor, Fransa ve İngiltere’nin ise kapitülasyon düzeni sırasında kazanılmış eski uygulamalarını terk etmekte zorlandıkları görülüyordu. Büyükelçiliklerini Ankara’ya taşımaları reddetmeleri, Türk Maarif Vekaletinin misyoner okulları üzerindeki etkisi, Lozan’da İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçişleri denetlemesi amacıyla oluşturulmuş olan Uluslararası Boğazlar Komisyonu’nun serbestlik derecesi ve İstanbul’daki Ortodoks patrikhanesinin uluslar-ötesi niteliğiyle ilgili sürtüşmeler oldu.

İtalya’yla 1928’de bir saldırmazlık antlaşması akdedildi ve İtalya’nın diplomatik çabaları sayesinde Yunanistan’la barış sağlandı. Ekim 1930’da Yunanistan ve Türkiye arasında bir dostluk antlaşması imzalandı.1934 yılında, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya ve Türkiye’nin üyesi olduğu bir Balkan Paktı gerçekleştirildi. 1937 yılında, Sadabad Paktı Türkiye’yi benzer şekilde Doğulu komşularına, İran, Irak ve Afganistan’a bağladı.

Türk dış siyasetinin köşe taşı, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerin korunmasıydı. 1930’larda da Sovyetler Birliği ile ilişkiler olumlu bir çizgide tutuldu (1935 yılında on yıllık bir dostluk antlaşması imzalanmıştı).

Bu dönemde Türkiye, Fransa ve İngiltere ile birlikte, statükoyu kati olarak destekliyor ve Avrupa haritasını yeniden çizmek isteyen Nazi Almanyası ve Faşist İtalya gibi “revizyonist” güçlerin ihtiraslarına karşı çıkıyordu.

Sovyetler Birliği’nin de “anti-revizyonist” kampa katılması, Türkiye’nin Batı’yla olan yakınlaşmasını kolaylaştırdı. Türkiye 1923 yılında Milletler Cemiyeti’ne katıldı. Nisan 1936’da Lozan Antlaşması’nı imzalamış devletlere bir nota göndererek, Boğazların silahtan arındırılması konusunda bir değişiklik istedi ve olumlu cevap aldı. Türkiye Boğazlar üzerindeki tam egemenliğini yeniden kazandı. Boğazlar Komisyonu kaldırıldı.

1930’larda Türkiye ile Fransa’yı ciddi anlaşmazlığa düşüren mesele, İskenderun Sancağı meselesiydi. 1921 Fransız-Türk Anlaşması’nda ve Lozan’da bu bölge yeni Türk devletinin sınırları dışında kalmıştı, bununla beraber, Türkiye ile yakın bağları olan ve Türkiye’deki gelişmeleri yakından izleyen Sancak’taki Türk topluluğuna kültürel özerklik sağlanmıştı. Hatay Halk Fırkası kurulmuş ve “şapka inkılabı” ile “dil inkılabı” yapılmıştı.

Eylül 1936’da Fransa Suriye’ye bağımsızlık vereceğini ve Hatay’ı yeni Suriye devletine dahil etme niyetinde olduğunu bildirdi. Mesele Milletler Cemiyeti kararına sunuldu; Cemiyet Ocak 1937’de Sancak’a bir heyet gönderdi. Heyet Türklerin bir çoğunluk oluşturduğu sonucuna vardı. İngiltere araya girdi ve sonuçta bir anlaşmaya varıldı; Hatay, dış işlerinde Suriye tarafından temsil edilen ayrı bir “bağımsız varlık” olacaktı.

Fransa ne pahasına olursa olsun Türkiye ile anlaşmaya ve Nazi Almanyası’na ve İtlaya’ya karşı onun desteğini kazanmaya hazırdı. Bu kez Fransız ve Türk askerlerinin müşterek denetiminde yeni seçimler yapıldı ve bu seçimlerde meclisteki 40 milletvekilliğinden 22’sini alan Türkler az bir farkla çoğunluk sağladılar. İlk toplantıda bağımsız Hatay Cumhuriyeti ilan edildi, 29 Haziran 1939’da da Türkiye ile birleşildiği ilan edildi.
1930’larda Türk siyasetine ve kamuoyuna egemen olan tek konu ekonomiydi. 1923 Şubat başlarında İzmir’de Birinci İktisat Kongresinin toplanmış olması, Türk lider kadrosunun ekonomik sorunların önemini kavramış olduklarını göstermektedir. Kongre Mustafa Kemal’in bir nutkuyla açılmış, Mustafa Kemal siyasal bağımsızlık kazanılmış olduğu için artık ekonomik bağımsızlığın da önemli olduğunu vurgulamıştı.

Fransız ve İngiliz delegelerine hitap edilmekteydi. Kongrede 1100 çiftçi, tüccar, işçi ve sanayici temsilci, ekonomi politikalarını tartıştı. Kongrenin bir kısım kararları, Nisan ayında yayımlanmış olan Halk Fırkası programına, Dokuz Umdeye konulmuştu.

Kongre, yerel sanayinin korunmasını istemiş, bununla beraber, yabancılara ayrıcalıklı muamele gösterilmemesi şartıyla yabancı yatırımlara karşı çıkmamıştı. Alınan birbirinden oldukça farklı kararlar, lider kadrosu tarafından, kongrenin devletin büyük yatırımlardan sorumlu olduğu karma bir ekonomi istediği şeklinde yorumlandı.

İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt), Türk ekonomi siyasetinde ne kapitalist ne de sosyalist olan Yeni Türk İktisat Okulu’nun esas alınacağını açıkladı. Ancak bu yeni okulun ne olduğu çok açık değildi. 1920’lerde izlenen ekonomi politikaları, özel mülkiyet ve özel girişime dayanıyor olmaları itibariyle temelde liberaldi, ancak devletin müdahale etmesi açısından liberal değildi. Büyük yatırımlar söz konusu olduğunda devlet müdahale ediyordu.

En önemli yatırımlar demiryolu inşasına ilişkindi. 1923-1929 yılları arasında 800 kilometrelik demiryolu hattı döşenmişti ve 1929 yılında 800 kilometresi daha inşa halindeydi. 1924 yılında hükümet, ülkenin batısına hakim olan, yabancıların mülkiyetindeki demiryolu şirketlerinin bütün hisse ve ticari haklarını satın almaya karar verdi. 1930 yılında 3000 kilometrelik demiryolu hattı satın alınmış bulunuyordu, 2400 kilometrelik hat ise halen yabancıların elindeydi. Sonunda bunlar da Türk devleti tarafından satın alınacaktı.

1925’te ekonomideki bir diğer yabancı varlığının, eski Osmanlı tütün tekelinin bütün hisse ve ticari hakları satın alındı, bir devlet tekeline dönüştürüldü. Öteki bazı sektörler de tekelleştirildi.

Ülkedeki en büyük banka halen Osmanlı Bankasıydı, eski Ziraat Bankası yeniden düzenlendi ve iki yeni banka kuruldu. Bunlar İş Bankası ile Sanayi Bankası’ydı. Mustafa Kemal, İş Bankası’na şahsen ortak oldu. Hintli Müslümanların milli mücadele sırasında kendisine göndermiş olduğu bağışları bu bankaya yatırmıştı. Ama İş Bankası girişiminin etkili olmasını asıl, çok daha büyük olan İtibar-ı Milli Bankası’yla zorunlu birleşme sağlamıştı; İTC o bankayı, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi Milli İktisat programının bir parçası olarak kurmuştu.

