diğer adaylar kadar konuşulmayan ama gümbür gümbür gelen cumhurbaşkanı adayı, namı diğer temel dede. kendisi her ne kadar görüşlerime uymasa da dürüstlüğüne inanıyorum.
Gece yatmaz sabah kalkmaz insanlar vardır hani? Hatırladınız mı? He işte o benim!
Yıllarca sabah erken kalkmamaya alıştım, okul döneminde ne alarmlar çaldı uyanmadım ne sınavlar kaçtı gitmedim... ama artık işe başlıyorum ve uykusu ağır olan, alarm duymayan, bıraksanız 30 saat uyuyacak biri sabahları artık nasıl erken kalkar? Tek başımayım, taktik verin.
türkiye'nin köklü üniversitelerinden birisi. 20 bin dönüm arazi üzerinde öğrencileri için muhteşem imkanlara sahip dünya sıralamalarında kendine de yer bulan üniversite.

aktif olan 30 civarı öğrenci kulubü bulunmaktadır. her yıl bahar şenlikleri düzenlenmektedir. adana'nında bir çok festivale ev sahipliği yaptığını göz önünde bulundurursak sosyal imkanları oldukça geniş bir okuldur.

muhteşem doğası ile kamp atılabilecek bir çok alana sahiptir.
İstanbul'da 7 ilçede gerçekleşen miting. Sabah Anadolu yakasından başlayıp, akşam saatlerinde son durak Beyoğlu olmuştur.
Az önce , çok değil 20 25 dakika oldu . Kurşun yanımdan geçti , silah sesleri havada gümbür gümbür .

2 karakolun önünden geçtik , tam karşısında konvoy halinde durmuşlar silah sıkıyorlardı. Karakolda polis mi yoktu, yoksa silah seslerinden zevk mi alıyorsunuz?

Bu nasıl bir çaresizlik 20 dakikalık yolu 2 saatte geldik , tamam eyvallah koyunlar sevinin de pkk’dan Beter çıktınız . O silahları hangi abileriniz verdi , bu kasıtlı yapılan önceden “örgütlendiklerini” düşündüğüm bir skandal!!! Karşı koymaya kalkmak aptallık olur, ki birileri yaralanmış ,ambulanslar oyundan diskalifiye edilmemiş. Şimdi kim terörist çözemedim .

Çocuklarımızın , kardeşlerimizin yerlerine çakılı kalmasını , ağlamalarını ,başlarını pencereye dahi uzatamamasına sebep olanlar şimdi vatansever mi oluyor?

Koyayım öyle vatansevere de izin verenlere de . Ortadoğu zihniyeti boy gösterdi .
Buna sessiz kalan “kolluk” kuvveti , kuvvetini nereden aldığını ispatladın. Başlasın tiranlık diyecektim de başlamış çoktan.

Son söz: hepinizin Sodom ve gomore gibi helak olmanızı diliyor , bu korkan bebelerin , anaların korkusunu 1000 kat yaşamamanızı istiyorum .
Başlangıçta MBK darbeciler ve aralarında, Gürsel gibi ordu­nun saygısını kazanmış bazı kıdemli subaylardan oluşuyor­du. Başarılı olmasına ve bütün Silahlı Kuvvetlerin darbeyi desteklemesine rağmen MBK, Silahı Kuvvetleri temsil etmiyordu.

1960-1980 yıllarında üst rütbeli subaylar, MBK'nin yalnızca orduyu ilgilendirebilecek konulara mü­dahalesinden ve ordu hiyerarşisinin bozulmasından artan şekilde kaygılanmaktaydılar. Ordu üst kademesi alt rütbedeki subayların gelecekte kendi başlarına yapabilecekleri ba­ğımsız herhangi bir eylemi önlemek amacıyla Silahlı Kuvvetler Birliği’ni kurdu.
Silahlı Kuvvetler Birliği, 1961-1962 yıllarında, sivil siyasetçilere 27 Mayıs öncesinin siyasetine dönmemelerini ikaz eden muhtıralarla siyasete birçok kez müdahalede bulundu. Bunu, inisiyatifi elde tutmak ve sivil siyasete dönülmesine karşı çıkan köktenci subayların kendi başına eyleme geçmelerine engel olmak amacıyla yapıyorlardı.

Başına buyruk bir eyleme karşı duyulan korkunun hiç de boşuna olmadığını Albay Talat Aydemir'in eylemleri doğrulayacaktı. Aydemir 1950'lerin ortalarındaki gizli tertibe ka­tılanlardan biriydi ve şimdi Harp Okulu komutanıydı Ay­demir, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963'te iki kez başarısız darbe girişiminde bulundu. İlkinde affedilmesine rağmen ikincisinde idam edildi.
1960-1963 yılları boyunca Silahlı Kuvvetler içerisinde hoşnutsuzluk vardı, gizli tertip söylentileri dolaşmak­ta ve yeni bir askeri müdahale olması beklenmekteydi. 8 Şubat 1963'te Irak'ta ve tam bir ay sonra da Suriye'de ordunun yönetime el koyması, Türkiye'de sivil siyasete dönüşün kolay olmayacağı biçiminde algılanmaktaydı.
MBK'de Ekim 1960'ta yapılan tasfiye, iktidarın parlamenter demokrasiye dönmekten yana olanların elinde olduğunun açık bir işareti olmuştu. O tarihten sonra Cumhuriyetin kurumları oldukça hızlı şekilde yerlerini almaya başladı.

