1946’da başlayan rekabete dayalı çok partili süreç kaçınılmaz olarak din sorununu siyasetin konusu haline getirdi. Dine karşı tutumlarını ilk gözden geçiren parti, bu yılların hükümet partisi CHP oldu; bu yıllarda sonradan taviz olarak nitelenecek bazı kararlar alındı. DP’liler kendilerinden önce başlamış olan dine yönelik politikaları devam ettirdiler.

DP hükümeti, iktidarının daha ikinci ayında ezanın Türkçe dışında herhangi bir dilde okunmasını yasaklayan ceza kanunun ilgili maddesini değiştirdi. Bunu diğer değişiklikler izledi. Temmuz’da radyodan Kur’an okundu; radyodaki başkaca dinî programlar üzerindeki yasak kaldırıldı. Ekim’de, velilerin istediklerini belirten bir mektup vermeleri halinde okullarda din derslerinin okutulmasına karar verildi.


CHP, başlangıçta “demagojiye açık” bu kararlara itiraz etmedi ve hatta CHP’li milletvekilleri Arapça ezan okuma tercihi veren değişiklik lehine oy kullandı. Hükümetin Meclis’ten çıkarttığı bu kararları ve başkaca tasarrufları, DP’nin karşısında yer alan ve bir kuşak boyunca iktidar olmuş CHP’yle özdeşleşen politikalara karşı muhalif duyguların açığa çıkmasına ortam hazırladı.

1951 başlarında özellikle Atatürk’ün büst ve heykellerinin parçalanması ve başkaca gelişmeler, DP için sınırlı bir tepki; CHP içinse mevcut düzene tehdit olarak algılandı. CHP’liler, Atatürk’ün kurduğu parti olarak son gelişmeleri kaygıyla karşılayıp, hükümetin Atatürk inkılâplarını korumak hususunda gerekli önlemleri almadığını ve hatta irticaî gelişmeleri teşvik ettiğini ileri sürdü.

Kendilerini herkesten daha çok Atatürkçü gören DP yöneticileri, irticai unsurları denetim altına almak konusunda ciddiyetini karşı tedbirler alarak gösterdi. Bunlar arasında en önemlisi, Atatürk’ün büst, heykel ve resimlerini korunmaları için hükümete yetki veren “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun Meclisten geçirilmesiydi. 1954 seçimlerinden önce partiler, istismara kadar giden boyutlarda dini, malzeme yapmışlarsa da, din, seçim sonucunu etkileyen faktör olarak belirmedi.

DP, dört yıllık icraat başarısıyla daha büyük zaferle yeniden iktidar olmuştu. DP hükümeti, 1950’li yılların başında Atatürkçü inkılâpları gözden çıkarmadan dinî özgürlük alanını genişletmişti. Ancak, 1955’ten itibaren parti içindeki muhalefet ve giderek ağırlaşan ekonomik koşullar sebebiyle destek kaybetmeye başlayınca DP yönetimi, dini daha açıkça kullanmaya yöneldi.

1956 sonrası hissedilen enflasyonlu yıllarda yaşanan sıkıntıları hafifletmek için hükümetin verdiği tavizler ülkede İslamî eğilimleri daha da güçlendirdi. 1958 yılına gelindiğinde dinî gericiliği kışkırtmama konusundaki duyarlılığına karşın DP, İslamî canlanış ile özdeşleşmişti.

Bu özdeşleme, 1959’un ikinci ayında Londra’da yaşanan Gatwick uçak kazasında Başbakan Menderes’in sağ kurtulmasını “mucize, ilahi takdir” gibi dinî anlayışlarla karşılanmasıyla doruk noktasına ulaştı. Siyasal İslamcılar bu durumdan yararlanarak Vatan Cephesi kampanyasında, cepheye katılmayı “dinî” bir görev gibi sunmayı da başardı ve hükümetin politik olarak işine gelen bir durum hasıl oldu.
Büyük çoğunluğu ile Türk basını, vaat edilen özgürlükçü yaklaşımıyla muhalefet yıllarında DP’nin yanındaydı. CHP’yi tutan gazetelerde çalışanlar arasında bile DP’yi destekleyenler vardı.

1950’de iktidara gelmesinde önemli katkısı olan basına yönelik DP’nin iktidarının daha ikinci ayında bazı iyileştirici düzenlemelere gitmesi bu sebepten anlaşılmaz değildi. 21 Temmuz 1950’de kabul edilen yeni basın kanunu ile gazete/dergi çıkartmak için hükümetten izin almaya gerek kalmadan bir bildiri vermek yetecek, suç sayılan yazıdan dolayı gazete sahibi cezaî sorumluluk taşımayacaktı.