1927’de Türkiye’de 65 binin üstünde sanayi şirketi vardı ve buralarda toplam 250 bin işçi istihdam edilmekteydi, bu şirketlerden sadece 2822’si makine gücünden yararlanıyordu.

1927’de, 1913’te kabul edilmiş olan benzer yasayı temel alan ‘’Teşvik-i Sanayi Kanunu’’ meclisten geçirildi. Bu yasa yeni ve büyümekte olan sanayi şirketleri için vergi muafiyeti sağlıyordu. Lozan’da konulmuş olan kısıtlamalar 1929’da kalkınca, ithalat vergileri aşırı şekilde yükseltildi.

Bununla birlikte girişimcilik bilgi ve becerisinin eksikliği ve büyük bir piyasanın olmayışı sanayi kesiminin hızla genişlemesini önlüyordu. Türk ekonomisindeki en geniş kesim hala tarım kesimiydi. Bu kesimde savaş sonrasının ilk yıllarındaki iyileşme çarpıcıdır (1923-1926 yıllarında %90). 1927 ve 1928 yıllarındaki uzun bir kuraklık dönemi tarımı sarstı ve 1927-1930 dönemi boyunca tarım kesimindeki büyüme ancak %11 oldu.

Hükümetin mali politikaları muhafazakardı; amaçlanan dengeli bir bütçe, düşük enflasyon ve sıkı bir para siyaseti yoluyla güçlü lira idi.

Halkın satın alma gücündeki azalmanın ve hükümetin koyduğu kota ve tahditlerin sonucunda, 1929’da 256 milyon lira olan ithalat 1932’de tam 85 milyon liraya indi.

Türkiye’nin 1930’larda aşırı ticaret açığı oldu; bununla beraber Türk yurttaşlarının alışmış oldukları küçük lüks malların birçoğu piyasadan yok olmuştu. İthalatın yerini alacak özerk bir Türk sanayi kurulmasında başarılı olundu, ama bu, şeker ve dokuma üretimiyle sınırlı kaldı.

1930’da yaratılan Serbest Cumhuriyet Fırkası muhalefetiyle Cumhuriyet Halk Fırkası arasındaki tartışma, neredeyse sadece ekonomik siyasete ilişkindi; muhalefet liberalizmi savunuyor, İnönü’nün yönetimindeki Cumhuriyet Halk Fırkası ise ekonomide devlete daha büyük bir rol istiyordu. Cumhuriyet Halk Fırkasının 1931 yılındaki kongresinde, devletçilik resmen yeni ekonomi siyaseti ve Kemalist ideolojinin temel dayanaklarından biri olarak kabul edildi.

Devletçilik daha ziyade, özel kesimin gereken sermayeyi biriktiremediği sanayileri kurmak ve işletmek için devletin sorumluluğu üstlenmesi anlamına geliyordu.

1932 yılında bir Sovyet heyeti Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Türk sanayisinin gelişmesine ilişkin bir rapor hazırlamıştı. Bu rapor dokuma, demir ve çelik, kağıt, çimento, cam ve kimyasal maddeler üzerine yoğunlaşılmasını tavsiye ediyordu. Sovyetler Birliği ayrıca Türkiye’nin sanayileşme programına yardım etmek için 8 milyon Amerikan doları tutarında altın vermişti.

1933 yılında Türkiye’nin büyük ölçüde Sovyet tavsiyelerine uyan ilk beş yıllık planı açıklandı. Bunun sonuçlarından biri, Kayseri’de dev bir tekstil ‘’kombinası’’ kurulması oldu.

Türkiye’deki devletçilik siyasetinin en coşkulu taraftarları 1932-1934 yıllarında Kadro dergisini çıkarmış olan bir Kemalist genç yazarlar topluluğuydu. Kadro grubu, parti liderlerinden çok daha ileriye gitti. Toplumsal, ekonomik ve kültürel yaşamın her alanında devlet planlamasını savunuyor ve devletçiliği komünizm ve kapitalizme karşı uygun bir seçenek, bir çeşit ‘’üçüncü yol’’ olarak görüyorlardı.

İş Bankası genel müdürü Mahmut Celal Bayar’ın başını çektiği öteki akım ise devletçiliği, Türk sanayisi kendine yeter hale gelene kadar gerekli olan bir geçiş aşaması olarak görüyordu.

1937 yılında İsmet İnönü görevden alınıp yerine Celal Bayar getirildiğinde daha liberal bir yaklaşım benimsendi, ancak 1939’dan sonra İnönü’nün daha devletçi yaklaşımı bir kez daha egemen oldu.

Beş yıllık plan gereği iki büyük holding şirketi, 1933’te sanayiden sorumlu Sümerbank ve 1935’te madencilikten sorumlu Etibank kuruldu. Uygulamada, İktisadi Devlet Teşekküllerinin karar oluşturma süreçleri yoğun biçimde siyasal düşüncelerin etkisinde idi ve alınan kararlar çok defa ticari açıdan uygun değildi.

Türkiye, savaşta tarafsız kalmayı ve sonuna kadar savaşı dışında olmayı başardı. Ama bunun için, ordusunun barış zamanında 120 bin olan asker sayısını (resmen seferberlik olmadığı halde) 1,5 milyona çıkardı. Milli Müdafaa Vekaletinin ulusal bütçedeki payı %30’dan %50’ye çıkmıştı.

Savaş, ekonominin bütçe kesimlerinde yeni bir devlet müdahalesi dalgasına neden olmuş, devlet müdahaleleri Ocak 1940’ta çıkarılan Milli Korunma Kanunuyla meşruiyet kazanmıştı. Bu yasa hükümete, fiyatları saptamada, ürünlere el koymada, hatta zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede neredeyse sınırsız yetkiler veriyordu.

Perakende kanalıyla gittikçe daha az ürün bulunur olmuştu. Savaşın ikinci yarısında hükümet bu gerçekliğe boyun eğdi ve fiyat denetimlerinden genel olarak vazgeçti. Türkiye’nin 1930’ların ikinci yarısında muntazam şekilde yükselen Gayri Safi Yurt İçi Hasılası savaş sırasında hızla düştü. 1950’ye kadar da 1939’daki seviyesine ulaşamayacaktı.

Savaş, Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğu için yaşam seviyesinde hızlı bir düşüş anlamına geldiyse de bunun istisnaları da vardı. Büyük çiftçi, ithalatçı ve tüccarlara ve devlet ihaleleriyle ruhsat işlemlerini yürüyen memurlara aşırı kar olanağı sağlamıştı. Bu savaş vurguncularına karşı çok büyük öfke duyuluyordu; hükümet bunun üzerine Kasım 1942’de Varlık Vergisini çıkardı. Vergi matrahları, yerel hükümet memurları, belediye meclislerinin temsilcileri ve ticaret odaları temsilcilerinden oluşan yerel komisyonlar tarafından tayin ediliyordu. Bu vergi hemen hemen tamamıyla büyük kentlerdeki, bilhassa da İstanbul’daki tüccarlar tarafından ödendi ve küçük gayrimüslim topluluklar, Müslümanlarınkinden daha yüksek oranlara tabi kılınarak toplam vergi gelirinin %55’ini ödediler.

