#tüm begemos başlıkları

Charles Dickens romanı. muhteşem bir kurguya sahip roman. Olayların gelişimi, atmosferin oluşturulması, karakterlerin yaratılması ve her karakterlerin roman içerisindeki rolü ince ince düşünülmüş.

Özellikle karakterin derinliği konusunda ders olarak bile okutulur. Hatta uyarlanmış filmleri ve dizisi var ancak karakterlerin derinliğini veremedikleri için pek bir yüzeysel kalmış diyebilirim.

Roman üzerinde söylenecek o kadar çok şey var ki... Ama hayal ettiği dünyaya kavuşup aslında hayallerimiz gerçekleştiğinde gerçekten de arzu edilen bu mudur sorusunu sorduran pip... hırsının ve kininin gölgesinde gelinliğiyle bekleyen miss havisgham... Tavırları, alışkanlıkları ve mesleğinin sırrına kimseyi ortak etmeyişi ile avukat Jaggers... iş ve özel hayatı arasındaki keskin çizgiyle wemmick... Sağduyulu dostluğu ile helbert... Katıksız sevgisi ve bu sevgiye yüz çevirmemesiyle demirci Joe... toplumun ıslah anlayışının yüzeyselliğini haykıran Abel magwitch... Daha kimler kimler...

Bu kadar derinlikli karakteri dönem İngiltere'sinin atmosferi ile birleştirip acındırmadan, sulandırmadan kurgulayıp bir olay içerisinde anlatabilmek ancak bir dehanın ürünü olabilir.
Heredotos tarihin babası adıyla anılan halikarnasoslu hemşerimiz.
Yazdığı kocaman 'tarih' adında bir kitabı var. Anlattığı tarihin pek bilimsel olduğu söylenemez. Gerçi tarih dediğimiz şey de tahrif edilmiş gerçekler değil midir? Tarihi bilimsel olmamakla beraber inanılmaz eğlenceli. Zenginliğin verdiği imkan ve aldığı eğitimle iyi de gezmiş. Onun gezileri gittiği yerde krallara, büyük din adamlarına, saray efradına ulaşmasıyla baya şatafatlı bir hâl alıyor. Kendisine etnolog, halkbilimci, coğrafyacı, arkeolog, filolog kimlikleri de pek uzak durmuyor. Özellikle kitabında anlattığı bazı anekdotlar okurken keyfe gelmemize sebep oluyor.

Heredotos'u ve onun anlattığı muhteşem hikayeleri rehber edinerek yapacağım bir gezi planını şekillendirmeye başladım bile.
Bir çok farklı şekilde anlatılan ve bir çok farklı şekilde yorumlanan ayrıca yorumlanabilecek mitolojik nesne. adem ile havva hikayesinin mitolojik açıdan yorumu bile denilebilir. Pandoranın kutusu yasak meyveye işaret ediyor yorumu fazla abes değildir.
Zeus tarafından açılmaması için insana emanet edilen bu kutunun içi kötülüklerle doludur. Ancak merakına yenik düşen insan kutuyu açıp kötülükleri serbest bırakmıştır ama kutuda sadece 'umut' kalmıştır. Umut insanoğlu için belki de kötülüklerin en büyüğüdür. Nietzsche tabiriyle yalnızca "işkenceyi uzatır."

prometheus insanlara ateşi çalıp getirdiğinde zeus intikam için bu kötülük kutusunu yaratmış. Prometheus ateşi insanoğluna getirmekle sanatı da başlatan kişi olduğunu söyler. Belki de kutunun dibinde kalan umut sanatın kendisidir.
Müziğe girince sanki pandoranın kutusu açılıyor. Hele ismail hakkı demircioğlu ile söyledikleri türküler ruhunuzun bir yerinden illaki yakalıyor.
Ölmeden önce yapılması gerekenler listemde onları canlı dinlemek vardı ve dinledim de. Türküye öyle bir girmişlerdi ki en son sevdiğim kızı ilk kez öptüğümde o kadar heyecanlanmıştım.
Osmanlı'nın duraklama döneminde elçilik vazifesi ile gönderilen resmi görevlilerin resmi raporları veyahut bilgi ve izlenimlerini içeren seyahatnamelerin alt türü olan eserler.

Bu konudaki ilk eser yirmisekiz mehmet çelebinin paris sefaretnamesidir. Özellikle opera ile imtihanını okumak eğlencelidir.
Hırvatça bir kelime. Hiçbir şey yapmamanın güzelliği demek. Ağır ve yorucu zamanların ardından rahat bir koltuğa veya yatağa uzanıp zihni ve bedeni şarj etmenin tanımı. Türkçe'de böyle bir kelimenin olmaması üzücü. Karmaşanın ve gürültünün ardından eve gidip saatlerce tavanı izleyip rahatlamışlığım var. Psikolojik sıkıntılarımın olduğunu düşünürken fjaka imiş yaptığım meğerse. Yaşasın!
Çobandede köprüsü; erzurumun Köprüköy ilçesinde bulunan Anadolu Selçuklu Devleti'nin mi yoksa İlhanlılar Devleti'nin mi yaptırdığı tam olarak bilinmeyen köprü. Köprü pasin suyu ile Aras nehri'nin birleştiği yerde kurulmuş. Köprü 7 kemerden oluşuyor ama bir tanesinin üzerinden yol geçmiştir. Bu yüzden şu an 6 kemerden ibarettir. doğu ekspresinin geçiş güzergahında yer alıyor köprü. Bu sebeple Erzurum'dan ağrı veya Kars'a gidiyorsanız köprüyü görmemek pek mümkün değil. Ama köprünün asıl keyfi gün doğumunda ve gün batımında yaşanıyor. O kesme taşlara vuran ışığın rengi ve köprünün nehir üzerindeki yansıması muhteşem bir seyirlik oluşturuyor.