DP hükümeti, partisinin basın özgürlüğü ile güçlendiğini açıklasa da, basını gerektiğinde yönlendirebilme gücünü bırakma niyetinde değildi. 1951 yılının ikinci ayında, resmî basın ilanları konusunu ele alan DP Meclis Gurubundaki genel eğilim, kendilerini destekleyen gazetelere daha çok ilan verilmesi lehineydi.

DP iktidarının iş başına geçtiği ilk yıllardan 1950’li yılların sonuna kadar resmî ilan, hükümetin elinde bir çeşit ödüllendirme-cezalandırma yöntemiyle önemli bir güç olarak sürüp gitti.

1953 Temmuz’unda ceza kanununda yapılan bir değişiklikle kabine üyelerinin basında küçük düşürülmesine karşı yaptırımların uygulanması, DP’nin hoşgörüde bir sınır çizdiğini gösterdi. 1954 seçimleri öncesinde basın ve radyo yoluyla işlenecek suçlara ağır cezalar getiren basın kanunundaki değişiklikle de hükümetin basın karşısındaki konumu güçlendi. Bu kanuna, yazıları devletin siyasî itibarını sarsan veya vatandaşların özel hayatlarına tecavüz eden gazetecilerin cezalandırılması hükmü konmuştu. Ceza kanununun kapsamına giren bu çeşit suçlar için hükümetin bunları özel bir kanunda toplayarak verilecek cezaları ağırlaştırması, basın özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtladı.

Böylesi bir ortamda, 1954’ün son ayında, mesleğin önemli isimlerinden seksen yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetede yazdığı bir yazıdan dolayı milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak hapse atılması, basına istendiğinde işin nereye kadar vardırılabileceğini göstermesi açısından bir “gözdağı” idi.

İstanbul’da patlak veren 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim, yönetimce olaylarda payı olduğu düşünülen basına karşı yeni yasaklar getirdi.

1956 yılının ortasında, TBMM’den geçen iki kanunla basına getirilen kısıtlama daha da arttırıldı. Eklenen yeni maddelerde ve yapılan bazı değişikliklerdeki muğlak ifadeler yasaklamanın kapsamını genişlettiğinden, bundan sonraki süreçte bazı gazetelere dava açıldı, kimi gazeteciler de kovuşturmaya uğradı. Gazetecilere ileri sürdüğü iddiayı “ispat etme” hakkı da verilmediğinden dava edilen gazetecilerin sayısı çoğaldı.

1958 yılı ortalarında Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam’ın, Başbakan Menderes’le olan ve önceden planlanan görüşmesi gerçekleşmeyince, kötü izlenimle ülkesine dönen Pulliam’ın gazetesinde çıkan yazısı, Türkiye’de gidişatın tehlikesi üzerinde oldu.

Bu yazıyı Türkiye’deki bir çok gazetenin çevirerek yayımlaması, hükümetin o gazeteler aleyhine 1959-1960 yıllarında bile devam eden ve “Pulliam Davaları” diye ün salacak davalar açmasına itti.

1960 Nisan’ında özel kanunla kurulan Meclis Tahkikat Komisyonuna, gazete ve dergilerin basımı ve dağıtımının önlenmesi, hatta yayının kapatılması yetkisi verildi. Kısa bir süre sonra da, TBMM’deki görüşmelerin yayınlanmasına yasak getirildi.

Basın, 21 Mayıs 1960’taki Harp Okulu öğrencilerinin hükümet aleyhindeki yürüyüşünü haber yapmak yerine, uygulanan sansür dolayısıyla Güney Kore’de Başkan Rhee’yi devirmiş olan öğrenci olaylarına geniş yer verdi.

Basından başka radyo da, dönemin en etkili iletişim aracıydı. Sayısı her geçen zaman artan radyo, iktidarla muhalefeti karşı karşıya getiren önemli bir sorundu.

Hükümete göre, radyo devletin ortak malıydı ve hükümet bu yayını ülke çıkarına kullanırdı. Muhalefet ise kendilerine radyodan yeterince yararlanma fırsatı verilmediğini ileri sürmekteydi. 1957 genel seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra, hükümetin basınla arasının açılmasına koşut olarak, Demokrat Parti radyoyu, başta Vatan Cephesi yayınları olmak üzere “partizanca” kullandığı iddiasını hak verdirecek boyutlarda tekeline almıştı.
İsmet İnönü’nün liderlik konumu Aralık 1938’deki olağanüstü parti kongresinde resmileşti; bu kongrede parti tüzüğünde değişiklik yapılarak, Atatürk ‘’ebedi genel başkan’’, İnönü ise ‘’değişmez genel başkan’’ yapıldı. 1930’larda Atatürk için ara sıra kullanılmış olan Milli Şef deyimi, artık İnönü’nün resmi unvanı haline geldi.