1936 tarihli ‘’İş Kanunu’’, İtalya’nınkinin doğrudan bir kopyasıydı ve bu yasa sanayideki işçilere bazı güvenceler getirmiş ve işçi sigortasının bazı biçimleri için (gerçekte bu 1946 yılında başlatılacaktı) söz vermiş olmasına rağmen, işçi sendikalarının kurulmasını ve grevi yasaklıyordu. 1947’de Sendikalar Kanunu çıkartıldığı halde İş Kanunu yine greve izin vermiyordu. Türk sanayisindeki reel ücretler 1930’lar ve 40’lar boyunca düştü.
Laiklik hamlesinde üç faaliyet alanı görülmektedir: İlki, devleti, eğitimi ve hukuku laikleştirmek; ikincisi, dinsel simgelerin üstüne gitmek ve bunların yerine Avrupa uygarlığının simgelerini koymak; üçüncüsü, toplumsal yaşamı laikleştirmek.

Cumhuriyet’in, Sultan Mahmut zamanında başlatılmış ve İTC’nin 1913-1918 yılları arasındaki yönetimi sırasında hemen hemen tamamlanmış olan, devlet, eğitim ve hukukun laikleştirilmesi sürecini sona erdirmiş olduğu ileri sürülebilir. 1922-1924 yıllarında saltanat ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ve yeni anayasanın ilanı, devletin laikleştirilmesindeki son safhalar olmuş ve İslam’ı Türkiye’nin devlet dini yapan hükmün 1928’de anayasadan çıkartılması bu gelişmeye son noktayı koymuştu.

Cumhuriyetin doğuşundan önce bile, şeriatın rolü hemen hemen yalnızca aile hukukuyla sınırlanmış bulunuyordu. İsviçre medeni yasasının ve İtalyan ceza yasasının 1926’da kabulüyle artık aile hukuku da ulemanın yetki alanından çıkartıldı. Ceza yasası din temelinde derneklerin kurulmasını yasaklıyordu.

Eğitim, 1924 Mart’ında Tevhid-i Tedrisat Kanunu sayesinde artık bütünüyle laikleştirilmişti. Aynı dönemde medreseler kaldırıldı, bunların yerini imam hatip okulları ve İstanbul Darülfünunu’nda kurulan İlahiyat Fakültesi aldı.

1924 yılı, şeyhülislamlık makamının ve Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılmasına sahne oldu. Bu vekaletin yerine, Diyanet İşleri Reisliği ile Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu. Her ikisi de doğrudan Başbakanlığa bağlanmıştı. Devlet, din üzerindeki denetimini böylece sağlamıştı.

Laikleştirmenin gerçekleştiği ikinci alan dinsel simgeler alanıydı. Bu (fes ve sarık gibi) erkeklerin taktıkları geleneksel başlıkların 1925’te men edilmesi ve o yılın Eylül’ünde dinsel kılık kıyafetin ancak camideki ibadet görevlileri tarafından giyilebileceğinin bildirilmesi gibi tedbirlerin en önemli kısmıydı.

Cuma yerine Pazar gününü resmi tatil günü sayan 1935 tarihli yasa kabul edildi.

1926’da Batı takvim ve saatinin, 1928’de Batı rakamlarının ve 1931’de Batı ağırlık ve uzunluk ölçülerinin kabulü, Türkiye’ye sadece daha Batılı bir görüntü vermekle kalmamış, Batı dünyasıyla olan iletişimi de kolaylaştırmıştı.

Meslek kadınları, kadın pilotlar, opera sanatçıları ve güzellik kraliçeleri gibi yeni ve farklı örnekler etkin biçimde özendiriliyordu.

1934’te soyadının kabulü, nüfus kaydı açısından ileriye doğru büyük bir adımdı. Millet Meclisi Mustafa Kemal Paşa’ya soyadı olarak Atatürk adını verdi.

1928’de Latin alfabesi kabul edildi. Osmanlı Türkçesi, Arapça/Farsça alfabenin bir çeşitlemesiyle yazılırdı. Bu alfabe geç dönem yazılı Osmanlıcanın dörtte üçünü oluşturan Arapça ve Farsça sözvarlığına uygun olmasına karşın, Türkçe sözvarlığındaki seslerin ifade edilmesinde son derece elverişsiz kalıyordu; Arapça sessiz harfler bakımından zengin, sesli harflerden yana ise yeterli değildi; oysa Türkçe bunun tam tersiydi. Bunun sonucu olarak kimi zaman tek bir ses için Osmanlı Türkçesi’nde dört farklı işaret bulunuyor, başka bazı sesler ise hiç ifade edilemiyordu.

19. Yüzyıl ortasında basın ve telgraf gibi yeni iletişim araçlarının gelişmesiyle yazılı dil önemli bir iletişim aracı haline gelince, alfabenin ıslahına ihtiyaç duyulmuştu.

Bu konu ilk defa, Tanzimat döneminde,1862’de, ortaya atıldı. İkinci Meşrutiyet döneminde bazı Jön Türk yazarları -Hüseyin Cahit (Yalçın), Abdullah Cevdet, Celal Nuri (İleri)- Latin alfabesinin kabulünü savunmuş, Enver Paşa ise Osmanlıca harflerin ıslah edilmiş bir çeşitlemesini orduda denemişti.

Bu konuda 1923’ten sonra İzmir İktisat Kongresi’nde ve -Şubat 1924’te- Millet Meclisi’nde bazı tartışmalar oldu. Bu sırada muhafazakar ve dinci çevrelerde Latin harflerinin kabulüne karşı hala büyük muhalefet vardı, ama 1925’ten itibaren bu muhalefet susturulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki Türk cumhuriyetler 1926’da Latin alfabesinin kabulüne karar vermişlerdi ve bu gelişme Türkiye’deki tartışmalara ivme kazandırmıştı.

1928 yazında bizzat Mustafa Kemal’in yönetimindeki bir komisyon konuya ilişkin bir rapor kaleme aldı ve Cumhurbaşkanı 9 Ağustos’ta ilk kez, Osmanlı alfabesinin yerini ‘’Türk harflerinin’’ alacağını resmen açıkladı. Bir ‘’alfabe seferberliği’’ ilan edildi ve Mustafa Kemal sonraki aylarda ülkeyi dolaşarak yeni harfler hakkında açıklamalar yapıp herkesin bu harfleri süratle öğrenmesini ısrarla tavsiye etti.

Yeni alfabeyi 1 Ocak 1929’dan itibaren kamu iletişiminde zorunlu hale getiren bir yasa 1 Kasım’da meclisten geçirildi.

Harf inkılabının başarısı dilde reform isteyenleri cesaretlendirdi. 19. yüzyılda okuryazar seçkinlerin Osmanlıca yazı diliyle, Türk halkının konuştuğu dil arasındaki uçurum açılmıştı. Yazı dilini konuşulan dile yaklaştırma girişimleri 19. yüzyıl ortalarında başlamış, Yeni Osmanlılar ilk Osmanlı gazetecileri olarak o zaman öncü rolü oynamışlardı.

İTC yönetimi sırasında bu eğilim pekiştirilmişti. Ziya Gökalp ve onun çevresi dilde Arapça ve Farsça dilbilgisi unsurlarının yerine Türkçe unsurların kullanılmasını ve ‘’gereksiz’’ eşanlamlı sözcüklere itibar edilmemesini savunmuşlar, fakat dilde arılaşma taraftarlarının aksine, günlük dilin parçası haline gelmiş Arapça ve Farsça sözcükleri kabul etmişlerdi.

