#tüm son-ortadogu-bukucu entry'leri

son dönemde mentollü sigaraların satışının durması ve sigaraların da aşırı pahalanmasından sonra nane sever sigara saranlar arasında fazlasıyla tutulan filtredir.

Geçen hafta bahçeşehir gibi yoklukla imtihan edilen bir semtte oturan arkadaşıma alacağıma söz verdim.

mecidiyeköy’de Sürekli tütün aldığım yerin bana defalarca önermesine karşın “ben mentollü sevmiyorum yaa” diyerek geçiştirdiğim satıcı, bugün bana yok çekti.

Arkadaşımı da ha bugün ha yarın diye oyalamaktan çok utandığım için “neyse yaa istiklal’e gideyim, orada kesin vardır” diyerek, evime 2 durak uzaktaki taksim’in yolunu tuttum. Orada da tanığım 2 tütüncü yok çekince neye uğradığımı şaşırdım.

Ben bu filtreyi bulmadan yarın o arkadaşımı görmeye gidemezdim. İnat ettim ve hemen fünikülere atladığım gibi kabataş’a oradan ise beşiktaş’a yürüdüm. Köyiçi’nde sorduğum 3 tütüncü de yok çekince gayri ihtiyari “oha, yok artık” demişim. Neyse satıcı arkadaşa durumu anlatıp, özür dileyip, oradan da eli boş döndüm.

O filtreyi bulmadan bana rahat bir uyku yoktu artık. Gerekirse istanbul’daki bütün tütüncüleri tek tek gezecek ama o filtreyi bugün bulacaktım.

Hemen ilk vapurla kadıköy’e geçtim. Burada da yoksa artık bir sonraki durağım üsküdar olacaktı ki en nefret ettiğim semtlerden birine uzunca bir aradan sonra ilk defa gidecektim.

Kadıköy’e ulaştıktan sonra sırasıyla 3 tane tütüncü de yok çekti. Artık bir yandan ümidimi yitirmişken bir yandan da hayatında küfür etmemiş ben içimden kendime bildiğim bütün küfürleri ediyordum.(işte bok diyordum, aptal, gerizekalı gibi şeyler)*

Neyse son olarak ağır gören gözlerime ilişen ışıklı bir tabelada turuncu mu yoksa tütüncü mü yazdığını kestirmeye çalışırken kendi kendine “yok oğlum orada ne tütüncüsü ilk defa mı geliyorsun sanki” gibi iç seslerle kendimi kandırarak daha fazla vakit kaybetmeden üsküdar’a gitmem gerektiğini kendime tembihliyordum.

Yoluma tersti belki ama Altı üstü 100 metre uzağımdaydı ne kaybederim ki diyerek ışıklı tabelaya doğru yürüdüm tütüncü olduğunu görüp ümitsiz adımlarla şangır şungur sesler eşliğinde kapısını açıp içeri girip “yaa gizeh’in mentollü filtresi....” diyemeden karşımdaki teyze, peşimden elinde poşetlerle içeri giren oğluna “bu mentollü filtrelerden de getirdin mi” diye sordu. Ben yaşlardaki çocuğun evet diyen kafa hareketlerinden sonra oradaki taburenin üzerine çöktüm ve gözlerimden süzülen yaşları gizlemeye koyuldum.

Neyse ardından 13₺ bayılıp 120’lik gizeh mentollü filtreyi aldım.

Son olarak buraya kadar gelmişim şurada bir bira içeyim de eve öyle dönerim dedim. Şu anda üçüncü biramı yudumlarken bu entariyi karalıyorum.

Öte yandan Bu yaşadıklarımın ardında mentollü sigara içen herkesle arkadaşlığımı tekrar gözden geçirmeye karar verdim. Bilginiz olsun.
Maalesef ki yabancı turistlerin aklında sadece kazıkçı esnafı ve taksicileriyle yer edinen İstanbul'un en önemli turistik merkezi.
Alman İmparatoru 2. wilhelm'in dönemin padişahı 2. abdülhamit’e hediyesidir. almanya'da yapılıp 1901'de istanbul’daki yerine* monte edilmiştir.