İnönü, Bayar’ı birkaç ay başvekil olarak tuttu, ama 25 Ocak 1939’da Bayar istifasını verdi. İstifasının ana nedeni Cumhurbaşkanıyla Başvekil arasında ekonomi siyasetine ilişkin temel görüş ayrılığıydı.

İnönü aynı zamanda bağımsızlık hareketinin 1926’da tasfiye edilmiş olan eski önderleriyle uzlaşma siyaseti güderek siyasal tabanını genişletmeye çalışıyordu. Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele, son yıllarında Atatürk’le barışmışlardı.

Celal Bayar’ın yerine Doktor Refik Saydam geçti ve Temmuza 1942’de ölene kadar başvekil kaldı. Onun yerini de, Hariciye Vekili Şükrü Saraçoğlu aldı ve 1945’e kadar görevinde kaldı.

İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca, İsmet İnönü mutlak hakimiyete sahipti ve başvekiller, Cumhurbaşkanı tarafından kararlaştırılan politikaları uygulamaktaydılar.

Bu dönemde uygulanan politikalarda öne çıkan hususlar:
-Milliyetçilik;
-Rejimin otoriter niteliği ve bu rejimin kendi partisi için siyasal, toplumsal ve kültürel alanda tam bir tekel kurma çabası;
-Atatürk ve İnönü’nün kişiliklerinin yüceltilmesi;
-Ulusal birlik ve dayanışmanın vurgulanışı ve bunun sonucu olarak sınıf çatışmalarının yok sayılması.

Parlamentosu ve seçimleri olan demokratik bir sistem görüntüsü titizlikle sürdürülüyordu. Askeri söylem ve yayılmacı (ya da irredentist) propaganda ve politikalar tercih edilmedi. Türk liderleri ihtiyatlı, savunmacı ve gerçekçi politikalar uyguluyorlardı.
1930’larda Türk siyasetine ve kamuoyuna egemen olan tek konu ekonomiydi. 1923 Şubat başlarında İzmir’de Birinci İktisat Kongresinin toplanmış olması, Türk lider kadrosunun ekonomik sorunların önemini kavramış olduklarını göstermektedir. Kongre Mustafa Kemal’in bir nutkuyla açılmış, Mustafa Kemal siyasal bağımsızlık kazanılmış olduğu için artık ekonomik bağımsızlığın da önemli olduğunu vurgulamıştı.

Fransız ve İngiliz delegelerine hitap edilmekteydi. Kongrede 1100 çiftçi, tüccar, işçi ve sanayici temsilci, ekonomi politikalarını tartıştı. Kongrenin bir kısım kararları, Nisan ayında yayımlanmış olan Halk Fırkası programına, Dokuz Umdeye konulmuştu.

Kongre, yerel sanayinin korunmasını istemiş, bununla beraber, yabancılara ayrıcalıklı muamele gösterilmemesi şartıyla yabancı yatırımlara karşı çıkmamıştı. Alınan birbirinden oldukça farklı kararlar, lider kadrosu tarafından, kongrenin devletin büyük yatırımlardan sorumlu olduğu karma bir ekonomi istediği şeklinde yorumlandı.

İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt), Türk ekonomi siyasetinde ne kapitalist ne de sosyalist olan Yeni Türk İktisat Okulu’nun esas alınacağını açıkladı. Ancak bu yeni okulun ne olduğu çok açık değildi. 1920’lerde izlenen ekonomi politikaları, özel mülkiyet ve özel girişime dayanıyor olmaları itibariyle temelde liberaldi, ancak devletin müdahale etmesi açısından liberal değildi. Büyük yatırımlar söz konusu olduğunda devlet müdahale ediyordu.

En önemli yatırımlar demiryolu inşasına ilişkindi. 1923-1929 yılları arasında 800 kilometrelik demiryolu hattı döşenmişti ve 1929 yılında 800 kilometresi daha inşa halindeydi. 1924 yılında hükümet, ülkenin batısına hakim olan, yabancıların mülkiyetindeki demiryolu şirketlerinin bütün hisse ve ticari haklarını satın almaya karar verdi. 1930 yılında 3000 kilometrelik demiryolu hattı satın alınmış bulunuyordu, 2400 kilometrelik hat ise halen yabancıların elindeydi. Sonunda bunlar da Türk devleti tarafından satın alınacaktı.

1925’te ekonomideki bir diğer yabancı varlığının, eski Osmanlı tütün tekelinin bütün hisse ve ticari hakları satın alındı, bir devlet tekeline dönüştürüldü. Öteki bazı sektörler de tekelleştirildi.