1932’de Mustafa Kemal, ilk Türk Dil Kurultayı’nın toplanması için girişimi başlattı. Bu kurultayda sadeleşme taraftarıyla ılımlılar kozlarını paylaştı ve galip çıkan birinciler oldu.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Dil Kurumu) kuruldu. Cemiyet üyeleri coşkuyla, Osmanlı sözvarlığının yerine koymak için, lehçelerden ve eski edebi kaynaklardan, hatta Orta Asya’daki Türki dillerden sözcükleri dile kazandırdılar.

1935’te Güneş Dil Teorisi üzerinde çalışıldı. Bu teori, bütün dillerin başlangıçta Orta Asya’da konuşulan, tarihin en eski dönemlerine ait olan tek bir dilden çıktığını, bütün diller içinde bu kökene en yakın olanın Türkçe olduğunu ve bütün dillerin Türkçeden geçerek bu en eski döneme ait olan dilden gelişmiş olduklarını kabul ediyordu.

Kvergic adındaki Viyanalı bir dilbilimci tarafından ortaya atılan bu kuram, Türk dilbilimcileri arasında kuşkuyla karşılanmıştı, buna rağmen Mustafa Kemal bu görüşü desteklemiş, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ne bu kuramın ayrıntısıyla incelenmesini emretmişti.

Cemiyet’in 1936’daki üçüncü kurultayı, kuramı resmen kabul etti ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde kurama ilişkin kurslar açıldı. Bu kuramın başarısı için çok iyi bir pratik neden vardı: Eğer bütün sözcükler aslen Türkçeden geliyorsa, bunları tasfiye etmeye artık gerek yoktu, her türlü sözcük yapma bir etimoloji sayesinde kolaylıkla ‘’ulusallaştırılabilirdi’’.

Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra dilde reform hareketi, atılımını büyük ölçüde kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hareket sürmesine karşın, artık hükümet tarafından faal şekilde teşvik edilmiyordu.

Türk Tarih Kurumunun 1932’de Ankara’da yapılan birinci kurultayında, ‘’Türk Tarih Tezi’’ ilk kez ortaya atıldı. Mustafa Kemal tarafından kuvvetle desteklenen bu kuram, Türklerin, Orta Asya’nın beyaz (aryan) sakinlerinin torunları olduklarını, kuraklık ve kıtlık yüzünden Çin, Avrupa ve Yakındoğu gibi başka bölgelere göç etmek zorunda kaldıklarını ileri sürüyordu.

1930’larda kurulmuş olan iki büyük devlet bankasına Sümerbank ve Etibank adlarının verilmiş olması bu yaklaşımın bir sonucudur.

Bu kuram Türklere kendi geçmişleri ve kendi ulusal kimlikleri için yakın geçmişten yani Osmanlı döneminden bağımsız bir övünç duygusu vermeyi amaçlıyordu. Hititlerin (ve Truvalıların) ilk Türkler olduklarının söylenmesi, Anadolu’nun çok eski zamandan beri bir Türk ülkesi olduğunu iddia ederek, Cumhuriyet yurttaşlarının köklerini yaşadıkları topraklara da uzandırmış oluyordu.

Tarih tezi, Kemalist yönetimin, yeni bir ulusal kimlik ve güçlü bir ulusal birlik kurmaya çalışırken kullandığı araçlardan biriydi.

Tarih tezinin bir parçası olan ulusçuluk, Batı usullerinin benimsenmesini kolaylaştırmaya hizmet etti. Milliyetçilik bir taraftan, Türklere bilhassa da genç kuşaklara, kimi zaman üstünlük duygusuna çok yaklaşan, güçlü bir ulusal kimlik ve ulusal övünç duygusu aşılamıştı ve bu bir anlamda, Avrupa’yı izleme ihtiyacını psikolojik olarak dengeliyordu.

Toplumsal yaşamın laikleştirilmesinde atılan en önemli adım, tarikatların kaldırılması idi. Kapatılmaları kararı Eylül 1925’te duyuruldu ve Kasım 1925’te yürürlüğe kondu.

Tarikatler, Batı’nın ekonomik, siyasal ve kültürel etkisinin artmasına karşı tepkinin bir parçası olarak, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında daha da etkin hale gelmişlerdi.

Bektaşi tarikatı hem İTC’yi hem de Anadolu direniş hareketini desteklemişti. Mevlevi tarikatı kendi taburlarını Birinci Dünya Savaşı’na göndermişti. Öte yandan, Nakşibendi tarikatı üyeleri hem 1909’daki (31 Mart) hem de 1925’teki Kürt isyanını yönlendirmişlerdi.

Siyasal konumları her ne olursa olsun, bunların yaygın tekke ve türbe ağları, müritlerin şeyhlerine zorunlu itaatleri ve kapalı ve esrarlı tarikat kültürü, onları modern, merkeziyetçi bir ulusal hükümetin kabul edemeyeceği ölçüde bağımsız kılıyordu.

Kemalistler, laikleştirme hamlesini resmi, kurumlaşmış İslam’ın ötesine yaymak suretiyle, popüler dinin giyim, muska, falcılar, kutsal şeyhler, evliya türbeleri, hacca gitme ve bayramlar gibi en önemli unsurlara kadar uzatmışlardı. Bu tedbirlerin yol açtığı öfke ve bu tedbirlere gösterilen direniş, örneğin, yalnızca din için bir önem taşıyan hilafetin, şeyhülislamlığın ya da medreselerin kaldırılmasına duyulan öfke ve direnişten çok daha büyüktü.

Tarikatlar büyük ölçüde yeraltına kaydı, ancak otoriter -özellikle 1940’larda- git gide etkisi azalan bir yönetim biçiminin dayatılması ve popüler İslam’ın bastırılması yoluyla hükümet İslam’ı muhalefetin bir aracına dönüştürdü.

Arapça ezanın yerini, 1932’de devlet konservatuarı tarafından bestelenen Türkçe ezan aldı.

Said-i Nursi’nin 1930’larda kurmuş olduğu hareket çok önemli bir dinsel odaktı. Nursi’nin Jön Türklerle inişli çıkışlı bir ilişkisi olmuştu: 1909 karşıdevrimine katılmış, ama Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa propagandacısı olmuştu; ulusal direniş hareketini desteklemiş, ancak 1923’te bu hareketin laik eğilimleri konusunda uyarıda bulunmuştu.

Said-i Nursi, Şeyh Sait isyanından sonra önde gelen diğer Kürtlerle beraber tutuklanmış ve Isparta’da ikamete mecbur tutulmuştu. 1920’lerden itibaren ortaya koyduğu düşünceler daha sonra toplu şekilde Risale-i Nur’da yer aldı. Risale-i Nur’da Müslümanlara, Allah’ın birliğini yaşamlarına temel almaları, ayrıca modern bilim ve teknolojiyi öğrenmeleri ve bunları, toplumsal birliktelik için tek gerçek temel olan İslamiyet davasında kullanmaları bildiriliyordu.

Said doğrudan siyasal bir faaliyet içine girmedi. Kemalist dönem boyunca yazıları yasaklanmış, ancak genişleyen mürit çevresi tarafından el yazısıyla çoğaltılmıştı. Ölümünden sonra, Nurculuk akımı büyümeye devam etti, Türkiye’de ve yurt dışındaki göçmen Türk işçileri arasında etkin hale geldi.

