ysknın açıklamasına göre daha önceden khk ile görevden uzaklaştırılan başkanlar, tekrar seçildikleri yerde mazbata alamayacak, yerine seçimde 2. olmuş partinin adayı geçecekmiş.
e o zaman bu adamları neden seçime soktun diye sormazlar mı? neyse.
e o zaman bu adamları neden seçime soktun diye sormazlar mı? neyse.
öncelikle tanım: dr. nilüfer şenbecerir'in beyaz yakalıların çalıştığı kurumlarda gerçekleştirdiği konferansın adıdır ve giden kişi olarak aldığım notlar aşağıdaki gibidir:
etkinlikte kaba hatlarıyla kalbe yolculuk aşk ve sevginin metobolizmamız üzerindeki etkilerinden söz edilmiştir.
doğumumuzdan bu yana hep bir şeyleri ister istemez fark ediyoruz. yemek yemeyi, yürümeyi öğrenmeyi vs. yeni bir şeyi fark etmemiz gerekmiyor zaten pek çok bilgiyi öğreniyoruz. esasında sorun biraz da burada başlıyor. her şeyi otomatize ediyoruz! (vücut için otomatizma adını veriyor.)
otomatize ettiğim şeylere örnek olarak 2 saatte bir sigara içmeliyim, sabah kahve içmeliyim, akşam şunu yemeli, bugün bunu giymeliyim gibi. bunu size kim yaptırıyor?
gelecekte robotlaşacak üretim araç gereçlerinden bahsediyoruz ancak bugün “otomatizmalar” olarak robotlaşmış durumdayız. (yaptıkları şeylerin başında belirli olmasından ötürü)
otomatiklikten çıkabiliyor muyuz? insanları gerçekten dinliyor muyuz? bir şeyi yapmak istediğimizde gerçekten biz mi istiyoruz yoksa hariçten biri/bir güç bize bunları istetiyor mu?
geldiğimiz noktada insanları tam dinlemeden vereceğimiz cevaba odaklanıyoruz. birini dinlediğinizde aklınızla değil kalbinizle yanıt verirseniz vereceğiniz cevap farklı olur muydu?
amigdala genel hatlarıyla soru sorulduğunda durumdan rahatsız olacağı ve enerji harcayacağı için bunu istemiyor! cevabı baştan hazırlayıp ilgiyi üstünden atma eğilimi taşıyor. (mücadele et vs kaç)
daha önceki seminerlere refere ederek amigdalamızı sürekli büyüttüğümüzden ve kahve, sigara vb. büyüttüğümüzden; hiç alfa beyin dalgasına (parasempatik hal) fırsat vermediğimizde söz etti.
doğum nefesle başladı nefesle bitecek, nefes alma verme kendiliğinden başladı ve her nefesinle yeniden doğduğunun farkına varman gerekiyor. her yeni nefesini misafirin nasıl geliyorsa öyle çağırırsın ve bıraktığında da sanki onu uğurluyormuş gibi bırakmalısın. günde 10 dk nefes egzersizi muhteşem sonuçlar çıkarabilir.
iletişim kurmak, konuşmak nefesimizle başlar. nefesinin ses tellerine vurmasıyla kendini ifade ediyorsun ve ben bu hayatta varım diyorsun. konuşmak içimizdeki nefesin hikayesidir.
yumruk büyüklüğündeki ve özgün çalışan kalbimiz dakikada ortalama 72, yılda yaklaşık 3 milyar atım; dakikada 5, yılda 2.5 lt kan pompalıyor. 70 yaşında birinin kalbi 2 milyar kez atmış oluyor.
burada sorun şu ki kalp atım ve kan pompalama sınırımız belliyken neden kesık nefes alıyoruz? derin nefes almak ve bunun tadına varmak yerine bu acelemiz neden?
bu bilgiden hareketle çıkarılacak spor yapmak kalp atış miktarından çalıyor önermesi yanlıştır. spor yapmak kalp kasılmasını güçlendirir bilakis kalbin çalışma süresini uzatır diyebiliriz.
kalp aslında ikinci beyin. ikinci beynimizde de çok sayıda nöron (%65 oranında) bulunur. yüksek nöron barındırması sebebiyle beyinden daha etkin olduğu anlar oluyor.
zihne etki edebilecek en büyük etki kalpte, dünyayla savaşabilecek en büyük gücünüz de kalbiniz.
özet:
beyin bir konuya odaklanırken kalp umursamayabilir. kalbi yok sayamıyoruz.
kalp kan içinde, beyinse elektrolit sıvı içerisinde. hangisinin daha etkin olabileceğini siz düşünün.
erkek sol, kadın sağ beyinle düşünür. kadın erkeksiz yapabilirken; erkek kadınsız yapamıyor.
beyin ölümü olur, kalp çalışır ve nakledilebilir. kalp ölünce, beyin de ölür.
ezcümle:
kalp bir duyu organıdır, hisseder. beyinse yönetmeye çalışır, sentezler. göz görür, beyin yorumlar, kalp hisseder.
etkinlikte kaba hatlarıyla kalbe yolculuk aşk ve sevginin metobolizmamız üzerindeki etkilerinden söz edilmiştir.
doğumumuzdan bu yana hep bir şeyleri ister istemez fark ediyoruz. yemek yemeyi, yürümeyi öğrenmeyi vs. yeni bir şeyi fark etmemiz gerekmiyor zaten pek çok bilgiyi öğreniyoruz. esasında sorun biraz da burada başlıyor. her şeyi otomatize ediyoruz! (vücut için otomatizma adını veriyor.)
otomatize ettiğim şeylere örnek olarak 2 saatte bir sigara içmeliyim, sabah kahve içmeliyim, akşam şunu yemeli, bugün bunu giymeliyim gibi. bunu size kim yaptırıyor?
gelecekte robotlaşacak üretim araç gereçlerinden bahsediyoruz ancak bugün “otomatizmalar” olarak robotlaşmış durumdayız. (yaptıkları şeylerin başında belirli olmasından ötürü)
otomatiklikten çıkabiliyor muyuz? insanları gerçekten dinliyor muyuz? bir şeyi yapmak istediğimizde gerçekten biz mi istiyoruz yoksa hariçten biri/bir güç bize bunları istetiyor mu?