Ülkedeki en büyük banka halen Osmanlı Bankasıydı, eski Ziraat Bankası yeniden düzenlendi ve iki yeni banka kuruldu. Bunlar İş Bankası ile Sanayi Bankası’ydı. Mustafa Kemal, İş Bankası’na şahsen ortak oldu. Hintli Müslümanların milli mücadele sırasında kendisine göndermiş olduğu bağışları bu bankaya yatırmıştı. Ama İş Bankası girişiminin etkili olmasını asıl, çok daha büyük olan İtibar-ı Milli Bankası’yla zorunlu birleşme sağlamıştı; İTC o bankayı, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi Milli İktisat programının bir parçası olarak kurmuştu.

1927’de Türkiye’de 65 binin üstünde sanayi şirketi vardı ve buralarda toplam 250 bin işçi istihdam edilmekteydi, bu şirketlerden sadece 2822’si makine gücünden yararlanıyordu.

1927’de, 1913’te kabul edilmiş olan benzer yasayı temel alan ‘’Teşvik-i Sanayi Kanunu’’ meclisten geçirildi. Bu yasa yeni ve büyümekte olan sanayi şirketleri için vergi muafiyeti sağlıyordu. Lozan’da konulmuş olan kısıtlamalar 1929’da kalkınca, ithalat vergileri aşırı şekilde yükseltildi.

Bununla birlikte girişimcilik bilgi ve becerisinin eksikliği ve büyük bir piyasanın olmayışı sanayi kesiminin hızla genişlemesini önlüyordu. Türk ekonomisindeki en geniş kesim hala tarım kesimiydi. Bu kesimde savaş sonrasının ilk yıllarındaki iyileşme çarpıcıdır (1923-1926 yıllarında %90). 1927 ve 1928 yıllarındaki uzun bir kuraklık dönemi tarımı sarstı ve 1927-1930 dönemi boyunca tarım kesimindeki büyüme ancak %11 oldu.

Hükümetin mali politikaları muhafazakardı; amaçlanan dengeli bir bütçe, düşük enflasyon ve sıkı bir para siyaseti yoluyla güçlü lira idi.

Halkın satın alma gücündeki azalmanın ve hükümetin koyduğu kota ve tahditlerin sonucunda, 1929’da 256 milyon lira olan ithalat 1932’de tam 85 milyon liraya indi.

Türkiye’nin 1930’larda aşırı ticaret açığı oldu; bununla beraber Türk yurttaşlarının alışmış oldukları küçük lüks malların birçoğu piyasadan yok olmuştu. İthalatın yerini alacak özerk bir Türk sanayi kurulmasında başarılı olundu, ama bu, şeker ve dokuma üretimiyle sınırlı kaldı.

1930’da yaratılan Serbest Cumhuriyet Fırkası muhalefetiyle Cumhuriyet Halk Fırkası arasındaki tartışma, neredeyse sadece ekonomik siyasete ilişkindi; muhalefet liberalizmi savunuyor, İnönü’nün yönetimindeki Cumhuriyet Halk Fırkası ise ekonomide devlete daha büyük bir rol istiyordu. Cumhuriyet Halk Fırkasının 1931 yılındaki kongresinde, devletçilik resmen yeni ekonomi siyaseti ve Kemalist ideolojinin temel dayanaklarından biri olarak kabul edildi.

Devletçilik daha ziyade, özel kesimin gereken sermayeyi biriktiremediği sanayileri kurmak ve işletmek için devletin sorumluluğu üstlenmesi anlamına geliyordu.

1932 yılında bir Sovyet heyeti Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Türk sanayisinin gelişmesine ilişkin bir rapor hazırlamıştı. Bu rapor dokuma, demir ve çelik, kağıt, çimento, cam ve kimyasal maddeler üzerine yoğunlaşılmasını tavsiye ediyordu. Sovyetler Birliği ayrıca Türkiye’nin sanayileşme programına yardım etmek için 8 milyon Amerikan doları tutarında altın vermişti.

1933 yılında Türkiye’nin büyük ölçüde Sovyet tavsiyelerine uyan ilk beş yıllık planı açıklandı. Bunun sonuçlarından biri, Kayseri’de dev bir tekstil ‘’kombinası’’ kurulması oldu.

Türkiye’deki devletçilik siyasetinin en coşkulu taraftarları 1932-1934 yıllarında Kadro dergisini çıkarmış olan bir Kemalist genç yazarlar topluluğuydu. Kadro grubu, parti liderlerinden çok daha ileriye gitti. Toplumsal, ekonomik ve kültürel yaşamın her alanında devlet planlamasını savunuyor ve devletçiliği komünizm ve kapitalizme karşı uygun bir seçenek, bir çeşit ‘’üçüncü yol’’ olarak görüyorlardı.