Kemalistler kasaba ve kentlerde, kendi pozitivist, laik ve modernlik taraftarı ülkülerini destekleyen grubu çarpıcı şekilde genişletmeyi başarmışlardı. Kemalist devrimin kasabalardaki temsilcileri bürokratlar, subaylar , öğretmenler, doktorlar, avukatlar ve büyük ticari işletmelerin girişimcilerdi. Sanatkar ve küçük esnaf ise bastırılmış geleneksel kültürün belkemiğini oluşturmaktaydı.

Reformlar Türk halkının büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin yaşamını hemen hemen hiç etkilememişti. Anadolulu bir köylü ya da bir çoban hiç fes giymemişti, bu yüzden de fesin kaldırılmasından dolayı özel bir endişeye düşmemişti. Karısı zaten peçe takmazdı, ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu. 1934 yılında soyadı almak zorunda kalmıştı.

Yeni Medeni Kanun çokeşliliği yasadışı kılmıştı, ama çokeşliliğe paraca gücü yeten çiftçiler, gerekirse çoklukla yapıldığı üzere, eve ikinci kadın alabilmekte; bu kadınla evlenmeksizin ondan doğan çocuklarını resmi nikahlı eşinin kütüğüne geçirebilmekteydiler.

Reformları köylere götürmek, modern teknikleri yaymak, laik ve pozitivist bir tutum aşılamak için de girişimler vardı. ‘’Halkevleri’’ bu türden bir girişimdi. Bir diğeri de ‘’Köy Enstitüleri’’nin kurulmasıydı.

1935’te, kırsal kesimdeki cehalet sorunuyla mücadele etmek için bir okuma yazma seferberliği başlatıldı. O tarihlerde, 40 bin Türk köyünden yalnızca, yaklaşık 5000’inde okul bulunuyordu.

Orduda okuma ve yazmayı öğrenmiş olan genç köylüleri alıp bunlara altı aylık bir kurs vermek ve sonra köylerine eğitmek olarak göndermek yöntemi izlendi. Bu çözümün yetersiz olduğu anlaşılınca, İsmail Hakkı Tonguç’a kendi düşüncelerini uygulama ve enstitülerde tecrübe etme fırsatı tanındı; bu enstitülerde köy gençleri ilkokul öğretmenleri olarak eğitilecek, aynı zamanda da modern teknik ve tarımsal beceriler kazanacaklardı.

Köy Enstitüleri devam ettikleri süre boyunca çok başarılı oldular. Muhalefet, enstitüleri komünizm propagandasını yaymakla suçluyordu. Hükümet 1948’de enstitüleri öğretmen yetiştiren sıradan kurumlara dönüştürdü. Demokrat Parti 1950’de iktidara geldiğinde hepsini kaldırdı.
İsmet İnönü’nün liderlik konumu Aralık 1938’deki olağanüstü parti kongresinde resmileşti; bu kongrede parti tüzüğünde değişiklik yapılarak, Atatürk ‘’ebedi genel başkan’’, İnönü ise ‘’değişmez genel başkan’’ yapıldı. 1930’larda Atatürk için ara sıra kullanılmış olan Milli Şef deyimi, artık İnönü’nün resmi unvanı haline geldi.

İnönü, Bayar’ı birkaç ay başvekil olarak tuttu, ama 25 Ocak 1939’da Bayar istifasını verdi. İstifasının ana nedeni Cumhurbaşkanıyla Başvekil arasında ekonomi siyasetine ilişkin temel görüş ayrılığıydı.

İnönü aynı zamanda bağımsızlık hareketinin 1926’da tasfiye edilmiş olan eski önderleriyle uzlaşma siyaseti güderek siyasal tabanını genişletmeye çalışıyordu. Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele, son yıllarında Atatürk’le barışmışlardı.

Celal Bayar’ın yerine Doktor Refik Saydam geçti ve Temmuza 1942’de ölene kadar başvekil kaldı. Onun yerini de, Hariciye Vekili Şükrü Saraçoğlu aldı ve 1945’e kadar görevinde kaldı.

İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca, İsmet İnönü mutlak hakimiyete sahipti ve başvekiller, Cumhurbaşkanı tarafından kararlaştırılan politikaları uygulamaktaydılar.

Bu dönemde uygulanan politikalarda öne çıkan hususlar:
-Milliyetçilik;
-Rejimin otoriter niteliği ve bu rejimin kendi partisi için siyasal, toplumsal ve kültürel alanda tam bir tekel kurma çabası;
-Atatürk ve İnönü’nün kişiliklerinin yüceltilmesi;
-Ulusal birlik ve dayanışmanın vurgulanışı ve bunun sonucu olarak sınıf çatışmalarının yok sayılması.

Parlamentosu ve seçimleri olan demokratik bir sistem görüntüsü titizlikle sürdürülüyordu. Askeri söylem ve yayılmacı (ya da irredentist) propaganda ve politikalar tercih edilmedi. Türk liderleri ihtiyatlı, savunmacı ve gerçekçi politikalar uyguluyorlardı.
1925-1937 arası 12 yıl boyunca başvekillik yapan İsmet Bey’le Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal arasında gerginlik giderek artmaktaydı. Cumhurbaşkanı son yıllarında siyasetten büyük ölçüde çekilip ülkenin günlük yönetimini İsmet Bey’in sorumluluğuna bırakmış, kendisini harf ve dil gibi reform çalışmalarına vermişti.

Cumhurbaşkanı kabinenin bir vekilini İsmet Bey’e danışmadan iki kez istifaya zorlamıştı. Onun bu tür müdahaleleri, İsmet Bey’in hoşuna gitmiyordu.

Eylül 1937’de, Atatürk’ün İsmet Bey’den istifasını istemesiyle sonuçlanan bir gerilim yaşandı. İsmet Bey, sağlık nedenlerini öne sürerek, istifa etti. Yerine İzmir eski İTC sekreteri ve Teşkilat-ı Mahsusa başkanı, 1924’te kurulan Türkiye İş Bankası’nın ilk genel müdürü ve 1932’den beri iktisat vekili olan Mahmut Celal (Bayar) getirildi.

1923 ve 1937 yıllarında geçirdiği iki kalp krizi bir yana bırakılırsa, Mustafa Kemal, 1937 yılı başlarına kadar genel olarak sağlıklıydı. Hastalığı 1938 yılı başında teşhis edildi ve durumu Mart ayından itibaren ağırlaşmaya başladı.

İsmet İnönü, Mustafa Kemal sonrası dönem için en güçlü adaydı.

11 Kasım’da Millet Meclisi İsmet İnönü’yü Cumhuriyet’in ikinci Cumhurbaşkanı seçti. Bu seçim, dört etken kapsamında açıklanabilir:
-Başvekil Bayar’ın, İnönü’nün hasımlarıyla işbirliğini reddetmesi (Bayar bu süre boyunca İnönü’yle temasını sürdürmüştü);
-İnönü’nün hasımlarının kabul gören bir aday bulmayı becerememesi;
-Hem milletvekillerinin hem de parti bürokratlarının yıllar önce bizzat İnönü tarafından seçilmiş olmaları;
-Askeri liderlerin İnönü’yü destekleme kararı ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın, mecliste büyük destek göreceği bildirildiği halde, aday olmama kararı.
DP dönemi, politik olarak nispeten özgürlük alanının genişletildiği ancak çeşitli nedenlerle bunun sürdürülemediği yıllar olarak geçmiştir. DP’nin muhalefet yıllarındaki demokratik söyleminin, iktidar yıllarındaki bazı uygulamalarla çelişki içine girdiği kabul edilebilir.