geldiğimiz noktada insanları tam dinlemeden vereceğimiz cevaba odaklanıyoruz. birini dinlediğinizde aklınızla değil kalbinizle yanıt verirseniz vereceğiniz cevap farklı olur muydu?
amigdala genel hatlarıyla soru sorulduğunda durumdan rahatsız olacağı ve enerji harcayacağı için bunu istemiyor! cevabı baştan hazırlayıp ilgiyi üstünden atma eğilimi taşıyor. (mücadele et vs kaç)
daha önceki seminerlere refere ederek amigdalamızı sürekli büyüttüğümüzden ve kahve, sigara vb. büyüttüğümüzden; hiç alfa beyin dalgasına (parasempatik hal) fırsat vermediğimizde söz etti.
doğum nefesle başladı nefesle bitecek, nefes alma verme kendiliğinden başladı ve her nefesinle yeniden doğduğunun farkına varman gerekiyor. her yeni nefesini misafirin nasıl geliyorsa öyle çağırırsın ve bıraktığında da sanki onu uğurluyormuş gibi bırakmalısın. günde 10 dk nefes egzersizi muhteşem sonuçlar çıkarabilir.
iletişim kurmak, konuşmak nefesimizle başlar. nefesinin ses tellerine vurmasıyla kendini ifade ediyorsun ve ben bu hayatta varım diyorsun. konuşmak içimizdeki nefesin hikayesidir.
yumruk büyüklüğündeki ve özgün çalışan kalbimiz dakikada ortalama 72, yılda yaklaşık 3 milyar atım; dakikada 5, yılda 2.5 lt kan pompalıyor. 70 yaşında birinin kalbi 2 milyar kez atmış oluyor.
burada sorun şu ki kalp atım ve kan pompalama sınırımız belliyken neden kesık nefes alıyoruz? derin nefes almak ve bunun tadına varmak yerine bu acelemiz neden?
bu bilgiden hareketle çıkarılacak spor yapmak kalp atış miktarından çalıyor önermesi yanlıştır. spor yapmak kalp kasılmasını güçlendirir bilakis kalbin çalışma süresini uzatır diyebiliriz.
kalp aslında ikinci beyin. ikinci beynimizde de çok sayıda nöron (%65 oranında) bulunur. yüksek nöron barındırması sebebiyle beyinden daha etkin olduğu anlar oluyor.
zihne etki edebilecek en büyük etki kalpte, dünyayla savaşabilecek en büyük gücünüz de kalbiniz.
özet:
beyin bir konuya odaklanırken kalp umursamayabilir. kalbi yok sayamıyoruz.
kalp kan içinde, beyinse elektrolit sıvı içerisinde. hangisinin daha etkin olabileceğini siz düşünün.
erkek sol, kadın sağ beyinle düşünür. kadın erkeksiz yapabilirken; erkek kadınsız yapamıyor.
beyin ölümü olur, kalp çalışır ve nakledilebilir. kalp ölünce, beyin de ölür.
ezcümle:
kalp bir duyu organıdır, hisseder. beyinse yönetmeye çalışır, sentezler. göz görür, beyin yorumlar, kalp hisseder.
tanım: hayatın en temel parçası.
bunun haricinde, kurumumda gerçekleşen seminerde aldığım notlar aşağıdaki gibidir:
amigdala olaylar karşısında savaş ya da kaç refleksi sergiler ve beynimiz bu süreç içerisinde beta dalgası yayar.
beta dalgası, bizim tetikte kalmamızı sağlar. bu kısma parasempatik sistem denir ve metobolizma kendini bu anlarda kilitler, çalışması gereken diğer sistemlerden “çalarak” olaylarla mücadeler yapısına enerji ayırır. sunum sırasında anlatıcıların sürekli su içmeleri tükürük sisteminin çalışmaması ve ağız kuruluğu yaratması gibi.
bazı insanlarda beta beyin dalgası 24 saat kadar sürebilir ki bu da amigdalayı büyütür. sorunsal bir durum yaratır ki normal insanda en fazla 4 saat kullanılması gerekir.
amigdalanın haddinden fazla kullanılması, stres ülseri, cinsel bozukluklar ve hatta kan şekerini artırır. buna gizli şeker diyoruz ki şekerin gizli olması bilgisi pek akla yatkın değildir.
sevdiğimiz biri ile yemek yerken parasempatik sistem devreye girer ve beyin alfa beyin dalgası yaymaya başlar. vücudun diğer fonksiyonları da çalışmaya başlar.
beta ve alfa beyin dalgalarını yayan sistemler birbiri ile zıt çalışır. hangisine ağırlık veriyorsanız metobolizmanın otonom çalışmasına o denli izin veriyorsunuz ya da vermiyorsunuz.
alfa sistemini aktive edebilmek için yani “anda kalabilmek” için yapılacak metotlar bulunuyor: meditasyon, dans etmek, egzersiz yapmak vb. bunu beynin beta dalgasını 4 saat yaydığı bir zaman sonrasında 10 dakika yapan gerekir ki anda kalabilmeyi gerçekleştirebilesin ve sağlığını olumsuz hastalıklardan arındırabilesin.
evrende hayatta kalabilmemizi sağlayan en temel 3 şey var: sırasıyla besin/gıda, su ve hava. bunlardan en kritik olanı tartışmasız hava ki oksijensiz kaldığımızda birkaç dakikada ölebiliriz.
farkında olmasak da hava olmadan enerjimizi de alamıyoruz. hava sayesinde gıdayı enerjiye çeviriyor ve hayatta kalabiliyoruz.
seminerde, örnek olarak 9 aileden söz edildi. bunlar esasen “hava” tüketiyorlar. haftada 3-4 kez meyveyle beslenip doğru nefes kullanımıyla hayatta kalabiliyorlar (kaynak yok)
aşağı yukarı; dakikada 15-16, saatte 1000 günde 22000 nefes alıyoruz. uykuda daha az nefes almamızın sebebi soluk alışverişinin yavaşlaması.