Yeni bir anayasa hazırlamakla görevlendirilmiş olan profesörler kurulu, başlangıçta çalışmalarını bir ay içerisin­de tamamlamayı tasarlamıştı. Ama çalışmalar, bilhassa ku­rul içerisindeki görüş farklılıklarından dolayı, beklenenden yavaş ilerliyordu. Başkan Onar‘ın liderlik ettiği üç kurul üyesi siyasetçilere çok az güven duyduklarından onların elini kolunu bağlayacak ayrıntılı bir metinden yanaydı.
Öteki iki üye ise (Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli), siste­mi geliştirmek için siyasal partilere azami hareket olanağı verecek bir anayasadan yanaydı. Eylül başlarında Onar, Tunaya ve Giritli'yi kuruldan çıkardı. Bu olaydan sonra, 17 Ekim'de MBK'ye bir anayasa taslağı sunuldu.

Bu arada da Ankara Üniversitesinden bir grup hukuk profesörü , Profesör Yavuz Abadan'ın önderliğinde ken­di anayasa taslaklarını hazırlamış bulunuyorlardı. Bu grubun ısrarıyla, anayasa metnini tamamlama görevi bir kurucu meclise verildi.
Kurucu Meclis, bir üst kuruluştan (MBK) ve faaliyette bulunan siyasal partilerin (Cumhuriyet Halk Partisi ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), meslek kesimlerinin ve illerin 272 temsilcisinden oluşan bir alt kuruluştan (Temsilciler Meclisi) oluşuyordu.

Kurucu Meclis ilk toplantısını 6 Ocak 1961'de yaptı. Bu tarihten sonra çalışmaların birçoğu, Prof. Enver Ziya Karal ve Prof. Turhan Feyzioglu'nun başkanlık ettikleri, Kurucu Meclis'e bağlı 20 kişilik Anayasa Komitesi tarafından yürütüldü .
Ortaya çıkan metin, 1924 Anayasası'ndan bariz şekilde farklıydı. Yeni anayasanın yazarlarının esas amacı, Millet Meclisi'ni başka kurumlarla dengelemek suretiyle, DP'nin (ve ondan önce CHP'nin) sa­hip olduğu türden bir iktidar tekelini engellemekti. Eski yapıda, Millet Meclisi'nde çoğunluğa sahip olan parti neredeyse sınırsız bir hareket özgürlüğüne sahipti.

Cumhuriyet Senatosu adında bir ikinci meclis oluşturuldu. Bütün yasa­lar her iki meclisten geçmek zorundaydı (Senatonun vetosu Millet Meclisinin üçte iki çoğunluğuyla reddedilebiliyor­du). Senato üyeleri, cumhurbaşkanı tarafından atanacak kontenjan üyeleri haricinde, seçimle geleceklerdi.
Anayasa­ya aykırı gördüğü yasaları reddedebilen bağımsız bir Anayasa Mahkemesi getirilmiş, yargı kurumu, üniversiteler ve kitle iletişim örgütlerinin tam özerklikleri güvence altına alınmıştı.

Ayrıca, tek bir partinin Millet Meclisi'nde ezici çoğunluk elde etme olanağını azaltmak için nispi temsil sistemi getirilmişti. Anayasaya temel hak ve özgürlükler konulmuştu .
Anayasada belirtilen Milli Güvenlik Kurulu'nun kurulması yoluyla orduya ilk kez anayasal bir rol verildi. Milli Güvenlik Kurulu Aralık 1962'de yasayla kuruldu. Cumhurbaşkanının (onun yokluğunda başbakanın) başkanlık ettiği Milli Güvenlik Kurulu, hükûmete iç ve dış güvenlik hakkında tavsiyelerde bulunuyordu.

Kuvvet temsilcileri, genelkurmay başkanı ve ilgili bakanlar, memuriyetlerinden dolay, Milli Güvenlik Kurulu'nun resmen üyeleriydiler ve Kurul'un kendi sekretaryası ve birtakım daireleri vardı. Kuruluşunu izleyen yirmi yıl içinde, MGK giderek devlet siyaseti üzerindeki nüfuzunu genişletti ve devletin güçlü bir koruyucusu haline geldi.
Siyasal faaliyetler üzerindeki yasak kaldırıldı ve yapılacak seçimler için yeni partilerin ku­rulmasına olanak verildi. (CHP ve CKMP'ye ilaveten) on bir yeni parti kurulmuştu. Bunların çoğu kısa ömürlü oldu. Ama en önemli yeni parti hiç kuskusuz, başlıca amacı emekli subayların ve tutuklu Demokratların eski konumlarına iadesi olan Adalet Partisi'ydi.

Bu parti hem taraftar­larından hem de rakipleri tarafından DP'nin bir devamı olarak görülüyordu. Bu sebepten MBK ile ilişkileri başından beri son derece dikkatli oldu. Emekliye sevk edilmiş generallerden biri olan Ragıp Gümüşpala, 1964‘te ölene dek partinin başkanıydı. Gümüşpala, MBK ve kendi taraftarları arasındaki gerginliği dindirmede ılımlı tavrıyla başarılı oldu.
Türk halkının siyasal açıdan kendini ifade etmesi için ilk fırsat, 9 Temmuz 1961'de yeni anayasa için yapılan halkoylaması idi. Halkoylamasında 27 Mayıs güçleri beklenmedik ciddi bir darbe yedi. Anayasa yüzde 38,3'e karşı yüzde 61,7 oyla kabul edilmişti, ama hükümetin anayasa lehindeki propaganda çabalan göz önüne alındığında, yüzde 38,3 oranının son derece yüksek olduğunun kabul edilmesi gerekiyordu.

Bu, hiçbir örgütlenmesi olmadığı halde, Menderes tarafları seçmenin büyük ölçüde aleyhte oy verdiğini gösteriyordu. DP'nin 1960 öncesinde çok güçlü olduğu 11 vilayette anayasaya çoğunlukla ret oyu verilmesi bunu doğruluyordu.
Bu eğilim 15 Ekim 1961'de yapılan parlamento seçimlerinde de doğrulandı. Genel kanı seçimlerin serbest ve dürüst olduğuydu. Partiler üzerindeki tek kısıtlama Eylül'de MBK'nin imzalamayı zorunlu kıldığı bir protokoldü. Parti­ler bu protokolde, 27 Mayıs darbesini ya da sabık Demokrat Partili siyasetçilerin mahkeme davalarını seçim malzemesi yapmamaya söz vermişlerdi.