Köprü üzerinde bir çok rivayet var. Bunların en meşhuru köprünün bir ayağında define olduğuna dair. Hatta yakın zamanlarda yapılan restorasyonun bile define aramak maksadıyla yapıldığı düşünülüyor. Çok şükür bulunduğuna dair bir inanç var ki köprüyü rahat bıraktılar.

Köprünün bir de efsanesi var hatta ismini bile bu efsaneden alır: zamanın beylerinden biri Aras nehri üzerinde bir köprü yaptırmak ister. Dönemin mimarlarını toplar ancak uzun uğraşlara rağmen köprünün ayaklarını bir türlü oturtamazlar. Günlerden bir gün dağ tarafından çoban kılıklı bir adam gelir mimarlara doğru yönelerek asasıyla 7 yeri işaretler ve gider. Tabiki mimarlar adamla dalga geçerler. Sonra alay etmek maksatlı olayı beye anlatırlar. Bey o gelenin hızır olabileceğini söyler ve onun gösterdiği yere köprünün yapılmasını emreder. O çoban kılığındaki Hızır'ın gösterdiği 7 yere köprünün ayaklarını oturturlar. Böylece onun anısına da köprünün adına çobandede köprüsü koyarlar.

Çobandede köprüsü 2000'li yılların başına kadar kullanımdaydı. Sonradan 50 metre ötesine köprü yapılınca kullanıma kapatıldı.
Yeraltı dünyasında yani hadeste bulunan 5 nehirden, suları unutkanlık yapan nehir. hesiodos tanrıların doğuşu kitabında Lethe'nin kavga tanrıçası erisin kızı ve gece'nin torunu olduğunu söyler. Bu nehir yeraltı girişinin yakınında bulunmaktaymış.
Ölüler diyarına g*tüm g*tüm ilerlerken unutmak mı yoksa hatırlamak mı makul bilemedim.
insan yaşar ve anlatır, bir süreden sonra da anlatmak için yaşar. Hayatın içindeyken yani yaşarken başımızdan gelip geçenler sıradan şeylerdir. Güzel bir yemek yemişsindir, güzel bir kadınla berabersindir, içindeki seyahat tutkusuyla ordan oraya gidersin, yeni şehirler yeni insanlar tanırsın. Kısaca yaşarsın ama bunda hiçbir olağanüstülük yoktur. Her şeyin sonuna geldiğinde yani yaşamak bir yerde mola verdiğinde içinde bir şeyler kıpraşıverir. Yaşananların unutulmaya başlanması seni başka insanlarla tanışmaya ya da tanıdıklarla bir arada olmaya iter. Anlatma ihtiyacı gelmiştir. Çünkü yaşamak bir yerde hatırlamaktır. Sonu gelmiş şeyleri başa sarmaya başlarsın ve yaşamak kendi döngüsünde uyuşuklaşmaya başlar. Yeni şeyler anlatmak için yaşamaya başlarsın bu seferde. Anlatının içindeki özne kendin olduğundan bir büyüme gelir. Bu yüzden büyüklüğünü göstermek için öyle sıradan anlatımlara başvuramazsın. Süslemelisin birçok şeyi. Mutsuzlukların anılarda güzel şeylere dönüşmesi bundandır.
Hikayenin sonu başladığı yerdir artık. Yaşadığı sonlar için anlatacak insan bulamayanlar ne yapar? işte tarihi başlatacağımız yer tam olarak burası oluyor. anılar, Şiirler öyküler, romanlar, müzik, mimari burada devreye girer. Sümerli ismi bilinmeyen o adam bir aşk şiiri nakşeder taşa. Krallar ben yaşadım diyebilmek için yaptıklarını anıtlaştırır. insan varolduğunu yani yaşadığını bildirmek için seslenir ta yüzyıllar ardından bile.
Yüzyıllar boyunca anlatmak, yaşamak hep üst zümrelere has olmuştur. Ancak birey değer kazanıp toplum arka plana atıldığında bu sefer insan kendi kişisel tarihini anlatmaya başladı. Gezdiği yerleri yazdı, gezmesi bittikten sonra ' ben değerliyim' diye her yerde anlattı ve günümüzde gösterdi. Günlükler, bloglar, reklamlar, diziler, filmler vs. unutulmaya mahkum insanın kurtuluş reçeteleri oldular. Mesela Rousseau 'yalnız gezenin düşlerini' yazdı. Yalnızlığın içinde kendini yaşadı ama yaşadığı ona yetmedi. Gezileri bittikten sonra anlatmaya başladı. 'Benim gibi bir adam geziyorsa sizin için çok değerlidir' demenin bir yoluydu bu.

Yaşamak ve anlatmak döngüsü insanın sondan başa doğru gitmesidir. Yani insanın kendini çok önemsemesidir. Yaşama, yaşadığına anlam kazandıran da bu anlatma güdüsüdür. Yaşadığını hissedebilmen için 'yaşamak değil' anlatmak gereklidir. insan bu yüzden de başka insanlara muhtaçtır.
İngiltere de 1852 yılına kadar suçluları taşıyan eski gemilere verilen ad. Bir çeşit yüzen zindan demektir. Bataklıkların gerisine demir atarlarmış ki olur da kaçan olursa bekleyen daha korkunç bir son olduğunu bilsinler diye.