soluk alışverişi otonom sisteme dahil olduğu için pek çaba sarf etmeden nefes alıp veriyoruz. yani aldığımız ve verdiğimiz nefesin de farkında değiliz. (seminerin yapılma sebebi de belki bu)
nefes kontrolümüz 5 yaşında başlıyor. nefes kontrolünden kasıt, daha geniş mi kesik mi hızlı mı yavaş mı ne nitelikte nefes alıyoruz vs. bu yaşta belirginlik kazanıyor.
seminerde katılımcılarla 5 dakikalık nefes egzersizi yaptı ve burada öne çıkan metobolizmanın aniden pasasempatik sisteme geçmesi/beynin alfa dalgası yayması amigdala tarafından tehdit olarak algılanabiliyor. bir an kontrolümü kaybediyorum gibi his oluşabiliyor. bu da baş dönmesi yaratabiliyor, bir iki kişi bu durumdan mustarip oldu.
önemli kıstaslar: nefesi çok mu alıyorsun çok mu veriyorsun? ya da dengede mi? nefesin senin kontrolünde mi? bunun farkına varmak nefestesin hayattasın algısı yaratabiliyor.
nefes almak efor gerektirir vermek gerektirmez. aldığın her nefesin 2 katına yakın sürede nefes vermelisin ki karbondioksit vücudundan gitsin.
bir yandan da nefes alıp vermek eski eşyaları çıkarıp yerine yenilerini koymak gibi. oksijen giriyor ve karbondioksit çıkıyor. kesik kesik nefeslerde tüm karbondioksit çıkmamış oluyor.
nefesinin farkına varmak için bir elini vücudunun ön üst kısmına, bir elini de karnına koyup şişmesini takip edebilirsin. ne kadar avucunun nefesle dolduğunu anlıyorsan aslında o kadar nefes alıyorsun.
nefesini burundan al ağzından ver mekanizması doğal nefestir. yoga yapanların vb. uyguladığı burundan al burundan ver sistemi farklı bir tekniktir. konumuz doğal nefestir.
çoğu zaman (kış aylarında ağzımızdan buhar çıkması gibi) alınan nefesin farkına varılmaması acı bir durum. anı yaşayamamanın en temel göstergesi.
nefes 3 katmanda ciğerlerimize ulaşıyor ve sadece nefes alma işleminde akciğer pay sahibi değil. kalp, damarlar, kan vb. de bu sistemin içinde. tüm vücudun ihtiyacından söz ediyoruz.
vaktim yok okuyamam diyenlere özet:
doğru nefes alma veya alamama 5 yaşınaan sonra hayatta karşılaşılacak problemleri de belirleyebiliyor.
basit mantıkla her nefes aldığında içinde bu nefes sayesinde bir çiçek açıyor gibi düşünmelisin.
sunumu yapan hanımefendi nefes almaya 37 yaşımda başladığımı anladım gibi jenerik bir söz de söyledi.
beta beyin dalgasından ne denli çıkıp alfa beyin dalgası yayabiliyorsanız o kadar hayattasınız.
doğmak (yeni nefesi almak) için ölmek (eski nefesi bırakmak) gerekiyor.
ezcümle özet: doğum nesef almamızla başlar ve son nefesimizi vermemizle sona erer. aldığımız soluk kadar hayattayız.
bunun haricinde, kurumumda gerçekleşen seminerde aldığım notlar aşağıdaki gibidir:
amigdala olaylar karşısında savaş ya da kaç refleksi sergiler ve beynimiz bu süreç içerisinde beta dalgası yayar.
beta dalgası, bizim tetikte kalmamızı sağlar. bu kısma parasempatik sistem denir ve metobolizma kendini bu anlarda kilitler, çalışması gereken diğer sistemlerden “çalarak” olaylarla mücadeler yapısına enerji ayırır. sunum sırasında anlatıcıların sürekli su içmeleri tükürük sisteminin çalışmaması ve ağız kuruluğu yaratması gibi.
bazı insanlarda beta beyin dalgası 24 saat kadar sürebilir ki bu da amigdalayı büyütür. sorunsal bir durum yaratır ki normal insanda en fazla 4 saat kullanılması gerekir.
amigdalanın haddinden fazla kullanılması, stres ülseri, cinsel bozukluklar ve hatta kan şekerini artırır. buna gizli şeker diyoruz ki şekerin gizli olması bilgisi pek akla yatkın değildir.
sevdiğimiz biri ile yemek yerken parasempatik sistem devreye girer ve beyin alfa beyin dalgası yaymaya başlar. vücudun diğer fonksiyonları da çalışmaya başlar.
beta ve alfa beyin dalgalarını yayan sistemler birbiri ile zıt çalışır. hangisine ağırlık veriyorsanız metobolizmanın otonom çalışmasına o denli izin veriyorsunuz ya da vermiyorsunuz.
alfa sistemini aktive edebilmek için yani “anda kalabilmek” için yapılacak metotlar bulunuyor: meditasyon, dans etmek, egzersiz yapmak vb. bunu beynin beta dalgasını 4 saat yaydığı bir zaman sonrasında 10 dakika yapan gerekir ki anda kalabilmeyi gerçekleştirebilesin ve sağlığını olumsuz hastalıklardan arındırabilesin.
evrende hayatta kalabilmemizi sağlayan en temel 3 şey var: sırasıyla besin/gıda, su ve hava. bunlardan en kritik olanı tartışmasız hava ki oksijensiz kaldığımızda birkaç dakikada ölebiliriz.
farkında olmasak da hava olmadan enerjimizi de alamıyoruz. hava sayesinde gıdayı enerjiye çeviriyor ve hayatta kalabiliyoruz.
seminerde, örnek olarak 9 aileden söz edildi. bunlar esasen “hava” tüketiyorlar. haftada 3-4 kez meyveyle beslenip doğru nefes kullanımıyla hayatta kalabiliyorlar (kaynak yok)
aşağı yukarı; dakikada 15-16, saatte 1000 günde 22000 nefes alıyoruz. uykuda daha az nefes almamızın sebebi soluk alışverişinin yavaşlaması.