Seçim sonuçları, yüzde 34,7 oy (158 sandalye) alan Adalet Partisi'nin biraz üzerinde, oyların yüzde 36,7 (173 sandalye) alan Cumhuriyet Halk Partisi için hayal kırıklığı yarattı. Karşı düşüncedeki Demokratların 1955'te kurmuş olduğu Hürriyet Partisi'nin bir devamı sayılabilecek olan Yeni Türkiye Partisi yüzde 13.9, muhafazakâr CKMP ise yüzde 13.4 oy toplamıştı.
Hem sol hem sağ için öncekine nazaran daha geniş bir siyasal faaliyet yelpazesine izin vermiş olması bakımından, yeni anayasa eskisinden çok daha fazla liberaldi. Eski Kemalist kalıbın dışında ortaya çıkan ilk parti, Türkiye İşçi Partisi idi.

Parti Şubat 1961'de bazı sendikacılar tarafından kurulmuştu ama partinin hemen tüm yaşamı boyunca etkin ve sürükleyici kişisi, yazar, hukukçu ve eski öğretim üyesi Mehmet Ali Aybar olacaktı.
TİP'in önemi siyasal gücünde yada topladığı oylarda yat­mıyordu. Hiçbir genel seçimde oyların yüzde 3’ünden fazlasını alabilmiş değildi ve hiçbir zaman bir koalisyon hükümetine katılmadı. Onun önemi daha çok, seçimlerde yarışan gerçek ideolojik temele sahip ilk parti olmasında yatıyordu.

Varlığıyla öteki partileri ideolojik açıdan kendilerini daha açık seçik tanımlamaya da zorladı. 1960'larda TİP birçok entelektüelin desteğini almış ve sonradan çok sayıda gruba bölünecek olan Türk soluna bir çeşit laboratuvar va­zifesini görmüştü.
Yeni anayasadaki geniş siyasal serbestlik, fikirlerini sakınmadan söyleyen sağcı ya da İslami çizgideki partilerin kuruluşuna hemen yol açmadı. Bu daha sonra olacaktı. Ancak, Menderes ve hükümetinin dini siyasete alet ettikleri için gerek ordunun ve gerekse CHP'nin sert eleştirilerine uğradığını dikkate alan birçok gözlemciyi şaşırtacak şekil­de, 1945 öncesi yılların katı laik, hatta İslam aleyhindeki poli­tikalarına bir dönüş de olmadı.

Aksine, cami inşasına, türbelerin onarımına ve okullarda din eğitimine artan bir özen gösterilmek suretiyle İslami akımların başarı olanağını yok etmek için gayret sarf edilmekteydi. Yüksek İslam Enstitülerinin ders programları toplumbilim, ekonomi ve hukuk derslerini içerecek şekilde değiştirildi.
Diyanet İşleri Başkanlığı aydınlatıcı dinsel vaazlar yayımlamaya başladı ve Kur’an‘ın Türkçe tercümesi yayımlandı. Yeni yönetim aynı zamanda da, tıpkı savaş sonrasında İnönü hükümetinin yapmış olduğu gibi, dinsel duygu ve inançların ifadesine tanınan bu geniş müsamahanın yol açabileceği tehlikelere karşı kendini korumaktaydı: 1925‘te Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na ve 1949'da ceza yasasına konulan dini siyasal amaçla kullanma yasağı, şimdi yeni anayasanın bir maddesiydi.
Marmara Denizi'ndeki adada (Yassıada) yapılan duruşmalar, MBK tarafından atanan ve hakim Salim Başol'un başkanlık ettiği dokuz hakimden oluşan Yüksek Adalet Divanı yönetmekteydi.

Duruşmaların meşruiyeti ve adilliğine ilişkin farklı düşünceler mevcuttur. Mevcut yargılama usulünde yapılan deği­şiklikler sadece, mahkemenin kararlarının kesinliği ve bir de 65 yaşın üstündeki kişilere ölüm cezasının uygulanamayacağına ilişkin kuralın askıya alınmasından (açıkça Celal Bayar'ı hedefleyen bir değişiklikti bu) ibaretti.
Geri kalan sanıklar için yargılama usulleri Cumhuriyetin mevcut yasa­larına göre uygulandı. Sanıklar aleyhine üç ceza, dokuz yolsuzluk ve yedi anayasayı ihlal davası açılmıştı.

Ağır Ceza ve yolsuzluk davalarının -ki bunların bazıları, Menderes'in gayri meşru çocuğunu öldürmesi, ya da Bayar’ın bir hayvanat bahçesini kendisine armağan edil­miş bir köpeği satın almaya zorlaması gibi, tuhaf dava ve suçlamalardı- bu kişilerin adlarını lekelemek için, büyük ölçüde etkisiz kalan bir çabayla açıldığı belliydi.
Anayasa davaları, anayasayı zorla değiştirme ya da Millet Meclisi'ni zorla feshetme teşebbüsü ile ilgili TCK'nun 146. mad­desine dayandırılmıştı. Demokratlar 1960'ta CHP'nin faali­yetleri ve basın için Tahkikat Komisyonu kurmakla bu su­çu işlemiş kabul ediliyorlardı. Ancak, eski anayasanın 17. maddesi, milletvekillerinin oylarından dolayı sorumlu tutulamayacaklarını yazıyordu. Üstelik Anayasanın, meclisin üçte iki çoğunluğuyla değiştirilebileceği hükmü de vardı (ki DP bu çoğunluğa sahipti).