Sultan’ın almanya’ya verdiği ticari imtiyazlar sonunda alman imparatoru “tabağı boş göndermeyeyim” demiş ve bu çeşmeyi yaptırmıştır.
Sadece üç yıldır gerçekleştirdiğim ve son iki yılından büyük zevk aldığım eylem.

Öncellikle bundan 3 yıl kadar önce büyük hayallerle geldiğim istanbul, ilk bir yılında hayatımı bana zehir etti. İlk oturduğum ev, tanıştığım boş insanlar, kavga, gürültü bana illallah ettirdi.

Ama sonra bir kadınla tanıştım. Beni o zoraki asosyal ve monoton hayatımdan çekti, çıkarttı. Sadece üç ay kadar süren birlikteliğimizde onlarca yeni arkadaş edindim. Çok kaliteli insanlardı bu arkadaşlar. 20 yıldır tanıdığım çocukluk arkadaşım bile bana kazık attığında derdimi bu insanlara anlattım.

Ardından çok güzel ortamlara soktular beni. Düşünsenize beni onlarla tanıştıran kız arkadaşımdan ayrıldığımda bile yine onlar teselli etti.

Sonra bir şey farkettim. Ben bu insanları aslında hiç tanımıyordum. Sadece isimlerini, işlerini ve telefon numaralarını biliyordum. İşin sırrını çözdüm “fazla samimiyet hürmetsizliği doğurur” şiarını benimsemiş olmaları birbirimize olan saygımızı arttırmıştı.

O günden beridir avrupa’nın en güzel şehri istanbul’da yaşamanın tadını çıkartıyorum. İstanbul’un cehennemi mecidiyeköy’de yaşamaktan bile zevk alıyorum.

İşin hülasası, Sizi yoran İstanbul değil, çevrenizdeki insanlardır. İstanbul’a sımsıkı sarılın ve çevrenizde size hayatı zindan eden o insanlardan kurtulun.
Bitti de kurtulduk diye sevinirken gerçekleşen yersiz anlaşmadır. Şimdi bütün dünya düşünsün.*

kaynak
Dün ağır roman filmini izlerken yeniden görüp ne kadar özlediğimi hatırladığım düşünür, şair.

“şeytanın beline sardığı kuşakla bağlayıp gözlerimi
bu korkunç tuzlu yutkunmanın orta yerine bıraktılar beni
bıraktın beni
o tahta balerinin yırtık bacaklarında benim tebliğimden
bir yansıma bir sıçrayış
gece üçte uyanıp başladım alkışlamaya,bıraktın beni;
yazı sorguya aldılar
işkencede kısa kalbim
dolaşıyorum yeni yanmış lisenin koridorlarında
da sözlüye kaldırılıyor ilk sevgilim intihar
ben hiç ders çalışmadım senden başka, bıraktın beni;
kibar bir orospuyum ben, bunu da yazdım kumsala,
tırnaklarına gözyaşı ojeleri süren
artmayacağım, eksilmekti sevişmelerimiz
bunun için her gün bir çocuk öldürüyorum
parmaklarım bir ferman gibi açılıyor gırtlağında
bir güle saati sormak değil mi çekip gitmenin öncesi
eğilip bir kediyi okşamak olmasın
geri gelmek istemenin en büyük delili;
bıraktın beni.
yanıtım: anlayacaktık zaten sıkıldığımızı ve bunun
böyle bungun, kırışık sürmeyeceğini
kahverengiye çevirdi yaşadığım sevdalar beni
türkçeler yetmedi karardıkça parlayan şarkıma
girdiğim bahçede yitti sidikli ömrüm
sanki
bir tren raydan çıktı vücudumda
bıraktın beni.
yıkandım ateşin suyunda
gümüşlendim kurşunlandım
neşter perisiyim şimdilerdeyse
yüksek sesle güldüm buna
bunu da- bunu da yazdım kumsala
kendi çevremi
üçyüz altmış beş günde döndüm sana döndüm dön bana
kurtarılmaz ayrılıklar mı yaşıyoruz çarparak söğütlere
uğrunda ölünecekleri mi gömüyoruz güneşin battığı yere!
aşk, çekim eki almıyor,başka uyaklarla kalıyor ayakta bıraktın beni
aşk, artık korkak bir zamir gibi
sabah akşam sağına soluna jilet atmakta
bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta
yalnızlık okuma-yazma bilmiyor
siz sürdürün kentinizi
komik sarhoşluklarınızı- sahte öpüşmelerinizi
girin kalabalığa pazaryerlerine otobüslere bıraktın beni;
kaybolun yüzünüzde
siz sürdürün kentinizi
yangınınızı ben alıyorum, depremlerinizi
sel baskınlarınızı, salgınlarınızı
afetleri götürüyorum muazzam aşklarınızdan
şeytanın beline sardığı kuşakla bağlayıp gözlerimi
bu korkunç tuzlu yutkunmanın orta yerine bıraktınız beni!
içime beton bir martı döktünüz
içime batırdınız ceylan kemiğini!
sevgi kubilay'ıydım ben
keserek bileklerimi nankör bir testereyle
kopuk ellerimi dolaştırdınız bir sopa ucunda tüm yeryüzünde
şiir yazdırmadınız bana şiirime döndüm sana döndüm
dön bana
siz sürdürün kentinizi
ben sizin payınıza nasıl olsa
yaşıyorum trajedilerinizi
muazzam aşklarınızdaki!”
ben bu başlığa üç kişinin adını yazacağım, belki de dört; abidin dino, ferit edgü ve genco erkal.

