Türk dizilerini yoğunlukla izleyen kesimlerde gördüğüm karakter farklılaşması olarak tanımlayabilirim. Bilmiyorum daha önce ne kadar Türk dizisine maruz kaldınız. Genellikle bir safkan iyi karakter ve bu karakter her zaman atarlı, güçlü ve net insandır ve karşısında türlü alicengiz oyunları yapan bir safkan kötü karakter. İyi karakteri bir kenara bırakıp kötüye yoğunlaşırsak, tüm olayı kendi kişisel çıkarından ziyade, sırf götlük, karşısındaki ile savaş halindeymiş ve hayatındaki tüm olay karşı tarafa zarar vermek olan bir karakter. Sanırsam artık toplumun bir kesiminde, bu tip karakterlerin kurgudan ziyade, var olduğunu düşünen bir algı oluştu. En basitinden trafikte, hatalı şekilde kaza yapan birisinin tepkisi, komşusu hakkında sayıp söven birisi, hiç tanımadığı, olayı değerlendirmek için tek cümle duyması yeterli olan birisinin davranışlarını gözden geçirebilirsiniz. Ve en önemlisi, toplumdaki ayrımlaşmada, bir tarafın diğer taraf hakkındaki düşünceleri duyduğunuz zaman, ki şu siyasi durumda çokça şahit oluyorsunuzdur. Açıkçası şu anki ülke durumuyla, televizyon şovlarının yarattığı algının bir ilişkisi olabileceğini düşünüyorum. Ey sözlük, ben mi çok paranoyağım yoksa tamamen sorumlusu olmasa dahi, dizilerin de bir katkısı var mıdır? Psikolog arkadaşlar yeşillendirme çalışmalarına başlayabilir.
kötü arkadaş kişiyi kötü yola götürür anlamına gelen, bir nevi "üzüm üzüme baka baka kararır" veya "körle yatan şaşı kalkar" gibi atasözleriyle paralel anlamlar içeren atasözü.
Gezgin sözlük’ün bende yarattığı etkidir. Sürekli bir bugün ne yazılmış diye bakma isteği, acaba bu konuda başlık var mı düşüncesi, a ben bunu biliyorum dur entry yazayım halidir. Özellikle geceleri fena etkiler insanı bu bağımlılık hissi.
ben bu başlığa üç kişinin adını yazacağım, belki de dört; abidin dino, ferit edgü ve genco erkal.

Bu ülkenin yetiştirdiği bence en büyük üç entelektüeli ve en iyi dostları aynı masada toplamayı çok isterdim. Doğunun en ücra kasabalarından birinde, bolca esintinin olduğu bir yaz akşamı, köy evinin damında ev yapımı boğma rakılarımızı yudumlarken Siyaset, edebiyat ve sanat üzerine müthiş bir sohbet etmek isterdim. Sabaha karşı sızıp, gözlerimi avrupa'nın herhangi bir şehrinde açmayı ne kadar çok arzulardım, bir bilseniz.

orada tezer özlü’yle bir kadeh şarap içmek isterdim. Ama fonda telemann’dan vivace çalacak. Ben o müziğin büyüsüne kapılmış tezer'in gözlerinde bir kıvılcım ararken bana aşklarından bahsedecek. mesela güner* beni bırakıp oyunculuğu seçti, erden* ise iyiydi diyecek, hakkında çok konuşmayacak. Hans* son aşkımdı ama benimle çok ilgilenemedi belki de ilgilenmek istemedi diyecek.

Daha bitiremediği kadehi elinden alıp elini tutacağım. Tutkulu bir öpücüğün ardından sabah kadar sevişeceğiz belki, ama o beni sevmeyecek. Her şey o pansiyon odasında, bizim kirlettiğimiz çarşafların üzerinde kalacak.

Sabah beni terk ettiğinde arkasından yine adını ilk defa ondan duyduğum bir yazarın şu sözlerini hatırlayacağım; “Hayatın alaycı yasalarından biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse vermez, çünkü seven verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur. Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir insan olması gerekli.”*
Dolunay’ın denizde yarattığı gel-git etkisinin bir türevi ruhumda yaşanmaktadır. Duygusal bir ruh haline soktuğu yetmezmiş gibi bir de uykumu kaçırır her seferinde dolunay. Fakat yine de Dolunay’ı sevmekten asla vazgeçemiyorum.
“Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
Bir sözün veya bir dokunuşun.”

Yazdığımız her bir kelimenin, fısıldadığımız her bir sözcüğün ruhta yarattığı derin etkiler vardır. Kelimelerin etkisidir bu. Ve bize bir bedel ödetir bu etki. Aşk, nefret ya da öfke. Her biri aynı zamanda kelimelerin yarattığı etkidir. Bir adamın tek cümlesiyle bizi apansız bir tutkuya sürüklemesi gibidir bazı etkiler.
1970’li yıllarda kalp ve damar hastalıklarına yakalanma ve risk faktörlerine dair araştırmalar yapılırken bazı tip kişiliklerde mevcut olan ortak özellikler fark edilmiştir. Bunun neticesinden a ve b olmak üzere iki ana tip kişilik ortaya çıkmıştır. Bu iki tip kişilik arasında bir skalayla a ve b tipi kişilik yatkınlık oranı belirlenir.

Bu araştırmaya göre a tipi kişilik özellikleri ağır basan insanlar genelde aceleci olup aynı aynı anda birden çok işi yapmak isterler. Zorlukların üstesinden gelerek başarıya odaklanmıştırlar. Toplumda göz önünde olur, tanınmaktan ve rekabetten hoşlanırlar. Zamanı boşa harcamaktan hoşlanmazlar. Çabuk öfkelenirler.

Edit: genelde a tipi kişiliğe yatkınlığım var sanırım. Özellikle iş konusunda tam bir a tipiyim. Bu arada diktatörleşmeme yol açmıyor değil tabi.
a tipi kişilik özelliğinin aksine aceleci olmayan, rahat karakterli insanlardır. Çok çalışsalar bile, a tipi insanlar kadar kendilerini baskı altına sokmazlar. Kolay öfkelenmezler, rekabetçi değillerdir. Fakat bir birey illa tam anlamıyla a ya da b tipi özelliklerine sahip olacak diye bir kaide yoktur. Bazı özellikleri taşırken bazı özellikleri taşımayabilirler.