Sonunda 123 kişi beraat etti, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi daha hafif cezalara ve 15 kişi ise ölüm cezasına çarptırıldı.
Bunlardan 11'i çoğunluk oyuyla ölüme mahkum olmuştu ve cezaları MBK tarafından hafifletildi. Öteki dört kişinin, yani Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan‘ın ölüm kararları ise oybirliğiyle verilmişti. Bayar’ın ölüm cezası, ilerlemiş yaşı ve sağlık durumu nedeniyle hafifletildi, fakat Zorlu ve Polatkan 16 Eylül 1961’de ve Menderes, başarısız bir intihar girişiminden sonra ertesi gün idam edildiler.

MBK mahkûmiyetleri onaylarken, birçok yabancı hükümetten ve İnönü’den giden ricalara itibar etmedi. Genel olarak Türk kamuoyu o tarihten beri, ne kendilerinden önceki ve ne sonraki siyasetçilerden daha az meşruiyet içinde davranmayan ya da iktidarını onlardan daha fazla kötüye kullanmayan bu siyasetçilerin öldürülmüş ol­masından üzüntü duymuştur.

Sonunda Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın cenazeleri Eylül 1990'da İstanbul'da bir devlet töreniyle yeniden toprağa verildi.
Demirel kendini yetiştirmiş biriydi; Isparta’nın bir köyünde doğmuş, Menderes zamanındaki baraj yapımlarının başında bulunmuş ve 1960 sonrasında özel kesimde başarılı bir kariyer yapmıştı. Savaş ertesi dönemin en önemli siyasetçisi değilse bile kuşkusuz en uzun süre ayakta kalan siyasetçisi oldu.
demirel iktidardayken ;
AP, Ekim 1965 seçimlerinde oyların (yüzde 52,9) ve meclisteki sandalyelerin salt çoğunluğunu elde ederek beklenmedik büyük bir zafer kazandı. CHP’nin oyları yüzde 28,7’ye düşmüştü. Bütün öteki partiler (CKMP, YTP, TİP ve CKMP’den kopan Millet Partisi) yüzde 7’nin altında oy toplamışlardı.

Oy dağılımından, AP’nin eski DP taraftarlarını kendine çekmiş olduğu belli oluyordu. Demirel, insanların, kendilerini onun köylü geçmişiyle özdeşleşebildikleri ve onun mesleki yükselişinde kendi umutlarının somutlaşmış ifadesini buldukları kırsal kesimde mükemmel bir oy avcısı olduğunu gösterdi.
Menderes gibi Demirel de halk diliyle konuşabilen bir hatipti. Bunu İnönü ve öteki Kemalist siyasal liderler, ya da keza Aybar gibi sosyalistler, hiçbir zaman yapamamışlardı.

Mecliste sağlam bir çoğunluğa sahip olduğundan, kabinesi için güvenoyu almada Demirel bir sıkıntı çekmedi. Sonraki beş yıl boyunca Demirel Türk siyasetine egemendi. 1960’ların ortaları ve sonları Türkiye’nin iyi yıllarıydı. Ekonomik büyüme yüksekti ve reel gelirler 1963-1969 yıllarında yüzde 20 ortalamayla hemen hemen devamlı şekilde artmıştı.
Demirel’in en önemli başarılarından biri, orduyu, henüz beş yıl önce ordu tarafından alaşağı edilmiş olan Demokratların açıkça mirasçısı olan sivillerin yönetimi ile uzlaştırması idi. Demirel aynı zamanda, kendi taraftarlarının en köktencileri olup, hala 27 Mayıs darbesinin intikamını almakta kararlı olanları denetim altında tutmak zorunda idi.
AP sanayiciler, küçük tüccar ve esnaf, köylüler ve büyük toprak sahipleri, gericiler ve Batıcı liberallerin bir koalisyonuydu. Bu ortaklığın çok az ideolojik tutarlılığı vardı.

Ayrıca, Demirel siyaset sahnesine adımını nispeten yeni atmış bir kişiydi ve eski DP kadrosunun gözünde meşruiyetten yoksundu, onlar Demirel’i sadece, o sırada halen hapiste bulunan gerçek liderleri adına işlere şimdilik bakan biri olarak görüyorlardı.
Ağustos 1966’da genel af yasasının ilanından sonra eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar dahil olmak üzere DP liderleri serbest bırakıldı. Bayar’ın etrafında 1968’den itibaren, AP siyasetini etkilemek amacıyla Bizim Ev adında bir baskı grubu kuruldu.

Bu gelişmelere rağmen Demirel, partinin birliğini ve kendi başkanlık konumunu 1960’lı yıllar boyunca muhafaza etmeyi başardı.Bunun için sık sık başvurduğu iki taktiği vardı. Özellikle de seçimler sırasında partinin İslami niteliğinin ve geleneksel değerlerden yana olduğunun altını çiziyor; ve sürekli bir komünizm aleyhtarı propaganda ve sol hareketi hırpalama kampanyası sürdürüyordu.
Milli Güvenlik Kurulu’nun desteği ve 1965’te eski Milli Emniyet Hizmetleri Teşkilatı’nın yerini alan MİT sayesinde, sol örgüt ve kişiler üzerinde sürekli baskı uygulanıyordu.

1966-1967’de okulları ve üniversiteleri solcu öğretmenlerden temizlemek için bir girişim başlatıldı. Yabancı sosyalist ya da köktenci yapıtların çevirmenleri, çevrilen metinler 18. Yüzyıla ait risaleler olsa bile, mahkemeye çıkarıldılar. İnsanlar yayın yoluyla komünizm propagandası yaptıkları için tutuklanıyordu.
Bununla beraber, Demirel’in durumu, anayasaya konulmuş fren ve denge mekanizmalarından dolayı, Menderes’inkinden tamamiyla farklıydı.

