#tüm begemos entry'leri

Sarhoş oldum da
Seni hatırladım yine;
Sol elim,
Acemi elim,
Zavallı elim!
orhan veli kanık

Diyerek işin sanatsal boyutuna değinmiştir.
Hasan kale erzurumun Pasinler ilçesinde bulunuyor. ilçenin göbeğinde heybetiyle yükseliyor. Kalenin ön tarafında ilçenin merkezine doğru inen bir gizli geçit var. Bu geçit Yer yer yıkılmasına rağmen hâlen kullanılabilir durumda.

Bu kaleye çıkıp surlarının önünde gitar çalan ve sesi güzel dostlar ile ay çiçekleriyle sarı denizi andıran pasin ovasının büyüsüne kapılıp, semaver çayını yudumlamak... bunun yaşama anlam katan güzelliklerden biri olduğu tecrübeyle sabittir. Yalnız müzik yapılacak yeri iyi seçmek gerekiyor çünkü kalenin bir tarafı mezarlık. Yaşamla ölüm arasındaki incecik bir keyif anını yakalamak hazzı her şeye bedel.
Çobandede köprüsü; erzurumun Köprüköy ilçesinde bulunan Anadolu Selçuklu Devleti'nin mi yoksa İlhanlılar Devleti'nin mi yaptırdığı tam olarak bilinmeyen köprü. Köprü pasin suyu ile Aras nehri'nin birleştiği yerde kurulmuş. Köprü 7 kemerden oluşuyor ama bir tanesinin üzerinden yol geçmiştir. Bu yüzden şu an 6 kemerden ibarettir. doğu ekspresinin geçiş güzergahında yer alıyor köprü. Bu sebeple Erzurum'dan ağrı veya Kars'a gidiyorsanız köprüyü görmemek pek mümkün değil. Ama köprünün asıl keyfi gün doğumunda ve gün batımında yaşanıyor. O kesme taşlara vuran ışığın rengi ve köprünün nehir üzerindeki yansıması muhteşem bir seyirlik oluşturuyor.

Köprü üzerinde bir çok rivayet var. Bunların en meşhuru köprünün bir ayağında define olduğuna dair. Hatta yakın zamanlarda yapılan restorasyonun bile define aramak maksadıyla yapıldığı düşünülüyor. Çok şükür bulunduğuna dair bir inanç var ki köprüyü rahat bıraktılar.

Köprünün bir de efsanesi var hatta ismini bile bu efsaneden alır: zamanın beylerinden biri Aras nehri üzerinde bir köprü yaptırmak ister. Dönemin mimarlarını toplar ancak uzun uğraşlara rağmen köprünün ayaklarını bir türlü oturtamazlar. Günlerden bir gün dağ tarafından çoban kılıklı bir adam gelir mimarlara doğru yönelerek asasıyla 7 yeri işaretler ve gider. Tabiki mimarlar adamla dalga geçerler. Sonra alay etmek maksatlı olayı beye anlatırlar. Bey o gelenin hızır olabileceğini söyler ve onun gösterdiği yere köprünün yapılmasını emreder. O çoban kılığındaki Hızır'ın gösterdiği 7 yere köprünün ayaklarını oturturlar. Böylece onun anısına da köprünün adına çobandede köprüsü koyarlar.