soluk alışverişi otonom sisteme dahil olduğu için pek çaba sarf etmeden nefes alıp veriyoruz. yani aldığımız ve verdiğimiz nefesin de farkında değiliz. (seminerin yapılma sebebi de belki bu)
nefes kontrolümüz 5 yaşında başlıyor. nefes kontrolünden kasıt, daha geniş mi kesik mi hızlı mı yavaş mı ne nitelikte nefes alıyoruz vs. bu yaşta belirginlik kazanıyor.
seminerde katılımcılarla 5 dakikalık nefes egzersizi yaptı ve burada öne çıkan metobolizmanın aniden pasasempatik sisteme geçmesi/beynin alfa dalgası yayması amigdala tarafından tehdit olarak algılanabiliyor. bir an kontrolümü kaybediyorum gibi his oluşabiliyor. bu da baş dönmesi yaratabiliyor, bir iki kişi bu durumdan mustarip oldu.
önemli kıstaslar: nefesi çok mu alıyorsun çok mu veriyorsun? ya da dengede mi? nefesin senin kontrolünde mi? bunun farkına varmak nefestesin hayattasın algısı yaratabiliyor.
nefes almak efor gerektirir vermek gerektirmez. aldığın her nefesin 2 katına yakın sürede nefes vermelisin ki karbondioksit vücudundan gitsin.
bir yandan da nefes alıp vermek eski eşyaları çıkarıp yerine yenilerini koymak gibi. oksijen giriyor ve karbondioksit çıkıyor. kesik kesik nefeslerde tüm karbondioksit çıkmamış oluyor.
nefesinin farkına varmak için bir elini vücudunun ön üst kısmına, bir elini de karnına koyup şişmesini takip edebilirsin. ne kadar avucunun nefesle dolduğunu anlıyorsan aslında o kadar nefes alıyorsun.
nefesini burundan al ağzından ver mekanizması doğal nefestir. yoga yapanların vb. uyguladığı burundan al burundan ver sistemi farklı bir tekniktir. konumuz doğal nefestir.
çoğu zaman (kış aylarında ağzımızdan buhar çıkması gibi) alınan nefesin farkına varılmaması acı bir durum. anı yaşayamamanın en temel göstergesi.
nefes 3 katmanda ciğerlerimize ulaşıyor ve sadece nefes alma işleminde akciğer pay sahibi değil. kalp, damarlar, kan vb. de bu sistemin içinde. tüm vücudun ihtiyacından söz ediyoruz.
vaktim yok okuyamam diyenlere özet:
doğru nefes alma veya alamama 5 yaşınaan sonra hayatta karşılaşılacak problemleri de belirleyebiliyor.
basit mantıkla her nefes aldığında içinde bu nefes sayesinde bir çiçek açıyor gibi düşünmelisin.
sunumu yapan hanımefendi nefes almaya 37 yaşımda başladığımı anladım gibi jenerik bir söz de söyledi.
beta beyin dalgasından ne denli çıkıp alfa beyin dalgası yayabiliyorsanız o kadar hayattasınız.
doğmak (yeni nefesi almak) için ölmek (eski nefesi bırakmak) gerekiyor.
ezcümle özet: doğum nesef almamızla başlar ve son nefesimizi vermemizle sona erer. aldığımız soluk kadar hayattayız.
tanım: özgür bolat'ın kitabının adıdır.
aynı isimli seminerde aldığım notlar aşağıdaki gibidir:
(neden şımarırız sorusunu yöneltti izleyiciye ilk başta) şımarma hali sevginin tekrar geleceğinden emin olamama durumudur. (zaten sevdiklerimize şımarırız deriz) burada soru, hani anne-baba koşulsuz severdi? demek ki sevgimiz varsa da ulaştıramıyoruz sevgimizi. koyduğumuz koşullar ve sevgimizin koşullar/kurallar dahilinde gelmiş olması, onu ulaştırılamaz kılıyor.
(mutlu olmak için başarıya ihtiyaç var mı sorusunu sordu devamında) bu örnekler ilgili önce kendinden (aldığı burslardan, derecelerinden, harvard vb.) sonra da en az kendisi kadar başarılı bir arkadaşından (şu anda moskova’da dominos pizza ceo’su olmuş bu adam) söz etti. söz konusu mutluluk başarı odaklıysa ve başarının kaybı halinde bireyin mutluluğu için “kara görünmüş” oluyor. (komik anekdot: adam öss’de türkiye 56. olmuş, babası “olsun oğlum, sağlık olsun” demiş)
mutluluk halinin devamlılığı politikacılar için de geçerli. nasıl ki koltuk sevdalısı dediğimiz adamlar var ve hala iktidarda olabiliyorlar, bunun da getirdiği şey aslında makamın ona kattığı mutluluk oluyor. makam gittiğinde onun için de mutluluk gitmiş/bitmiş olacak.
“peki ne yapmalı? neyden mutlu oluyoruz ki?” sorusuna cevaben örneklemeye devam etti. bir gruba girdiğimizde ve yalnız kaldığımızda mutluluk rasyomuzun düştüğünden ve grup içine katılma arzusu çekeceğimizden bahsetti. (burası kritik ve seminer boyu üzerinde durdu) kabul edilmek istiyoruz! gerek takdir görmek isteyişimizin, gerek başarılı olmak istememizin altında yatan saf/kök neden bu! kabul gören insan mutlu olur. bu öneriyi destekleyen farklı örnekler olarak “arap ülkelerinden abd’ye giden eşcinsellerin orayı çok sevmesi)
anne baba kabul edici ise çocuk da mutlu olur. eğer koşullu severse (yemeğini yersen mutlu olurum diyen anne belki baba) çocuk da mutluluğun bir bağ olduğunu anlıyor ve ona göre davranıyor.
bu koşullar uzun vadede devam ederse çocuğu bilgisayara mahkum ediyor ve anne baba ile iletişimi nereydeyse sıfırlıyor. mutluluğu başka yerde arıyor, çünkü koşullar sürekli devam ediyor (kitap okuyan çocuğa aferin oğlum/kızım demek gibi, doğru düşünce “sen, arkadaşın kitap okuyunca ona aferin diyor musun?” olmalı.)