Anayasa mahkemesi de dahil olmak üzere bağımsız yargı, birçok durumda hükümete rağmen bireylerin haklarını korumak ve yeni yasaların anayasaya uygunluğunu temin etmek görevini yerine getiriyordu. Devlet radyo ve televizyonu özerk olup sık sık hükümeti eleştirmekteydi ve üniversitelerin özerkliği nedeniyle polis bir üniversite kampüsüne ancak rektörün daveti üzerine girebiliyordu.
Partisindeki birçok kişi bu engelleri kaldırmaya yönelik değişiklikten yana olduğu halde, Anayasayı değiştirmek ve kişi özgürlüklerini sınırlamak için gereken üçte iki çoğunluğu hiçbir zaman mecliste elde edemedi.

Bu politikalar yüzünden Demirel de Menderes gibi entelektüeller arasında sevilmez hale geldi, ama kırsal kesimde kendisine olan desteğin devam ettiği 1969 seçimleri ile belli oldu. AP küçük kayıplara uğramakla beraber (oy yüzdesi yüzde 46,5’e düşmüştü) meclisteki çoğunluğunu korumaktaydı; CHP ise onun kayıplarından yararlanamamış ve yalnızca yüzde 27,4 oy almıştı. Demirel öncekinden biraz daha merkezci olan yeni bir kabine kurdu.
Demirel’in sıkıntıları kendi partisi içindeydi. Demirel ülkenin sanayileşmesi için gereken parayı sağlamakta yardımcı olacak yeni vergi teklifleri yapmış ve bu yüzden muhafazakar tabanın desteğini yitirmişti. Şubat 1970’de AP’nin sağ kanadı muhalefetle birlikte oy kullandı ve böylece Demirel’i istifaya zorladı. Ancak Demirel’e alternatif yoktu ve Mart ayında yeni bir kabine kurdu. Haziran ayında sağ kanat açıkça partiden ayrılmaktan söz etmeye başladı. Demirel bu kesimin bazı üyelerini, partiden attı ve bazıları da istifa etti.

Aralık 1970’te, AP’den ayrılan 41 milletvekili ve senatör, Millet Meclisi eski başkanı Ferruh Bozbeyli önderliğinde Demokratik Parti’yi kurdular. Partinin adı Menderes ve Bayar’ın yasaklanmış Demokrat Parti’sini hatırlatıyordu.
7 Ocak 1946 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP’den) ayrılan bir gurup milletvekili tarafından kurulan Demokrat Parti (DP), yakın dönem Türk politik tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır.

DP, tek parti dönemi ve özellikle “Millî Şef” döneminin eleştirisini temel politik eksen olarak belirlemiş ve kısa zamanda yönetimden hoşnut olmayan neredeyse tüm toplum kesimlerinden destek almıştır. 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde DP’nin mutlak çoğunluk elde etmesi, partinin arkasına aldığı bu desteği göstermektedir.
Yeni TBMM’nin yaptığı ilk işlerden biri, adaylığı hiç tartışılmayacak Atatürk’lü yılların devlet adamı Celal Bayar’ı cumhurbaşkanı seçmek oldu. Başbakanlık makamı ise, Bayar’ın halka yakın gördüğü için desteklediği Adnan Menderes’e verildi.

Hükümet, Menderes’in ilk defa millî iradenin “tam ve serbest tecellisinin” sonucu oluşmuş dediği TBMM’de, seçimden iki hafta sonra okunan programla güvenoyu aldı.
2 Haziran 1950’de, beş gün önce okunmuş yeni hükümet programının TBMM’de görüşülmesi sırasında, Başbakan Menderes’in konuşmasını cevaplama hakkı muhalefete verilmeyince CHP’li milletvekilleri salonu terk etti.

Teorik düzlemde, DP ve CHP’nin hemfikir oldukları çok fazla tarafları, çok az anlaşmazlık konuları vardı. Ancak, DP’nin on yıl süren iktidarı boyunca iki parti arasındaki ilişkinin biçimi her geçen zaman çekişmenin şiddetini arttırdı.
DP dört yıl süren bir muhalefetten; CHP ise 27 yıllık iktidardan sonra yeni konumlarına alışık görünmüyorlardı. DP kendini, vurgulu bir söylemle on yıl boyunca sıklıkla dile getirilecek “millî irade”nin “yegâne” temsilcisi sayıyordu ve bu da DP liderlerine göre, kendisine, gerekli gördüğü her şeyi yapmak kudretini veriyordu.

DP’nin kendi icraatlarının meşruluğunu, tüm bir ulusun ortak görüşü veya isteği olduğuna inanılan “millî irade”de bulma anlayışı, devlete ait tüm kurumların iktidarın emrinde olduğu sonucuna götürdü.

O kadar ki, DP’nin iktidarı süresince tekrarlanan bu anlayış, 1953 yılının son ayında ülke çapında geniş örgüt yapısına sahip CHP’nin mal varlıklarına el konulmasına kadar gitti.

DP’nin revanşist tarzını yansıtan bu kararla hükümet, bağımsız bir örgüt olarak varlığını sürdürmek yerine, CHP’yle eklemlenmiş gördüğü Halkevleri’ni kapattı.

DP’nin muhalefet yıllarında kendi içinde yaşanan ayrılıklar sonrası kurulan Millet Partisinin (MP’nin) 8 Temmuz 1953’te kapatılması da, iktidarın muhalefete yönelik tutumlarının sadece CHP’yle sınırlı olmadığını gösterdi.