Tek parti döneminde ağırlıklı olarak kültürel ve sosyal içerikli gerçekleşen üst yapı modernleşme hareketinin, DP iktidarı döneminde daha çok ekonomik kalkınmaya dönük alt yapıya yönlendiği söylenebilir. CHP’nin önceki dönemde Batı’yı model alan seçkinci yaklaşımı, yerini ekonomik dönüşümün modernleşmeyi kendiliğinden getireceği fikrine bırakmıştır.

Demokrat Parti, Türk politik yaşamına “millî irade” kavramını tanıştırmıştır. DP, sivil ve askerî yönetimde kendisine sadık, en azından siyasî olarak tarafsız olabilmesi için devletin kurumlarının meşruîyetini, kendinde cisimleştiğine inandığı millî iradeye dayandırmıştır.

Demokrat Parti, ayrıca, halkı aktif siyasete bir şekilde katarak popülizmi politikaya taşımıştır.

DP’nin, kendinden sonraki siyasî hareketler üzerinde derin bir etki bıraktığı da belirtilmelidir. Köylülüğe, küçük esnafa ve ticaret burjuvazisinin bir kesimine dayalı DP’nin geleneği, kimi zaman kendini “milliyetçi- muhafazakâr” olarak tanımlayan, kimi zaman da liberal öğeleriyle öne çıkan merkez sağ partileri (ilk olarak Adalet Partisi) tarafından sürdürülmüştür.
Büyük çoğunluğu ile Türk basını, vaat edilen özgürlükçü yaklaşımıyla muhalefet yıllarında DP’nin yanındaydı. CHP’yi tutan gazetelerde çalışanlar arasında bile DP’yi destekleyenler vardı.

1950’de iktidara gelmesinde önemli katkısı olan basına yönelik DP’nin iktidarının daha ikinci ayında bazı iyileştirici düzenlemelere gitmesi bu sebepten anlaşılmaz değildi. 21 Temmuz 1950’de kabul edilen yeni basın kanunu ile gazete/dergi çıkartmak için hükümetten izin almaya gerek kalmadan bir bildiri vermek yetecek, suç sayılan yazıdan dolayı gazete sahibi cezaî sorumluluk taşımayacaktı.

DP hükümeti, partisinin basın özgürlüğü ile güçlendiğini açıklasa da, basını gerektiğinde yönlendirebilme gücünü bırakma niyetinde değildi. 1951 yılının ikinci ayında, resmî basın ilanları konusunu ele alan DP Meclis Gurubundaki genel eğilim, kendilerini destekleyen gazetelere daha çok ilan verilmesi lehineydi.

DP iktidarının iş başına geçtiği ilk yıllardan 1950’li yılların sonuna kadar resmî ilan, hükümetin elinde bir çeşit ödüllendirme-cezalandırma yöntemiyle önemli bir güç olarak sürüp gitti.

1953 Temmuz’unda ceza kanununda yapılan bir değişiklikle kabine üyelerinin basında küçük düşürülmesine karşı yaptırımların uygulanması, DP’nin hoşgörüde bir sınır çizdiğini gösterdi. 1954 seçimleri öncesinde basın ve radyo yoluyla işlenecek suçlara ağır cezalar getiren basın kanunundaki değişiklikle de hükümetin basın karşısındaki konumu güçlendi. Bu kanuna, yazıları devletin siyasî itibarını sarsan veya vatandaşların özel hayatlarına tecavüz eden gazetecilerin cezalandırılması hükmü konmuştu. Ceza kanununun kapsamına giren bu çeşit suçlar için hükümetin bunları özel bir kanunda toplayarak verilecek cezaları ağırlaştırması, basın özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtladı.

Böylesi bir ortamda, 1954’ün son ayında, mesleğin önemli isimlerinden seksen yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetede yazdığı bir yazıdan dolayı milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak hapse atılması, basına istendiğinde işin nereye kadar vardırılabileceğini göstermesi açısından bir “gözdağı” idi.

İstanbul’da patlak veren 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim, yönetimce olaylarda payı olduğu düşünülen basına karşı yeni yasaklar getirdi.

1956 yılının ortasında, TBMM’den geçen iki kanunla basına getirilen kısıtlama daha da arttırıldı. Eklenen yeni maddelerde ve yapılan bazı değişikliklerdeki muğlak ifadeler yasaklamanın kapsamını genişlettiğinden, bundan sonraki süreçte bazı gazetelere dava açıldı, kimi gazeteciler de kovuşturmaya uğradı. Gazetecilere ileri sürdüğü iddiayı “ispat etme” hakkı da verilmediğinden dava edilen gazetecilerin sayısı çoğaldı.

1958 yılı ortalarında Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam’ın, Başbakan Menderes’le olan ve önceden planlanan görüşmesi gerçekleşmeyince, kötü izlenimle ülkesine dönen Pulliam’ın gazetesinde çıkan yazısı, Türkiye’de gidişatın tehlikesi üzerinde oldu.

Bu yazıyı Türkiye’deki bir çok gazetenin çevirerek yayımlaması, hükümetin o gazeteler aleyhine 1959-1960 yıllarında bile devam eden ve “Pulliam Davaları” diye ün salacak davalar açmasına itti.

1960 Nisan’ında özel kanunla kurulan Meclis Tahkikat Komisyonuna, gazete ve dergilerin basımı ve dağıtımının önlenmesi, hatta yayının kapatılması yetkisi verildi. Kısa bir süre sonra da, TBMM’deki görüşmelerin yayınlanmasına yasak getirildi.

Basın, 21 Mayıs 1960’taki Harp Okulu öğrencilerinin hükümet aleyhindeki yürüyüşünü haber yapmak yerine, uygulanan sansür dolayısıyla Güney Kore’de Başkan Rhee’yi devirmiş olan öğrenci olaylarına geniş yer verdi.

Basından başka radyo da, dönemin en etkili iletişim aracıydı. Sayısı her geçen zaman artan radyo, iktidarla muhalefeti karşı karşıya getiren önemli bir sorundu.

Hükümete göre, radyo devletin ortak malıydı ve hükümet bu yayını ülke çıkarına kullanırdı. Muhalefet ise kendilerine radyodan yeterince yararlanma fırsatı verilmediğini ileri sürmekteydi. 1957 genel seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra, hükümetin basınla arasının açılmasına koşut olarak, Demokrat Parti radyoyu, başta Vatan Cephesi yayınları olmak üzere “partizanca” kullandığı iddiasını hak verdirecek boyutlarda tekeline almıştı.
1946’da çok partili sürece geçildiğinde, CHP’nin devam eden uzun süreli iktidarı sayesinde ordu ile ilişkiler kopmayacak kadar güçlü görünüyordu. Bu yüzden yeni parti DP için orduyu yanına çekmenin sembolik olmasından çok, devletle eklemlenme açısından önemi vardı.

İlk sıralarda DP yönetimi, ordu içinde büyük itibarı olan ve 1944’e kadar Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan emekli Mareşal Fevzi Çakmak başta olmak üzere, başka üst düzey askerleri kendi taraflarına çekerek İnönü’nün etkisini eşitlemeye çalıştılar. Ayrıca DP’liler, silahlı kuvvetlerin siyasette etkin rolüne imkân veren II. Dünya Savaşının başında ilan edilmiş sıkıyönetimi, muhalefetin gelişmesine engel oluşturduğu fikrini işleyerek 1947’de kaldırttılar.