çocuk yetiştirmekte (günlük hayatta arkadaşlarımıza da yaptığımız) en büyük kaos “buna üzülünür mü?” demek. çocuk için üzüntüyü öğretmek oluyor ki çocuğun çoktan bildiği ve yaşadığı bir durum. çocuklara olan durumlar karşısında sorulan hissiyat sorularında verdikleri cevaplar sadece “seviniyorum” veya “üzülüyorum” oluyor. zaten bildiği ve yaşadığı şeyleri hariçten öğretiyorsun/öğretmeye çalışıyorsun.
ebeveyn çocuğunun “yavaşlığına” yetişemeyecek kadar hızlı yaşıyor, müdahale ettikçe onu bozuyorsun (farkında olmadan günde 7 defa çocuğu aşağılıyorsun)
örnekler enteresan, annenin teki çocuğa yemek yemezsen boyun küçük kalır diyor. kadına neden böyle söyledin diye sorduğunda kadın “benim boyum 1.50, yemezse benim gibi olur diye korkuyorum” diyor. korkular ve değersizlik kafamızda yani büyüklerde/ebeveynlerde.
çocuklara yapılacak en büyük hata ona sen zekisin demek. zeki olma hali çalışkanlıktan daha baskın bir duygu ve çalışmamayı özendirmekte, çalışmadan sınava girip aldığı yüksek not onu zekaya daha fazla tutunduruyor ve çalışmadan gittiği bir sınavda düşük not alınca da “zaten çalışmamıştım” bahanesiyle insanı karşılaştırabiliyor. yapılan araştırmaya göre ise kendisini çalışkan kabul eden çocuklar, verilen “kendi seviyesinin üzerindeki” sınavda “kendisini zeki olarak tanımlayan ya da tanımlanan” çocuklardan kat be kat daha fazla başarılı oluyor. (oran %65’e - %15 başarı rasyosu)
çocuklar sebze yemiyor diyen ebeveyn dışarıda kebap yediği için çocuğunun sebze yemeğini sevmemesi kadar doğal bir durum olabilir mi? “ben öyle çocuklar gördüm ki bamyaya, pırasaya bayılan” diye ekliyor. konuya çok bir çare arıyorsanız çocuğunuzla dışarıda salata yemeniz lazıma geliyor konu.
insanlarla bayramda barışan bir milletiz. iletişime açık olmadığımız ve içimizdeki değersizliği yenemediğimiz en basitinden buradan belli. neden bayramdan önce konuşup anlaşmıyorsun diye sorulduğunda, asıl mesele insanlar içlerindeki “değersizliği” ya da göstermek istemediğinden kaynaklanıyor. doyurulmamışlıktan kasıt kendi kabul edememesi, sadece kendisi olduğu için dünyada kabul görememiş olmasından.
“gözler kalbin aynasıdır” lafını bilmeyen yoktur. eğer bir insan gözlere bakıp konuşamıyorsa kendi içindeki değersizliği gizlemeye devam ettiğinden kaynaklanıyor.
bu ilişkilerde de çok geçerli bir durum. “hep böyle tipler beni buluyor” dediğin aslında senin seçtiğin ve kendini değersiz bulan tipler oluyor. burada umut duyup başlıyorsun ki nietche’nin söylediği “umut tüm kötülüklerin anasıdır” lafına geliyor diyor.
eleştiri denen şey insanın kendi yarasından beslenen bir durum. eğer biri seni eleştiriyorsa onu kendinden aldığı bir öğeden alıyor ve sana söylüyor.
mutluluk ikiye ayrılıyor 1- iç kaynaklı 2- dış kaynaklık
iç kaynaklı mutlulukta – kişilik – ilişkiler – değerler – pirensipler söz konusu
dış kaynaklı mutluluklarda – başarı – statü – para – mevki geçerlidir. bunlar yoksa hiçsindir.
iç kaynaklı mutlulukta insanlar hayata güvenir ve yarın yapacakları daha önemlidir.
dış kaynaklı mutlulukta insanlara ve hayata güvenmezsin, “dün” yaptıkların daha önemlidir çünkü seni o konuma dün yaptıkların getirmiştir.
dış kaynaklı mutlulukla beslenen bir insanın iç kaynaklı mutlulukla beslenen olması mümkün, henüz kaçırdığınız kaybettiğiniz bir şey yoktur.
eeeeh özet geç be kardeşim derseniz:
kabul gören insan mutlu olur!
kendinizdeki yaraları iyileştirin, mutluluğun kaynağını dıştan içe çekme mücadelesini vermeye çalışın.
kendini içinden değersiz hisseden birey sevgisini karşı tarafa ulaştıramaz.
kendi yargılarınıza bağlı kalın, bunlar zaten evrensel değer yargıları olacaktır.
çocukların algısı ve dünyası bizden kuvvetlidir, onlara şöyle yap dediğinde algısını ve dünyasını kendi seviyene çekmiş oluyorsun.
son söz: hayatta başarılar sınırsız, notlarsa sınırlıdır.
aynı isimli seminerde aldığım notlar aşağıdaki gibidir:
(neden şımarırız sorusunu yöneltti izleyiciye ilk başta) şımarma hali sevginin tekrar geleceğinden emin olamama durumudur. (zaten sevdiklerimize şımarırız deriz) burada soru, hani anne-baba koşulsuz severdi? demek ki sevgimiz varsa da ulaştıramıyoruz sevgimizi. koyduğumuz koşullar ve sevgimizin koşullar/kurallar dahilinde gelmiş olması, onu ulaştırılamaz kılıyor.