İş Bankası genel müdürü Mahmut Celal Bayar’ın başını çektiği öteki akım ise devletçiliği, Türk sanayisi kendine yeter hale gelene kadar gerekli olan bir geçiş aşaması olarak görüyordu.

1937 yılında İsmet İnönü görevden alınıp yerine Celal Bayar getirildiğinde daha liberal bir yaklaşım benimsendi, ancak 1939’dan sonra İnönü’nün daha devletçi yaklaşımı bir kez daha egemen oldu.

Beş yıllık plan gereği iki büyük holding şirketi, 1933’te sanayiden sorumlu Sümerbank ve 1935’te madencilikten sorumlu Etibank kuruldu. Uygulamada, İktisadi Devlet Teşekküllerinin karar oluşturma süreçleri yoğun biçimde siyasal düşüncelerin etkisinde idi ve alınan kararlar çok defa ticari açıdan uygun değildi.

Türkiye, savaşta tarafsız kalmayı ve sonuna kadar savaşı dışında olmayı başardı. Ama bunun için, ordusunun barış zamanında 120 bin olan asker sayısını (resmen seferberlik olmadığı halde) 1,5 milyona çıkardı. Milli Müdafaa Vekaletinin ulusal bütçedeki payı %30’dan %50’ye çıkmıştı.

Savaş, ekonominin bütçe kesimlerinde yeni bir devlet müdahalesi dalgasına neden olmuş, devlet müdahaleleri Ocak 1940’ta çıkarılan Milli Korunma Kanunuyla meşruiyet kazanmıştı. Bu yasa hükümete, fiyatları saptamada, ürünlere el koymada, hatta zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede neredeyse sınırsız yetkiler veriyordu.

Perakende kanalıyla gittikçe daha az ürün bulunur olmuştu. Savaşın ikinci yarısında hükümet bu gerçekliğe boyun eğdi ve fiyat denetimlerinden genel olarak vazgeçti. Türkiye’nin 1930’ların ikinci yarısında muntazam şekilde yükselen Gayri Safi Yurt İçi Hasılası savaş sırasında hızla düştü. 1950’ye kadar da 1939’daki seviyesine ulaşamayacaktı.

Savaş, Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğu için yaşam seviyesinde hızlı bir düşüş anlamına geldiyse de bunun istisnaları da vardı. Büyük çiftçi, ithalatçı ve tüccarlara ve devlet ihaleleriyle ruhsat işlemlerini yürüyen memurlara aşırı kar olanağı sağlamıştı. Bu savaş vurguncularına karşı çok büyük öfke duyuluyordu; hükümet bunun üzerine Kasım 1942’de Varlık Vergisini çıkardı. Vergi matrahları, yerel hükümet memurları, belediye meclislerinin temsilcileri ve ticaret odaları temsilcilerinden oluşan yerel komisyonlar tarafından tayin ediliyordu. Bu vergi hemen hemen tamamıyla büyük kentlerdeki, bilhassa da İstanbul’daki tüccarlar tarafından ödendi ve küçük gayrimüslim topluluklar, Müslümanlarınkinden daha yüksek oranlara tabi kılınarak toplam vergi gelirinin %55’ini ödediler.

1936 tarihli ‘’İş Kanunu’’, İtalya’nınkinin doğrudan bir kopyasıydı ve bu yasa sanayideki işçilere bazı güvenceler getirmiş ve işçi sigortasının bazı biçimleri için (gerçekte bu 1946 yılında başlatılacaktı) söz vermiş olmasına rağmen, işçi sendikalarının kurulmasını ve grevi yasaklıyordu. 1947’de Sendikalar Kanunu çıkartıldığı halde İş Kanunu yine greve izin vermiyordu. Türk sanayisindeki reel ücretler 1930’lar ve 40’lar boyunca düştü.
İhtiyatlı, gerçekçi ve genel olarak statükonun ve 1923’te kazanılmış zaferin muhafazasını amaçlayan bir siyaset olarak nitelendirilebilir.

Lozan’da bir takım sorunlar halledilmemişti. Bunların en önemlisi, İngiltere’yle sürüp giden Musul konusundaki çekişmeydi. Arap, Türk ve Kürtlerin oturduğu bu zengin petrol vilayeti, 1918 ateşkesinden sonra İngiliz ordusunca işgal edilmişti.