DP 1950’deki seçimleri kazandığında, kimi DP’liler CHP’ye hâlâ sadık olarak gördükleri ordunun tepkisinden kaygı duydular. Menderes hükümetinin kurulmasından iki hafta sonra, bir ihbar üzerine silahlı kuvvetlerin yüksek komutasında tasfiyeye girişildi.

Genelkurmay başkanı ve diğer yüksek rütbeli subayları görevden alıp yerlerine siyasî olarak daha güvenilir kişileri getirme çabası içeren bu hareket, yeni kabineye bağlılıkları şüpheli görülen yüksek komutadan gelebilecek tehlikeyi ortadan kaldırmak amacı taşıyordu. Pek çok DP’liye göre, muhalefet lideri İsmet İnönü’nün ordu üzerindeki etkisi devam etmekteydi ve bu durum, komutanların DP iktidarına tam anlamıyla sadık olamayacağına yorumlanıyordu. Bu yüzden Menderes hükümetinin kısa sürede gündemine, ordunun yeni demokratik hayata uygun yapılanması girmişti.

Teknolojik donanımda orduyu modernleştirmeyi de kapsayacak bu reform hareketine istekli görünen, 1952 sonlarında Millî Savunma Bakanlığına atanan asker kökenli Albay Seyfi Kurtbek’ti. Üstelik Türkiye, bu sıra, Türk Silahlı Kuvvetleriyle ilgilenen ve bu kurumda değişim isteyen askerî ittifak NATO’nun üyesiydi.

Ordu içinde, yüzyıl başında benimsenen Prusya modelinin yerini ABD modeli almış, çok sayıda genç subay NATO eğitiminden geçmişti. Silahlı kuvvetleri sivillerin denetimine bırakmayı hedefleyen Kurtbek’in askerî reform tasarısı, ilk sıralarda hükümet düzeyinde destek bulduysa da, bir süre sonra bundan vazgeçildi.

Hükümet, yüksek kademedeki komutanlarla işbirliğine daha çok önem vermesinden dolayı onların durumlarında iyileştirmeler yaparken, bu alt ve orta rütbeli subaylara aynı ölçüde yansımadı. 1956’da başlayan enflasyonlu yıllarda alt ve orta rütbeli subayların maddi refahlarındaki gerileme onların genel hoşnutsuzluğunu giderek arttırdı.

1957 yılının son ayında, hükümete karşı komplo kurmakla suçlanan dokuz subayın İstanbul’da tutuklanması ordu içindeki ortamın gerginliğine bir işaret sayıldı. Subayların tutuklanmasından sonra geniş bir soruşturmadan vazgeçilip, bunun sınırlı tutulması ordu içinde bu tür faaliyetlerin daha büyük gizlilikle ve ihtiyatla devam etmesine olanak sağladı. Dokuz Subay Komplosundan sonra 1958’in Temmuz’unda askerî darbe ile Irak’ta krallığın devrilmesi DP hükümeti için bir ikaz oldu.

Nisan 1960’da, Tahkikat Komisyonu’nu anayasaya aykırı buldukları için eleştiren bazı profesörlere siyasete karıştıkları gerekçesiyle disiplin cezası verilmesine tepki olarak İstanbul ve Ankara’da baş gösteren öğrenci olayları ordu içindeki ihtilalci örgütlere fırsat vermekteydi.

Hükümetin bu sıralarda ordu içindeki ihtilafın üzerine gitme gibi bir eğilimi de gözükmüyordu. Nitekim, subaylar 27 Mayıs’ta “demokrasinin içine düştüğü buhran”, “son müessif hadiseler” dolayısıyla ülke yönetimine el koyduklarını açıkladıklarında ordu içinde ciddi bir direnişle karşılaşmadılar.
1946’da başlayan rekabete dayalı çok partili süreç kaçınılmaz olarak din sorununu siyasetin konusu haline getirdi. Dine karşı tutumlarını ilk gözden geçiren parti, bu yılların hükümet partisi CHP oldu; bu yıllarda sonradan taviz olarak nitelenecek bazı kararlar alındı. DP’liler kendilerinden önce başlamış olan dine yönelik politikaları devam ettirdiler.

DP hükümeti, iktidarının daha ikinci ayında ezanın Türkçe dışında herhangi bir dilde okunmasını yasaklayan ceza kanunun ilgili maddesini değiştirdi. Bunu diğer değişiklikler izledi. Temmuz’da radyodan Kur’an okundu; radyodaki başkaca dinî programlar üzerindeki yasak kaldırıldı. Ekim’de, velilerin istediklerini belirten bir mektup vermeleri halinde okullarda din derslerinin okutulmasına karar verildi.


CHP, başlangıçta “demagojiye açık” bu kararlara itiraz etmedi ve hatta CHP’li milletvekilleri Arapça ezan okuma tercihi veren değişiklik lehine oy kullandı. Hükümetin Meclis’ten çıkarttığı bu kararları ve başkaca tasarrufları, DP’nin karşısında yer alan ve bir kuşak boyunca iktidar olmuş CHP’yle özdeşleşen politikalara karşı muhalif duyguların açığa çıkmasına ortam hazırladı.

1951 başlarında özellikle Atatürk’ün büst ve heykellerinin parçalanması ve başkaca gelişmeler, DP için sınırlı bir tepki; CHP içinse mevcut düzene tehdit olarak algılandı. CHP’liler, Atatürk’ün kurduğu parti olarak son gelişmeleri kaygıyla karşılayıp, hükümetin Atatürk inkılâplarını korumak hususunda gerekli önlemleri almadığını ve hatta irticaî gelişmeleri teşvik ettiğini ileri sürdü.

Kendilerini herkesten daha çok Atatürkçü gören DP yöneticileri, irticai unsurları denetim altına almak konusunda ciddiyetini karşı tedbirler alarak gösterdi. Bunlar arasında en önemlisi, Atatürk’ün büst, heykel ve resimlerini korunmaları için hükümete yetki veren “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun Meclisten geçirilmesiydi. 1954 seçimlerinden önce partiler, istismara kadar giden boyutlarda dini, malzeme yapmışlarsa da, din, seçim sonucunu etkileyen faktör olarak belirmedi.

DP, dört yıllık icraat başarısıyla daha büyük zaferle yeniden iktidar olmuştu. DP hükümeti, 1950’li yılların başında Atatürkçü inkılâpları gözden çıkarmadan dinî özgürlük alanını genişletmişti. Ancak, 1955’ten itibaren parti içindeki muhalefet ve giderek ağırlaşan ekonomik koşullar sebebiyle destek kaybetmeye başlayınca DP yönetimi, dini daha açıkça kullanmaya yöneldi.

1956 sonrası hissedilen enflasyonlu yıllarda yaşanan sıkıntıları hafifletmek için hükümetin verdiği tavizler ülkede İslamî eğilimleri daha da güçlendirdi. 1958 yılına gelindiğinde dinî gericiliği kışkırtmama konusundaki duyarlılığına karşın DP, İslamî canlanış ile özdeşleşmişti.