Ülkenin üçüncü siyasî partisi Millet Partisinin Haziran 1953’te gerçekleşen Dördüncü Kongresindeki açıklamalar, Atatürk inkılâplarına bir tehdit olarak değerlendirildi ve parti dini politikaya alet etmekle suçlandı. Bu suçlamayı doğrularcasına partinin Atatürk inkılâplarına bağlı kalması teklifinin reddedilmesi üzerine 40 kişilik bir gurup kongreyi terk etti.
,2 Mayıs 1954’te yapılan genel seçimlerde seçmenlerin büyük çoğunluğunun hükümete onayı vardı. DP’liler genel oyların yüzde 57’sini alarak, TBMM’de milletvekili sayısını 504’e çıkarmıştı. Buna karşılık, CHP oylarını bir önceki seçime kıyasla yüzde 5 oranında düşürürken, mevcut milletvekili sayısının yarısını bile elinde tutamamıştı.

1954 seçimleri hükümet için çok büyük bir başarı idi ve geçmiş dört yılda yapılan icraatlarının doğruluğunu hükümete inandırmıştı.

1954 genel seçimlerinden sonra meclis üstünlüğünü perçinleyen DP, umulanın tersine muhalefete yönelik siyasî liberalleşmeyi kısıtlayan bir dizi tedbirler aldı:
-Seçim işbirliğini önlemek amacıyla muhalefet partilerinin karma liste oluşturmaları yasaklandı;
-Muhalefet partilerinin devlet radyosundan yararlanmalarına izin verilmedi. -CHP’ye yakınlığından hâlâ şüphelenilen bürokrasinin, hükümete karşı bağımsızlığını sona erdirmek için hâkim ve profesörleri de kapsayan devlet memurlarını geçici olarak görevden alma ve erken emekli etme yetkisini hükümete veren kanun kabul edildi.

Baskıcı olarak nitelenebilecek bu uygulamalara gidilmesi, ülkede kendini belli eden ekonomik sıkıntılardan kaynaklanmıştı. Muhalefet için “kriz” olarak değerlendirilen ve devamlı olarak sözü edilen ekonomik sorunlar, hükümet açısından kolay halledilebilecek önemsiz konulardı.

1955 yılında Türk politikasının ana konusu, Kıbrıs Sorunu olmuştu. İktidar partisi bu konuyu, etkili şoven söylemle eksikliklerini kapatmak için kullanmasını bildi; muhalefet ise “millî mesele” olarak addettikleri bu konuyu iç politikanın konusu haline getirmedi.

Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşme eğilimine bir tepki olarak 6-7 Eylül’de İstanbul’da başlayan kitlesel olaylar, beklenmedik bir seyir izleyerek sıkıyönetim kararı aldırtan DP’nin iktidarını zedeledi, 10 Eylül’de İçişleri bakanı istifa etti. DP içindeki gayri memnunlar, partiden ayrılarak yılın son ayında liberal demokrat çizgisiyle öne çıkan Hürriyet Partisi’ni (HP) kurdular.

1956 yılı boyunca süren politik belirsizlik, ülkeyi yeni bir seçime götürdü. Hükümet, istikrar sağlamak için Eylül başında erken seçim kararını açıklamıştı. 27 Ekim 1957’de gerçekleşen genel seçimlerde DP yine tek başına iktidar olabilecek oyu almıştı. Ancak, daha önceki iki seçimden farklı olarak, DP’nin oy oranı yüzde 50’nin altında kalmıştı.

Bu durum, DP’nin 1950’den beri sarıldığı millî irade anlayışını “zaafa” uğratmıştı. CHP ise, oylarını bir önceki seçime kıyasla yüzde 5 oranında artırarak, TBMM’deki milletvekili sayısını yaklaşık altı katına çıkarmıştı.

Seçim sonrasında siyasî baskı ve ekonomik sıkıntı devam etti. Ağustos 1958’de hükümet ekonomide bir istikrar programı uygulamaya girişti. Türk Lirası ABD Doları karşısında devalüe edilirken, Batılı devletlerden istenen kredi sağlandı. Ancak bu çabalar ülke ekonomisinin temel sorunlarına kalıcı çözüm getiremedi ve etkisi sınırlı kaldı.

14 Temmuz 1958’de halkın desteğiyle Irak’ta gerçekleşen askerî müdahale, DP’yi muhalefete yönelik daha katı önlemler almaya itti. Hükümet için muhalefetin tutumu saldırgandı ve gerekirse kovuşturmaya kadar varacak ileri tedbirler almayı zorlamaktaydı. Başbakan Menderes 12 Ekim’de Manisa’da CHP’lilerin kurmakta olduğu “kin ve husûmet cephesine” karşı “Vatan Cephesi”ni kurmalarını istedi.

Bu sıralarda TBMM, düzenli olarak toplanamadığı gibi, toplandığı zamanlarda da, ya toplantılar kısa sürüyor ya da iktidar-muhalefet arasında kavgaya varan gerginlikler yaşanıyordu. Bu durum, muhalefetin faaliyetlerini daha çok TBMM dışına kaydıracaktı.

CHP, Nisan 1959’da Ege illerini kapsayan bir propaganda gezisi düzenledi. İnönü’nün bu geziyi, Büyük Taarruz’da Yunan Başkomutanı Trikupis’i esir aldığı Uşak’ta başlatması DP’lilerin tepkisini çekti. DP’nin kalelerinden biri sayılan Uşak’ta İnönü’nün gelişi karşı gösteriye sebep oldu. İnönü, Uşak’tan İzmir’e giderken kızgın kalabalığın saldırısına uğradı ve başından taşla yaralandı.

Politik durumu normalleştirmek ve iktidarla muhalefet arasında olumlu bir ilişki kurmak, bu sıralarda daha da zorlaşmıştı. 1960’ın Nisan başında, CHP lideri İnönü’yü Kayseri’ye götüren trenin yetkililerce durdurulup, İnönü’den Ankara’ya geri dönmesi istendi. İnönü, bu teklifi kabul etmedi ve üç saatlik bir gecikmeyle yoluna devam etmesine izin verildi. Ancak, bu durum hükümeti zor durumda bıraktı. Hükümete göre CHP, komplocu yaklaşımlar sergilemekte idi. “Kayseri Olayı” diye bilinen bu olaydan bir gün sonra, DP Meclis Gurubu, muhalefeti bir askerî ayaklanma düzenlemekle suçladı ve muhalefetin faaliyetleri ile ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak için “Meclis Tahkikat Komisyonları”nın kurulması istendi.