İngilizler 1923 ve 1924 yıllarındaki görüşmelerde, Türklerin halkoylaması önerisini reddederek, Musul’un Irak’a dahil olmasında ısrar etmişlerdi. Taraflar anlaşamayınca, mesele Türkiye’nin henüz üyesi olmadığı Cenevre’deki Cemiyet-i Akvam’a (Milletler Cemiyeti) sunuldu. Türk ve İngiliz askerleri arasında Musul’un kuzeyinde çatışmalar oldu ve 9 Ekim’de İngiliz hükümeti bir ültimatom yayınlayarak Türk askerlerinin çekilmesini istedi. Türkiye geri çekildi ve geçici bir sınır oluşturuldu.

Bir yıl sonra Eylül 1925’te, Milletler Cemiyeti’nden bir komisyon bölgede durumu tahkik etti ve beklendiği üzere Musul’un Irak’a dahil olmasını uygun gördüğünü açıkladı. Türkiye, Haziran 1926’da resmen kabul etti. Buna karşılık petrol gelirinin %10’u 25 yıllığına Türkiye’ye verildi. Daha sonra İngiltere’nin 700 bin sterlin ödemesi karşılığında bu haktan feragat edildi.

Savaş öncesinde Fransa en fazla borç vermiş ülkeydi. 1928 yılında borcu Türkiye’nin yüklenmesi yolunda bir anlaşmaya varıldı, ancak dünya ekonomik bunalımı, ödemelerin 1930’da askıya alınmasına yol açtı. 1933’te, Türkiye için daha elverişli koşullarda yeniden bir plana bağlandı.

Türkiye kendi egemenlik haklarını azami şekilde savunmaya özellikle önem veriyor, Fransa ve İngiltere’nin ise kapitülasyon düzeni sırasında kazanılmış eski uygulamalarını terk etmekte zorlandıkları görülüyordu. Büyükelçiliklerini Ankara’ya taşımaları reddetmeleri, Türk Maarif Vekaletinin misyoner okulları üzerindeki etkisi, Lozan’da İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçişleri denetlemesi amacıyla oluşturulmuş olan Uluslararası Boğazlar Komisyonu’nun serbestlik derecesi ve İstanbul’daki Ortodoks patrikhanesinin uluslar-ötesi niteliğiyle ilgili sürtüşmeler oldu.

İtalya’yla 1928’de bir saldırmazlık antlaşması akdedildi ve İtalya’nın diplomatik çabaları sayesinde Yunanistan’la barış sağlandı. Ekim 1930’da Yunanistan ve Türkiye arasında bir dostluk antlaşması imzalandı.1934 yılında, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya ve Türkiye’nin üyesi olduğu bir Balkan Paktı gerçekleştirildi. 1937 yılında, Sadabad Paktı Türkiye’yi benzer şekilde Doğulu komşularına, İran, Irak ve Afganistan’a bağladı.

Türk dış siyasetinin köşe taşı, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerin korunmasıydı. 1930’larda da Sovyetler Birliği ile ilişkiler olumlu bir çizgide tutuldu (1935 yılında on yıllık bir dostluk antlaşması imzalanmıştı).

Bu dönemde Türkiye, Fransa ve İngiltere ile birlikte, statükoyu kati olarak destekliyor ve Avrupa haritasını yeniden çizmek isteyen Nazi Almanyası ve Faşist İtalya gibi “revizyonist” güçlerin ihtiraslarına karşı çıkıyordu.

Sovyetler Birliği’nin de “anti-revizyonist” kampa katılması, Türkiye’nin Batı’yla olan yakınlaşmasını kolaylaştırdı. Türkiye 1923 yılında Milletler Cemiyeti’ne katıldı. Nisan 1936’da Lozan Antlaşması’nı imzalamış devletlere bir nota göndererek, Boğazların silahtan arındırılması konusunda bir değişiklik istedi ve olumlu cevap aldı. Türkiye Boğazlar üzerindeki tam egemenliğini yeniden kazandı. Boğazlar Komisyonu kaldırıldı.

1930’larda Türkiye ile Fransa’yı ciddi anlaşmazlığa düşüren mesele, İskenderun Sancağı meselesiydi. 1921 Fransız-Türk Anlaşması’nda ve Lozan’da bu bölge yeni Türk devletinin sınırları dışında kalmıştı, bununla beraber, Türkiye ile yakın bağları olan ve Türkiye’deki gelişmeleri yakından izleyen Sancak’taki Türk topluluğuna kültürel özerklik sağlanmıştı. Hatay Halk Fırkası kurulmuş ve “şapka inkılabı” ile “dil inkılabı” yapılmıştı.