Bu özdeşleme, 1959’un ikinci ayında Londra’da yaşanan Gatwick uçak kazasında Başbakan Menderes’in sağ kurtulmasını “mucize, ilahi takdir” gibi dinî anlayışlarla karşılanmasıyla doruk noktasına ulaştı. Siyasal İslamcılar bu durumdan yararlanarak Vatan Cephesi kampanyasında, cepheye katılmayı “dinî” bir görev gibi sunmayı da başardı ve hükümetin politik olarak işine gelen bir durum hasıl oldu.
DP iktidara geldiğinde devlet mülkiyeti ve serbest girişim ikileminde, ikincisine yönelik bir dizi ekonomik düzenleme zaten yapılmış durumdaydı ve bunlar iktidar boyunca DP’nin iktisat politikasının temelini oluşturdu.

Programlarına bakıldığında, iki rakip parti arasında ekonomi anlayışında temel farklılık olduğu söylenemezdi. Fakat DP, uygulamalarıyla geçmişten açıkça kopmuş ve şartlar elverdiği ölçüde liberal politikalar izlemişti. Yeni bir parti olarak DP’nin geçmiş politikalarla herhangi bir bağının olmaması karşısında, partililer kendilerini seçim vaatleri olan kapitalist kalkınmayı cüretli ve süratli yerine getirmeye mecbur hissediyorlardı.

DP iktidarı, bazı kanunî düzenlemelerle özel sektörü desteklemeye istekliydi. Buna karşılık yerli işadamları ve sanayiciler henüz gelişmemiş bir toplumsal sınıfı temsil ettiklerinden kendilerine sunulan devlete ait teşekkülleri satın almada ve yeni sanayi yatırımlarını genişletmede istenen inisiyatifi almayarak, çeşitli kaygılar yüzünden çekingen tutumlarını sürdürdüler. Dolayısıyla, özel sektörün büyümesi DP’nin iktidar yıllarında çok yavaş gelişti.

Ticaretle uğraşan girişimci guruplardan beklediğini alamayan hükümet, ülke sanayini büyütmek için tekrar devlet sektörüne döndü. Özellikle ulaşım, enerji ve haberleşme alanlarında kendini gösteren devlet yatırımları, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri süregelen devletçi uygulamalara bir geri dönüştü.

1950’den önce 11; 1950-1960 döneminde 17 kamu iktisadî teşekkülünün kurulması dikkate alındığında devletçi anlayışta belirgin bir kırılmadan çok, bu yöndeki politikanın devam ettiği söylenebilirdi.

DP, başlangıçta yerli girişimciler sınıfından umduğunu bulamayınca yabancı sermaye yatırımlarına yöneldi. Ülkenin zenginlik kaynaklarını daha hızlı bir şekilde üretime açmanın yolunun yabancı sermaye ile mümkün olacağı düşünülmüştü.

DP’liler iktidarının daha dördüncü ayında, devlet tekelinde olan petrol gibi kaynaklar dahil olmak üzere enerji kaynaklarının ve madenlerinin işletilmesinde, ulaştırma alanlarında ve diğer altyapı yatırımlarında yabancılara kolaylıklar sağlayan “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu”nu çıkarttı. Fakat bu kanunla sağlanan teşviklere rağmen yabancı yatırımlar, ülkenin kalkınmasına yeterli katkıyı sağlayacak boyutlara ulaşamadı.

DP’nin ekonomide asıl gelişme stratejisi tarıma dayanmaktaydı. İnsanlarının üçte ikisi toprakta çalışan ve milli gelirin yarısından biraz fazlasını tarımdan sağlayan bir ülke için bu durum çok olağandı. Hükümet, tarımda köklü değişikliğe yol açabilecek uzun süreli bir politika yerine, kısa sürede gerçekleşebilecek hızlı üretimi tercih etti.

Üretimdeki değişimi etkileyen başlıca faktör, tarımdaki makineleşme, özellikle traktör kullanımıydı. İşlenmemiş toprakların tarıma açılmasına imkân veren traktörler ekili alanları DP iktidarının son yılında neredeyse iki katına çıkarmıştı. Tarıma odaklı fon kullanmaya izin veren Marshall Yardımları da tarım makinelerinin ülkeye girişini kolaylaştırmıştı. Motorlu taşıtlar ile ürünlerin pazara ulaşımını kolaylaştıran karayolları sayesinde, köylüler zenginleşti. DP’nin on yılı kırsal kesim için altın yıllardı.

DP, toprak reformu konusunda daha önce beliren görüşlerden ayrıldı. Geniş toprak sahipliğini koruyan mülkiyet rejimi büyük ölçüde korundu. Yeterli olmayan topraklarında varlık gösteremeyecek köylüler ise ya tarımda “emekçi” oldu ya da işgücü fazlalığından kentlere göç etmeye başladı.

Kentlere göç olgusu da, hükümetin karşısına yeni sorunları getirdi. İstanbul, Ankara ve bazı büyük kentlerde gecekondulaşma başlarken, temelde işsizlikten kaynaklanan suç oranlarında artış oldu.

DP hükümetine yöneltilen en ciddi eleştiri, iktisat idaresinde uzun vadeli perspektifin olmamasıydı. 27 Mayıs darbesinden sonra askerî rejimin ilk işlerden olarak “Devlet Planlama Teşkilatı”nı kurması bu yöndeki açığı giderme girişimiydi. DP iktidarının ilk dört yılında ortalama yüzde 13 oranında bir büyüme yaşandı. Ancak, ülke ekonomisinin belli temellere dayanmayan yanını gösteren durgunluk kendini 1954’te göstermeye başladı ve büyüme oranı yüzde 10’a geriledi. On yılın sonunda da bu oran yüzde 4’e düşmüştü.

1950’li yılların başındaki hızlı büyümenin nedeni tarım alanındaki hareketlilikti. 1953’ten itibaren devletin başka alanlardaki (karayolları yapımı, baraj ve fabrika temellerinin atılması gibi) artan yatırımlarına karşın, tarım sektörüne yönelik hemen aynı ağırlıkta devam eden iktisadî politika, DP’nin artık siyasette önemli etkiye sahip köylü kesimini bir “seçmen kitlesi” olarak gördüğünü ortaya koymaktaydı

Bu durum, sübvansiyon, ürünleri pahalı fiyata satın almalar, ucuz tarım kredisi, tarıma dayalı gelirlere vergi muafiyeti gibi bazen şartları zorlayarak gerçekleşen popülist politikalara yol açtı. Köylü kesimini memnun etme iktidarda kalmayı sağlamlaştıran bir yol olduğu görüldü.

Diğer taraftan devlet gelirlerinin azalmasına yol açan bu politika, özellikle devlete bağımlı sabit gelirli memurları olumsuz yönde etkiledi ve kentli muhalefet her geçen gün arttı. 1954’de baş göstermeye başlayan ekonomik durgunluk karşısında hükümet çıkartacağı sert kanunlar ve çeşitli tedbirlerle güveni yeniden sağlama girişimlerinde bulundu. 1956’da fiyatları narh uygulamasıyla denetlemeye iten “Millî Koruma Kanunu” Meclisten geçti.

Bu süreçte Türkiye ekonomisi, karşılıksız verilen veya satın alınan traktör ve başkaca araç ve makinelerin yenilenmesi, onarılması ve yedek parça için ABD’ye bağımlı hale gelmişti. 1958 yılının ikinci yarısında, Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki stratejik konumundan da büyük ölçüde yararlanılarak sağlanan dış kredi ile ödemeler dengesi geçici olarak toparlanabilse de, büyük iyimserlikle beklenen istikrarı getiremedi.

1950’li yılların sonuna gelindiğinde, hükümetin ekonomi üzerindeki denetimi oldukça zayıflamıştı.