18 Nisan’da kurulan Meclis Tahkikat Komisyonu, muhalefetin kanunî sınırları zorladığına ilişkin DP’nin iddialarını soruşturmak için oluşturulmuştu. Tamamen DP’lilerden kurulu bu komisyonun tarafsız olması çok zordu. Üstelik, komisyona olağanüstü yetkiler verilmişti.

On gün sonra da, komisyonun yetki ve görevlerini tanımlayan tasarı TBMM’den geçti. Böylelikle, muhalefetin anayasaya aykırı gördüğü bu komisyona, gazeteleri toplatma, basına sansür getirme ve komisyonun çalışmasına engel olanlara hapis cezası verme yetkisi verilmişti. İnönü bu meclis kararını sert bir şekilde eleştirince, kendisine Meclis görüşmelerine 12 oturum katılmama cezası verildi.

Mayıs 1960’ta Tahkikat Komisyonunun incelemeleri orduya yöneldiğinde, ordu içindeki ihtilalci örgütler harekete geçme kararını vermişlerdi. Bu arada, 21 Mayıs’ta geleceğin subaylarını yetiştiren Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüşü, hükümeti olumsuz yönde etkiledi.

27 Mayıs sabahı, Menderes’in erken seçim kararını açıklamayı düşündüğü gezisinin Eskişehir’den sonraki durağı Kütahya’ya giderken, ihtilalci subay Kurmay Albay Alparslan Türkeş DP hükümetini devirdiklerini açıklayan bildiriyi Ankara radyosundan okudu.

27 Mayıs’la ilgili iki farklı görüş yerleşti:
-Bir görüşe göre, demokrasi dışı uygulamaları kontrol edilemeyen bir hükümete karşı demokratikleşmeyi sağlayan meşru bir darbeydi.

-Diğer görüşe göre ise, 27 Mayıs, seçimle işbaşına gelmiş bir iktidarı deviren ve kendisinden sonraki darbelere de yol açarak demokrasinin kökleşmesini önleyen bir darbeydi.

“Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz.”
Adnan Menderes, Başbakan, DP Meclis Gurubuna hitap, 29 Kasım1955.

Demokrat Parti İçindeki Gelişmeler :

1950 seçimlerinden sonra, Cumhurbaşkanı Bayar’ın Menderes’i Başbakan olarak ataması parti içindeki yaygın beklentinin tersine görünüyordu. Fuat Köprülü gibi yaşları ve tecrübeleriyle siyasî nüfuzu güçlü kişiler yanında genç politikacı Menderes’in yeni hükümeti kuracak olması tahmin edilmiyordu.

Menderes sadece başbakanlığı değil, CHP zamanında hep cumhurbaşkanlığına ait olan parti genel başkanlığını da üstlenmişti. Çabuk karar vermeyi kolaylaştıracak bu iki makamın bir kişide toplanması, partinin kabineye hükmetmesine izin vermemek içindi. Başbakanın sorumluluğunu daha da arttıran bu durum, öte yandan başbakanın görevini sorumsuz kullanmaya itebilecek bir ihtimali de içine alıyordu.

Menderes’in ilk hükümeti, parti içi dengeler pek gözetilmeden oluşturulmuştu. On beş kişilik bakanlar kurulunun yarısından fazlası parti içinde popülariteleri oldukça düşük teknokrat ve bürokratlardan oluşuyordu. Fakat bir süre sonra yerel örgütler nezdinde güçlü isimler birer birer kabineye alındı. Bu durum Menderes’in parti içindeki yerini daha da sağlamlaştırdı.

İlk kabinenin kurulmasından on ay bile geçmemişken Menderes’in günün ihtiyaçlarını gerekçe göstererek 9 Mart 1951’de yeni kabineyi açıklaması, önceden beklenen daha etkili icraat isteklerini boşa çıkarttı. Menderes sadece üç bakanının yerine başkalarını getirirken, altı bakanın da yerlerini değiştirmişti ve bu açıdan ilk kabineden önemli ölçüde ayrılan bir nitelik taşımamakta idi.

DP’nin üst yönetimi, geçen bir yıldan sonra açıkça beliren yerel örgütlerdeki yönetim mekanizmasından kaynaklanan sıkıntıları giderme konusunda ihtiyatlı davrandı. Hükümetin işlerliğini yitireceği endişesiyle, önceki iktidar partisine bağlı görülen bürokraside ciddi bir kadro değişikliğine yönelmedi. Ancak, aşağıdan gelen bu yöndeki baskılar DP liderlerini, kendi yerel örgütlerini kaybetmeme pahasına özellikle devletle özdeşleşen CHP ile yeni tartışmalarının içine sokmaya başladı.

Menderes, parti içindeki konumunu ve yerel örgütler üzerindeki denetimini güçlendirmesi için kongrenin desteğini önemsedi. DP’nin iktidara geldikten sonra ilk kurultayı, 15 Ekim 1951’de Ankara’da Büyük Sinema’da gerçekleşti.

DP, kuruluşundan iktidara gelmesine kadar geçen dört yıllık muhalefet döneminde iki büyük kongre -ilki 1946’da, diğeri 1948’de olmak üzere- yapmıştı. On yıl süren iktidarı boyunca da iki büyük kurultay yapabilecekti. Altı gün sürecek bu Üçüncü Büyük Kurultaya, çağrılanların çoğunun iştirak ettiği 1000’in üzerinde delege katıldı.