(mutlu olmak için başarıya ihtiyaç var mı sorusunu sordu devamında) bu örnekler ilgili önce kendinden (aldığı burslardan, derecelerinden, harvard vb.) sonra da en az kendisi kadar başarılı bir arkadaşından (şu anda moskova’da dominos pizza ceo’su olmuş bu adam) söz etti. söz konusu mutluluk başarı odaklıysa ve başarının kaybı halinde bireyin mutluluğu için “kara görünmüş” oluyor. (komik anekdot: adam öss’de türkiye 56. olmuş, babası “olsun oğlum, sağlık olsun” demiş)
mutluluk halinin devamlılığı politikacılar için de geçerli. nasıl ki koltuk sevdalısı dediğimiz adamlar var ve hala iktidarda olabiliyorlar, bunun da getirdiği şey aslında makamın ona kattığı mutluluk oluyor. makam gittiğinde onun için de mutluluk gitmiş/bitmiş olacak.
“peki ne yapmalı? neyden mutlu oluyoruz ki?” sorusuna cevaben örneklemeye devam etti. bir gruba girdiğimizde ve yalnız kaldığımızda mutluluk rasyomuzun düştüğünden ve grup içine katılma arzusu çekeceğimizden bahsetti. (burası kritik ve seminer boyu üzerinde durdu) kabul edilmek istiyoruz! gerek takdir görmek isteyişimizin, gerek başarılı olmak istememizin altında yatan saf/kök neden bu! kabul gören insan mutlu olur. bu öneriyi destekleyen farklı örnekler olarak “arap ülkelerinden abd’ye giden eşcinsellerin orayı çok sevmesi)
anne baba kabul edici ise çocuk da mutlu olur. eğer koşullu severse (yemeğini yersen mutlu olurum diyen anne belki baba) çocuk da mutluluğun bir bağ olduğunu anlıyor ve ona göre davranıyor.
bu koşullar uzun vadede devam ederse çocuğu bilgisayara mahkum ediyor ve anne baba ile iletişimi nereydeyse sıfırlıyor. mutluluğu başka yerde arıyor, çünkü koşullar sürekli devam ediyor (kitap okuyan çocuğa aferin oğlum/kızım demek gibi, doğru düşünce “sen, arkadaşın kitap okuyunca ona aferin diyor musun?” olmalı.)
çocuk yetiştirmekte (günlük hayatta arkadaşlarımıza da yaptığımız) en büyük kaos “buna üzülünür mü?” demek. çocuk için üzüntüyü öğretmek oluyor ki çocuğun çoktan bildiği ve yaşadığı bir durum. çocuklara olan durumlar karşısında sorulan hissiyat sorularında verdikleri cevaplar sadece “seviniyorum” veya “üzülüyorum” oluyor. zaten bildiği ve yaşadığı şeyleri hariçten öğretiyorsun/öğretmeye çalışıyorsun.
ebeveyn çocuğunun “yavaşlığına” yetişemeyecek kadar hızlı yaşıyor, müdahale ettikçe onu bozuyorsun (farkında olmadan günde 7 defa çocuğu aşağılıyorsun)
örnekler enteresan, annenin teki çocuğa yemek yemezsen boyun küçük kalır diyor. kadına neden böyle söyledin diye sorduğunda kadın “benim boyum 1.50, yemezse benim gibi olur diye korkuyorum” diyor. korkular ve değersizlik kafamızda yani büyüklerde/ebeveynlerde.
çocuklara yapılacak en büyük hata ona sen zekisin demek. zeki olma hali çalışkanlıktan daha baskın bir duygu ve çalışmamayı özendirmekte, çalışmadan sınava girip aldığı yüksek not onu zekaya daha fazla tutunduruyor ve çalışmadan gittiği bir sınavda düşük not alınca da “zaten çalışmamıştım” bahanesiyle insanı karşılaştırabiliyor. yapılan araştırmaya göre ise kendisini çalışkan kabul eden çocuklar, verilen “kendi seviyesinin üzerindeki” sınavda “kendisini zeki olarak tanımlayan ya da tanımlanan” çocuklardan kat be kat daha fazla başarılı oluyor. (oran %65’e - %15 başarı rasyosu)
çocuklar sebze yemiyor diyen ebeveyn dışarıda kebap yediği için çocuğunun sebze yemeğini sevmemesi kadar doğal bir durum olabilir mi? “ben öyle çocuklar gördüm ki bamyaya, pırasaya bayılan” diye ekliyor. konuya çok bir çare arıyorsanız çocuğunuzla dışarıda salata yemeniz lazıma geliyor konu.
insanlarla bayramda barışan bir milletiz. iletişime açık olmadığımız ve içimizdeki değersizliği yenemediğimiz en basitinden buradan belli. neden bayramdan önce konuşup anlaşmıyorsun diye sorulduğunda, asıl mesele insanlar içlerindeki “değersizliği” ya da göstermek istemediğinden kaynaklanıyor. doyurulmamışlıktan kasıt kendi kabul edememesi, sadece kendisi olduğu için dünyada kabul görememiş olmasından.
“gözler kalbin aynasıdır” lafını bilmeyen yoktur. eğer bir insan gözlere bakıp konuşamıyorsa kendi içindeki değersizliği gizlemeye devam ettiğinden kaynaklanıyor.
bu ilişkilerde de çok geçerli bir durum. “hep böyle tipler beni buluyor” dediğin aslında senin seçtiğin ve kendini değersiz bulan tipler oluyor. burada umut duyup başlıyorsun ki nietche’nin söylediği “umut tüm kötülüklerin anasıdır” lafına geliyor diyor.
eleştiri denen şey insanın kendi yarasından beslenen bir durum. eğer biri seni eleştiriyorsa onu kendinden aldığı bir öğeden alıyor ve sana söylüyor.
mutluluk ikiye ayrılıyor 1- iç kaynaklı 2- dış kaynaklık
iç kaynaklı mutlulukta – kişilik – ilişkiler – değerler – pirensipler söz konusu
dış kaynaklı mutluluklarda – başarı – statü – para – mevki geçerlidir. bunlar yoksa hiçsindir.
iç kaynaklı mutlulukta insanlar hayata güvenir ve yarın yapacakları daha önemlidir.
dış kaynaklı mutlulukta insanlara ve hayata güvenmezsin, “dün” yaptıkların daha önemlidir çünkü seni o konuma dün yaptıkların getirmiştir.
dış kaynaklı mutlulukla beslenen bir insanın iç kaynaklı mutlulukla beslenen olması mümkün, henüz kaçırdığınız kaybettiğiniz bir şey yoktur.
eeeeh özet geç be kardeşim derseniz:
kabul gören insan mutlu olur!
kendinizdeki yaraları iyileştirin, mutluluğun kaynağını dıştan içe çekme mücadelesini vermeye çalışın.
kendini içinden değersiz hisseden birey sevgisini karşı tarafa ulaştıramaz.
kendi yargılarınıza bağlı kalın, bunlar zaten evrensel değer yargıları olacaktır.