Eylül 1936’da Fransa Suriye’ye bağımsızlık vereceğini ve Hatay’ı yeni Suriye devletine dahil etme niyetinde olduğunu bildirdi. Mesele Milletler Cemiyeti kararına sunuldu; Cemiyet Ocak 1937’de Sancak’a bir heyet gönderdi. Heyet Türklerin bir çoğunluk oluşturduğu sonucuna vardı. İngiltere araya girdi ve sonuçta bir anlaşmaya varıldı; Hatay, dış işlerinde Suriye tarafından temsil edilen ayrı bir “bağımsız varlık” olacaktı.

Fransa ne pahasına olursa olsun Türkiye ile anlaşmaya ve Nazi Almanyası’na ve İtlaya’ya karşı onun desteğini kazanmaya hazırdı. Bu kez Fransız ve Türk askerlerinin müşterek denetiminde yeni seçimler yapıldı ve bu seçimlerde meclisteki 40 milletvekilliğinden 22’sini alan Türkler az bir farkla çoğunluk sağladılar. İlk toplantıda bağımsız Hatay Cumhuriyeti ilan edildi, 29 Haziran 1939’da da Türkiye ile birleşildiği ilan edildi.
başlık sığmadı : Kemalist Türkiye’nin Siyasal Sistemi; Parti ve Devlet

Mart 1925’te Takrir’i Sükun Kanunu’nun ilan edilmesinden itibaren Türkiye’nin yönetim biçimi bir tek parti yönetimidir. Takrir’i Sükun Kanunu, 1929 yılına kadar yürürlükte kaldı.

Cumhuriyet Halk Fırkası, her bakımdan bir iktidar tekeli kurdu ve 1931’deki parti kongresinde Türkiye’nin siyasal sistemi tek parti sistemi olarak ilan edildi.

1924 Anayasasına göre bütün iktidar, ulusun egemenlik iradesinin tek meşru temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeydi.

Tartışmak, kabinenin kendi kararlarını duyurduğu ve açıkladığı bir forum işini gören meclis grubu toplantılarında dahi kısıtlanmıştı. Meclis grubu toplantılarının işlevi esasen kabine kararlarını onaylamak ve meşrulaştırmaktan ibaretti.

Partiyle devlet özdeşti. Bu durumun getirdiği önemli bir sonuç, partinin hiçbir zaman bağımsız bir ideolojik ya da örgütsel “kişilik” geliştirememesi ve yoğun bir biçimde bürokratikleşmesiydi.

Parti Genel Sekreteri Recep (Peker)’in bağımsız bir “Kemalist” ideoloji geliştirme girişimleri, İsmet İnönü’nün 1936 kongresinde devlet aygıtıyla parti örgütü arasındaki birliği resmi siyaset olarak açıklamasıyla boşa çıkmış oldu. Valilerin doğrudan doğruya vilayetlerindeki Cumhuriyet Halk Fırkası şubelerinin başkanları sayılması bu durumu açıklayan çarpıcı bir örnektir.

Ancak 5 Aralık 1934’te kadınlara oy kullanma ve seçilme hakkının tanınmış olması, önemli bir adımdı. Mart 1935’ten itibaren Büyük Millet Meclisi’nde 18 kadın milletvekili yer aldı.
1930’larda ortaya çıkan Kemalizm ya da Atatürkçülük kavramlarını birlikte oluşturan düşünceler ya da ülküler bütünü, doğal biçimde ve yavaş yavaş gelişti. Kemalizm bir tutum ve kanılar bütünüydü. Kemalizm, esnek bir kavram olarak kaldı ve dünya görüşleri çok farklı olan insanlar kendilerine Kemalist diyebildiler.

Kemalizmin temel ilkeleri 1931 parti programının içerisinde yer almıştı. Bunlar, cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve inkılapçılık idi.

Laiklik ve milliyetçilik kuşkusuz Jön Türk ideolojisinin, en azından 1913’ten beri, belirgin özellikleri arasında yer almıştı. 1930’larda her iki özellik en uçlara götürülmüş, laiklik, yalnızca devletle dinin ayrılması değil, dinin kamu yaşamından çıkarılması ve din kurumları üstünde devletin tam denetiminin kurulması olarak da yorumlanmıştı.

Milliyetçilik, yeni bir ulusal kimliğin oluşturulmasında başlıca araç olarak kullanılmıştı.
Normal bilinen iş akdinin aksine, sadece bir veya birkaç gün süren işlerdir. Anketörlük ve garsonluk güzel örnekleridir. Yoğun olunan, ekstra işçi lazım olunan dönemlerde başvurulur, işsizlerin kısa süreli kurtarıcılarıdır.
Seçimlerden önce isyan çıkar bahanesiyle bahçeli af istemişti. Ardından Türk mafyasının önemli isimlerinden Alaaddin çakıcı ile görüştü. Buradan çıkarılacak sonuç için fazla düşünmeye gerek yok. Devlet bey Alaaddin Bey'in çıkması için onlarca tecavüzcü, katil ve teröristin sokaklara salınmasını umursamıyor bile. Zaten cezalar yeterince hafif değilmiş gibi bir de af istiyor.