Bu ülkenin yetiştirdiği bence en büyük üç entelektüeli ve en iyi dostları aynı masada toplamayı çok isterdim. Doğunun en ücra kasabalarından birinde, bolca esintinin olduğu bir yaz akşamı, köy evinin damında ev yapımı boğma rakılarımızı yudumlarken Siyaset, edebiyat ve sanat üzerine müthiş bir sohbet etmek isterdim. Sabaha karşı sızıp, gözlerimi avrupa'nın herhangi bir şehrinde açmayı ne kadar çok arzulardım, bir bilseniz.

orada tezer özlü’yle bir kadeh şarap içmek isterdim. Ama fonda telemann’dan vivace çalacak. Ben o müziğin büyüsüne kapılmış tezer'in gözlerinde bir kıvılcım ararken bana aşklarından bahsedecek. mesela güner* beni bırakıp oyunculuğu seçti, erden* ise iyiydi diyecek, hakkında çok konuşmayacak. Hans* son aşkımdı ama benimle çok ilgilenemedi belki de ilgilenmek istemedi diyecek.

Daha bitiremediği kadehi elinden alıp elini tutacağım. Tutkulu bir öpücüğün ardından sabah kadar sevişeceğiz belki, ama o beni sevmeyecek. Her şey o pansiyon odasında, bizim kirlettiğimiz çarşafların üzerinde kalacak.

Sabah beni terk ettiğinde arkasından yine adını ilk defa ondan duyduğum bir yazarın şu sözlerini hatırlayacağım; “Hayatın alaycı yasalarından biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse vermez, çünkü seven verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur. Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir insan olması gerekli.”*
Zamanında iç anadolu bölgesi’de pavyon ve gazinoların aranan ismiydi. Şimdilerde ne yapar ne eder bilmiyorum.

1999 senesinde yaptığı angaralı hovarda ve 2001 yılında çıkarttığı sokak kadını albümleriyle büyük bir çıkış yakalamıştı.

Daha sonraları bazı güzel şarkılar yapsa da yeni albümleri olmamış kendini tekrara başlamıştır. O kadar tekrara düşmüştür ki neredeyse bütün albümlerinde en çok tutulan sokak kadını ve titresin ellerin şarkısı vardır.

Şarkıları arasında benim favorim ise gittiğin o yollar ’dır.