çocukların algısı ve dünyası bizden kuvvetlidir, onlara şöyle yap dediğinde algısını ve dünyasını kendi seviyene çekmiş oluyorsun.
son söz: hayatta başarılar sınırsız, notlarsa sınırlıdır.
tanım: şu an ülkede olan yönetim sistemidir.
dava akademi'den prof. sultan üzeltürk’ün cumhurbaşkanlığı sistemi sunumundan satır başlıkları aşağıda yer almaktadır:
- olağan bir sebepten bu sisteme ihtiyaç duyulmadı. dünyada bu sisteme geçmiş ve sonra bu sistemi kaldırmış örnekler var israil ve fransa gibi.
- örneğin 2010’da da bir anayasa değişiklik paketi vardı. nasıl olduysa o gün toplumdan öyle bir talep gelmemiştir. (hatırlatmak açısından seçimde hsyk üyeleri sayısı artırıldı ve üyeleri cumhurbaşkanı seçer hale getirildi. adındaki “yüksek” ifadesi de kaldırıldı.)
- başkanlık sistemini savunanların üç gerekçesi var: 1) 61 anayasası vesayet sistemini getirdi 2) 21 yılda 33 hükümet kuruldu istikrarsızlık oldu 3) 15 temmuz oldu falan filan.
- 61 anayasası vesayet sistemi ile başta anayasa mahkemesi olmak üzere kurumlara olağanüstü yetkiler verdi. başkanlık sistemi olan ülkelerde bu sistem yoktur. örnek hollanda, ingiltere ve 3 antidemokratik latin amerika ülkesi.
- anayasa mahkemesi yokluğu hollanda ve ingiltere dışında pek sağlıklı demokrasi oluşmasına neden olmamış durumdadır.
- koalisyon hükümetlerine engel olmak istiyoruz ancak 83-92 arası anap, 91-96 dyp dönemleri gibi koalisyonsuz dönemlerimiz var. bu sebep pek geçerli değil.
- kaldı ki 1995 – 2001 yılları arasında (bu dönemde en kapsayıcı anayasa maddeleri değişiklikleri/reformları var bilhassa) koalisyon dönemlerinde pek takılmadan çalışılabilmiş. koalisyon bizim için aslında tu quoque değil, hatta bugün bile parlamentoda koalisyon (cumhur ittifakı) var.
- kuvvetler birleşmesi pek önerilesi bir şey değil. (1909’da ilk kuvvetler ayrılığını denedik) cumhuriyet tarihimizde 1921’de savaş sırasında uygulanmıştır. burada 23 anayasa maddesinin 13’ü merkez ve yerel yönetim ilişkileri üzerinedir. yerel yönetimlerin idari özerk faaliyet gösterdiğinin altı çizilmelidir. (siyasi özerklikten söz etmiyoruz.)
- siz yürütme ve yasamayı tek potada eritirseniz ve bu erkleri ideoloji ile birbirine bağlarsanız bu totaliter rejim oluyor ki; tarihte marksizm, nazizm ve faşizm gibi rejimler örnekleridir.
- parlamenter rejimde erkler arasında yumuşak ayrılık vardır. bu sayede birbirlerinin içlerinden çıkabiliyorlardır. burada bakanlar kurulu da cumhurbaşkanı da meclis içinden oylama neticesinde çıkıyordu. güvenoyu ve gensoru gibi “checks and balances” vardı. yürütme de yasamayı, seçime giderek ortadan kaldırabiliyordu. sürekli denge gözetiliyordu.
- başkanlık rejimimizde ise yukarıda bahsedilen durumlar yoktur. milletvekili bakan olamaz ve bakan olursa milletvekilliği düşer. birbirinden tamamen ayrıdır hükümet ve parlamento.
- bugün bahsettiğimiz sistem aslında süper başkanlık sistemidir. bunlar bazı latin amerika ülkelerinde ve rusya’da mevcuttur. (onlarda bile bizden bir tık ideal olduğu söylenebilir.)
- madem başkanlık sistemi var %10 seçim barajı niye var? bu sistem iktidar partisine bugünkü sistem ile 40 mv avantaj sağlamaktadır. bunlar sistemin başka açıklarıdır.
- siyasi parti ile devlet başkanı abd’de bile ayrıyken bizde ayrı değil. üstüne üstlük parti disiplini diye bir şey söz konusu. madem başkanlık var en azından parti disiplinini gevşetin.
- parlamentoyu fesih yetkisi rusya, şili ve uruguay’da var. (daha önce rusya’da uygulandı) bizde de sorgusuz sualsiz, gerekçe göstermeden uygulanabilecek. denetim yok gibi bi şey
- abd’de ise tam tersi başkanı görevden alma var ve bu da daha önce uygulandı. “ımpeachment” adıyla detay bilgiye ulaşabilirsiniz. (trump için de konuşuldu bu olay bir müddet)
- bizdeki süreçte ise görevden almak için sırasıyla; önce 301 mv ile önerge verilecek, araştırma komisyonu kurulacak, sonra önerge paralamentonun 2/3’ü onaylayacak. sonra yüce divan yolu açılacak. 12 yüce divan üyelesinin onaylaması lazım. kaldı ki bunları cumhurbaşkanı atadığı için bu işin olma ihtimali sıfıra yakın.