Hepiniz eminim haberlerde cezaevinden şartlı tahliye ile çıkanların neler yaptığına şahit olmuşsunuzdur. Ben yine de iki tane örnek vermek istiyorum. Birincisi değnekçi vahşetilink diğeri de link bunda ne var tekme atmış diyebilirsiniz ama ortada bir uyumsuzluk durumu var. Adam bağırarak konuşmuş ve uyarınca da olay çıkarmış. Siz söyleyin, hanginiz otobüste bağırarak konuşursunuz hadi konuştunuz uyarılınca olay çıkarırsınız?

Bütün bu olaylar aslında kısır döngü içinde ilerliyor. Ülkede suç oranı artıyor, cezaevleri doluyor, cezalar hafifliyor, suçlular salınıyor. Cezalar hafifledikçe suçlular azıyor olan ise sadece pisliğe bulaşmak istemeyen biz sıradan vatandaşlara oluyor.
Yolda yürürken yan baktın diye sana sataşan serseriye diklenmek isterken acaba beni bıçaklar mı, ölür müyüm düşüncesi seni alttan almak zorunda bırakıyor. İstediğin savunma sanatını öğren istersen ustalaş kaybedecek bir şeyi olmayan biri karşısında tam anlamıyla bir hiç oluyorsun. Gururun kırılıyor ama onunla kaldığına şükrediyorsun. Çünkü adam öldürmenin bir cezası olmadığından her an her şeyle karşılaşabilirsin.

Peki bu konuda ne yapılmalı? Atalarımız iyilikten maraz doğar demiş. Bu durumu tam olarak özetleyen bir atasözü. İnsanlara iyi halden indirim vermek bir işe yaramıyor demek bu.
Yapılacak iki şey var bana göre : 1. Daha çok cezaevi yapılacak, daha çok ceza verilecek, iyi hal denen saçmalık hayatımızdan çıkarılacak.
Bu zaten ekonomik olarak darboğazda olan ülkemiz için zor bir hedef. Zaten yapabilsek yapardık diye düşünüyorum.
2. Ucunda insanların kaybetmeyi göze alamayacağı cezalar olacak.
Herhangi bir sebebi olmadan adam öldürenler asılırsa eminim ki adam öldürme suçunda belirgin bir azalma olacaktır. Çünkü can tatlı.
Belirli bir meblağ üzerinde, karnını doyurmak için değil de vurgun yapmak için çalanların bileklerini kes, o zaman kuyumcular kapılarını bile kilitlemeden evlerine rahatça gider. Çünkü hiçbir para uzuvlarımızdan değerli değil.

Bu cezaları canice bulanları da anlamıyorum. Katil değilsen, hırsız değilsen senlik bir durum yok zaten. Aslında var, artık daha güvendesin.
Şimdi soracaksınız, suç işleyenler insan değil mi? Ölenler neydi? Ya da hapisten çıktıktan sonra tekrardan tehlikede olan bizler neyiz?
Yıllardır çalışıp çabalayıp para kazanıp bir soygunda hepsini kaybeden insanların hakkı yok mu? Zaten belirli bir meblağ altında kimsenin bir yeri kesilmiyor.

Peki suçsuzken yanlış kararla idama mahkum olursam/bileklerim kesilirse?
Sanırım bu sistemin Türkiye'de uygulanma konusundaki en büyük sıkıntısı bu nokta. Çünkü bunun için bağımsız bir yargı sisteminin olması gerek, hiç kimseden, hiçbir şeyden etkilenmeyen çelik gibi bir yargı. Bana göre tam anlamıyla bağımsız yargı ülkemizde hiçbir zaman olmadı ama günümüzde en berbat döneminden geçiyor diyebiliriz. Suçluyu masumdan ayıran soruşturma sürecinin tek bir insanın sözüyle manasını yitirdiği bir sistemde bu cezaların çok can yakacağını kolaylıkla öngörebiliriz.

Günümüzde tam anlamıyla mükemmel bir kanun oluşturmak gerçekten zor. Ama şöyle bir gerçek var ki cezalar çok hafif. Bir şekilde bu cezaların ağırlaştırılması şart.
yavuz 'şahsiyet' dizisinde rol alan polis karakterlerinden birisidir. karakterin dikkat çekici yanı yavuz'un; yani gerçek adı ile söylesek fırat topkorur'un dizi boyunca hep kolunda bulundurduğu bilekliğin interrail bileklikerinden biri olmasıdır.