Bu kurultayda ülkenin esas davası “millî kalkınma” olarak belirlendi. Parti programı aynen kabul edilirken, tüzükte birkaç noktada değişiklik yapıldı. Bu değişikliklerden biri de, milletvekillerinin parti örgütlerinde görev almasına yasak getirilmesiydi.

Kongreden sonra Menderes, 1954 genel seçimlerine kadar partisinin il örgütlerinde kendisine bağlı ve sadık adayları yerleştirdi. Bu sıralarda iyiye giden ekonominin yardımıyla Menderes’in parti içindeki muhalifleri karşısında durumu nerdeyse sarsılmaz gibiydi.

Arkasına aldığı kitlesel destekle 1954 seçimlerindeki ezici sonuca rağmen, hemen bir yıl sonrasında kötüleşmeye başlayan ülke ekonomisinin etkisiyle DP içindeki muhalifler hükümet politikalarını daha açık eleştirmeye başladı.

Asıl tartışma konusu, sıradan bir seçmen için pek sorun teşkil etmeyen gazetecilere iddialarını mahkemede “ispat hakkı” verecek düzenlemeyi içerecek basın kanunu değişikliği tartışmalarından çıktı. Basına ispat hakkı tanımaktan yana olan ve başını F.Lütfi Karaosmanoğlu’nun çektiği dokuz kişilik muhalif gurup 1955’in Ekim ayının başlarında parti genel kuruluna bu yönde bir değişiklik önerisi sundu. Önerisini geri çekmeyen dokuz muhalif, parti disiplin kurulu tarafından ihraç edildi.

Hemen sonrasında onlara destek vermek isteyen on kişi de partiden istifa etti. Sonradan “On Dokuzlar” diye anılacak partiden atılan ve ayrılanlar, 15 Ekim’de toplanacak DP’nin Dördüncü Büyük Kurultayında Menderes’in liderliğini pekiştirmiş oldular.

DP’nin tüzüğü gereği iki yılda bir kurultay toplanması gerekirdi. Bir önceki kurultay 1951’de gerçekleşmişken, aradan geçen dört yıla rağmen sonraki kurultay henüz yapılmamıştı. Dördüncü Büyük Kurultayda, Başbakan ve Maliye Bakanı tarafından okunan ülkenin siyasî ve ekonomik gelişmelerine ilişkin raporlardan sonra, delegelerin genel politikadan bir şikâyeti yoktu.

Delegelerin eleştirileri parti tüzüğünün uygulanmamasına dönüktü. Bunlar da daha çok yapılan yoklamalarda kazanan milletvekili adaylarının genel idare kurulu tarafından veto edilmesi ile her ilin çıkarttığı milletvekili sayısının üç katı kadar delegeyle kurultaya katılmasını öngören düzenlemenin tüzükte yer almaması noktalarında toplanmakta idi.

Bu eleştirilerden ilki, veto yetkisinin daha önce de (örneğin 1950 seçimlerinde) genel idare kurulunca kullanıldığına dikkat çekilerek, diğer eleştiri noktası olan delege sayısının sınırlandırılmasının ise zorunluluktan kaynakladığı yorumuyla cevaplandı.

Dört gün sürecek olan bu kongrede, daha öncekilerden farklı olarak kurultayın son günü değil, ikinci gününde genel başkan ve idare kurulu üyelerinin seçimi yapıldı. Kurultayın son iki günü temennilere ayrılsa da, bu durum seçimler yapıldığı için söylenenleri çok anlamlı hale getirmiyordu.

Son gün itirazlar arasında ve ancak temenni mahiyetinde olmak üzere kabul edilen önergede, partiden ayrılanların milletvekili sıfatının da kaldırılmasını sağlamak üzere bir kanun çıkarılmasının istenmesi tartışmaya yol açtı. Adnan Menderes’in de destek verdiği bu öneri, başta genel başkan olmak üzere parti üst yönetiminin milletvekilleri üzerindeki baskısını artırması anlamına geliyordu.

Kongre, yine de parti içi muhalefeti yok etmedi. DP’nin Meclis gurubu Menderes’in Irak’ta olduğu Kasım ayında hükümetin ekonomik politikalarını bu kez daha sert bir şekilde dillendirdi. Bununla birlikte geriye kalan muhaliflerin Menderes’in en çok güvendiği üç bakanın istifasını istemesi ise, Başbakanın guruptaki desteğini yitirdiğini göstermekteydi.

Menderes, parti gurubunun karşısına 29 Kasım’da çıktığında, kendi geleceğini “gücünüz o kadar büyük ki, (…) kendimi tamamen gurubun ellerine terk ediyorum” sözleriyle güvenoyu istedi. DP Meclis Gurubu parti içinde alternatif güçlü bir isimden yoksun olduğunu gördü ve Menderes’e desteği sürdürme kararını verdi.

1957 genel seçimlerinden önce Menderes’e karşı olan milletvekillerinin bir kısmı partiden ayrılmıştı. Yerel örgütlerden gelen çeşitli baskılar da etkisizleştirilmişti. Bundan sonra Menderes’in partisinde kişisel muhalefet dışında karşılaşacağı sorun yok gibiydi. Fakat, kısa sürede, homojen olmayan muhaliflerin her istediklerini gerçekleştirmenin zor olduğu görülmeye başlandı. DP’nin iktidar olduğu on yıl boyunca partinin üst yönetiminin başlıca iç sorunu, örgüt desteğini sağlamak için parti üzerindeki denetimi kurmak oldu. DP’nin muhalefet yıllarında (1946-1950) sahiplendiği çıkarlarının genişliği kendi yararına idi, ancak iktidarda bunun bir zaaf olduğu görüldü ve parti içinde fraksiyonların oluşumuna engel olunamadı.