Çobandede köprüsü 2000'li yılların başına kadar kullanımdaydı. Sonradan 50 metre ötesine köprü yapılınca kullanıma kapatıldı.
Yeraltı dünyasında yani hadeste bulunan 5 nehirden, suları unutkanlık yapan nehir. hesiodos tanrıların doğuşu kitabında Lethe'nin kavga tanrıçası erisin kızı ve gece'nin torunu olduğunu söyler. Bu nehir yeraltı girişinin yakınında bulunmaktaymış.
Ölüler diyarına g*tüm g*tüm ilerlerken unutmak mı yoksa hatırlamak mı makul bilemedim.
insan yaşar ve anlatır, bir süreden sonra da anlatmak için yaşar. Hayatın içindeyken yani yaşarken başımızdan gelip geçenler sıradan şeylerdir. Güzel bir yemek yemişsindir, güzel bir kadınla berabersindir, içindeki seyahat tutkusuyla ordan oraya gidersin, yeni şehirler yeni insanlar tanırsın. Kısaca yaşarsın ama bunda hiçbir olağanüstülük yoktur. Her şeyin sonuna geldiğinde yani yaşamak bir yerde mola verdiğinde içinde bir şeyler kıpraşıverir. Yaşananların unutulmaya başlanması seni başka insanlarla tanışmaya ya da tanıdıklarla bir arada olmaya iter. Anlatma ihtiyacı gelmiştir. Çünkü yaşamak bir yerde hatırlamaktır. Sonu gelmiş şeyleri başa sarmaya başlarsın ve yaşamak kendi döngüsünde uyuşuklaşmaya başlar. Yeni şeyler anlatmak için yaşamaya başlarsın bu seferde. Anlatının içindeki özne kendin olduğundan bir büyüme gelir. Bu yüzden büyüklüğünü göstermek için öyle sıradan anlatımlara başvuramazsın. Süslemelisin birçok şeyi. Mutsuzlukların anılarda güzel şeylere dönüşmesi bundandır.
Hikayenin sonu başladığı yerdir artık. Yaşadığı sonlar için anlatacak insan bulamayanlar ne yapar? işte tarihi başlatacağımız yer tam olarak burası oluyor. anılar, Şiirler öyküler, romanlar, müzik, mimari burada devreye girer. Sümerli ismi bilinmeyen o adam bir aşk şiiri nakşeder taşa. Krallar ben yaşadım diyebilmek için yaptıklarını anıtlaştırır. insan varolduğunu yani yaşadığını bildirmek için seslenir ta yüzyıllar ardından bile.
Yüzyıllar boyunca anlatmak, yaşamak hep üst zümrelere has olmuştur. Ancak birey değer kazanıp toplum arka plana atıldığında bu sefer insan kendi kişisel tarihini anlatmaya başladı. Gezdiği yerleri yazdı, gezmesi bittikten sonra ' ben değerliyim' diye her yerde anlattı ve günümüzde gösterdi. Günlükler, bloglar, reklamlar, diziler, filmler vs. unutulmaya mahkum insanın kurtuluş reçeteleri oldular. Mesela Rousseau 'yalnız gezenin düşlerini' yazdı. Yalnızlığın içinde kendini yaşadı ama yaşadığı ona yetmedi. Gezileri bittikten sonra anlatmaya başladı. 'Benim gibi bir adam geziyorsa sizin için çok değerlidir' demenin bir yoluydu bu.

Yaşamak ve anlatmak döngüsü insanın sondan başa doğru gitmesidir. Yani insanın kendini çok önemsemesidir. Yaşama, yaşadığına anlam kazandıran da bu anlatma güdüsüdür. Yaşadığını hissedebilmen için 'yaşamak değil' anlatmak gereklidir. insan bu yüzden de başka insanlara muhtaçtır.
İngiltere de 1852 yılına kadar suçluları taşıyan eski gemilere verilen ad. Bir çeşit yüzen zindan demektir. Bataklıkların gerisine demir atarlarmış ki olur da kaçan olursa bekleyen daha korkunç bir son olduğunu bilsinler diye.
Benim aklıma Fenerbahçe geldi... Vay arkadaş olmadı ki şimdi...
Yalnızlıklar, hasan ali toptaş'ı edebiyata döndüren kitap. Okuyucu olarak devam etme kararı aldığı edebiyata; bu kitabın etkisiyle yazar olarak devam etmiştir. Kitabın türü hakkında bir şey söylemek çok da mümkün değil. Şiir kelimesini kendi kabul etmez, düzyazı da diyemeyiz. En doğrusu metin demek sanırım.

Kitabın ilk önce ismi dikkatimi çekmişti. "Yalnızlık çoğaltılabilen bir şey mi?" diye sormuştum kendime. Sonra o meraktan bu metinleri okumaya başladım. Okudukça yalnızlığın 'öteki kendimizle', 'babalarımızla', 'ölümlerle', 'gidenlerle', 'kalanlarla', 'içinde yaşadığımız toplumla' nasıl da çoğaldığını, yalnızlığın aslında yalnızlıklar cenderesine denk düştüğünü anladım. Anlamak çoğu zaman pek makul bir şey değildir. Bu yüzden yalnızlığı biraz daha çoğaltmış oldum kendimde.

Numaralandırılmış 31 metinden oluşuyor kitap. Her metnin sonu o metnin özetini içeren son bir yalnızlık sözüyle bitiyor:

" Yalnızlık uçurumları giyinmektir biraz da."
"Babalar alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır."
"Ölülerin dönüp dönüp bizde yaşamasıdır yalnızlık."

"Yalnızlık alıp karşına kendini,
Öteki kendinle konuşmaktır.
Bakışmaktır, öteki kendinlerle;
Dövüşmektir.
Kimi zaman da öldürmektir
içlerinden sana en çok benzeyeni,
Benzemiyor diye.

Yalnızlık, öldürmektir." ( 7. Metin)

Bu kitabı okumamak iyidir. Umarım herkes çoğaltılmamış tekil yalnızlığında kalır.