- bugün başkanımızın atamalarının denetimi yok. trump bile birini atadığında senato’nun onayını almak zorunda. hatta abd başkanı yeri geliyor atama sırasında muhalefet olmasın diye senato’nun ve parlamento’nun tatile girmesini bekliyor. idari tatili bölmek için meclislere 1 kişi dahi gidince başkanın planı bozuluyormuş.
- bütçe çok ciddi fren mekanizmasıdır. mesela trump parlamentoda azınlığa düştü bu demektir ki bütçesini kaybetti. bu sebeple, beyaz saray’daki işçilerin maaşları bile ödenemezse şaşırmamak lazım diyor. bizden farklı olarak onlarda ülke eyaletlerden oluştuğu için merkezin bütçesinin kısılması ülkeyi etkilemiyor.
- bizde ise maalesef parlamento fren oluşturamayacak. bütçe, kanun, seçim kararı vb. hiçbir karar alamayacak. hatta öyle ki başkan kararnamelerinin parlamento kararlarının üstüne çıktığıyla ilgili anayasa kitapları yazılmış durumda.
çok uzattın kısa kes dediğinizi duyar gibiyim;
- bütün ekonomik krizler anayasa temellidir. bu magna carta’dan beri böyledir.
- yargı kuvvet ayrılığında dünyada 1) abd 2) israil ve 3) almanya. yargınız ne kadar güçlüyse ülkeniz de o kadar güçlü diyebiliriz.
- cumhurbaşkanına karşı imza yetkisi kaldırılmasıyla birlikte tek başına yönetiminin yolu açıktır. mutlak soumsuzluk vardır.
- cumhuriyet tarihinde cumhurbaşkanının yasayı veto yetkisi yoktu iade yetkisi vardı. artık yasayı sorgusuz sualsiz veto edebilir.
- pratikte cumhurbaşkanını parlamento aracılığıyla görevden alma yolu kalmadı diyebiliriz.
- siyasal rejim artık neverland modelidir, başka ülkede siyasi modelimizin örneği yoktur.
montesquieu’nin dediği gibi ezcümle; “güç tehlikedir ve mutlaka sınırlanması gerekir”.
dava akademi'den prof. sultan üzeltürk’ün cumhurbaşkanlığı sistemi sunumundan satır başlıkları aşağıda yer almaktadır:
- olağan bir sebepten bu sisteme ihtiyaç duyulmadı. dünyada bu sisteme geçmiş ve sonra bu sistemi kaldırmış örnekler var israil ve fransa gibi.
- örneğin 2010’da da bir anayasa değişiklik paketi vardı. nasıl olduysa o gün toplumdan öyle bir talep gelmemiştir. (hatırlatmak açısından seçimde hsyk üyeleri sayısı artırıldı ve üyeleri cumhurbaşkanı seçer hale getirildi. adındaki “yüksek” ifadesi de kaldırıldı.)
- başkanlık sistemini savunanların üç gerekçesi var: 1) 61 anayasası vesayet sistemini getirdi 2) 21 yılda 33 hükümet kuruldu istikrarsızlık oldu 3) 15 temmuz oldu falan filan.
- 61 anayasası vesayet sistemi ile başta anayasa mahkemesi olmak üzere kurumlara olağanüstü yetkiler verdi. başkanlık sistemi olan ülkelerde bu sistem yoktur. örnek hollanda, ingiltere ve 3 antidemokratik latin amerika ülkesi.
- anayasa mahkemesi yokluğu hollanda ve ingiltere dışında pek sağlıklı demokrasi oluşmasına neden olmamış durumdadır.
- koalisyon hükümetlerine engel olmak istiyoruz ancak 83-92 arası anap, 91-96 dyp dönemleri gibi koalisyonsuz dönemlerimiz var. bu sebep pek geçerli değil.
- kaldı ki 1995 – 2001 yılları arasında (bu dönemde en kapsayıcı anayasa maddeleri değişiklikleri/reformları var bilhassa) koalisyon dönemlerinde pek takılmadan çalışılabilmiş. koalisyon bizim için aslında tu quoque değil, hatta bugün bile parlamentoda koalisyon (cumhur ittifakı) var.
- kuvvetler birleşmesi pek önerilesi bir şey değil. (1909’da ilk kuvvetler ayrılığını denedik) cumhuriyet tarihimizde 1921’de savaş sırasında uygulanmıştır. burada 23 anayasa maddesinin 13’ü merkez ve yerel yönetim ilişkileri üzerinedir. yerel yönetimlerin idari özerk faaliyet gösterdiğinin altı çizilmelidir. (siyasi özerklikten söz etmiyoruz.)
- siz yürütme ve yasamayı tek potada eritirseniz ve bu erkleri ideoloji ile birbirine bağlarsanız bu totaliter rejim oluyor ki; tarihte marksizm, nazizm ve faşizm gibi rejimler örnekleridir.
- parlamenter rejimde erkler arasında yumuşak ayrılık vardır. bu sayede birbirlerinin içlerinden çıkabiliyorlardır. burada bakanlar kurulu da cumhurbaşkanı da meclis içinden oylama neticesinde çıkıyordu. güvenoyu ve gensoru gibi “checks and balances” vardı. yürütme de yasamayı, seçime giderek ortadan kaldırabiliyordu. sürekli denge gözetiliyordu.
- başkanlık rejimimizde ise yukarıda bahsedilen durumlar yoktur. milletvekili bakan olamaz ve bakan olursa milletvekilliği düşer. birbirinden tamamen ayrıdır hükümet ve parlamento.
- bugün bahsettiğimiz sistem aslında süper başkanlık sistemidir. bunlar bazı latin amerika ülkelerinde ve rusya’da mevcuttur. (onlarda bile bizden bir tık ideal olduğu söylenebilir.)
- madem başkanlık sistemi var %10 seçim barajı niye var? bu sistem iktidar partisine bugünkü sistem ile 40 mv avantaj sağlamaktadır. bunlar sistemin başka açıklarıdır.
- siyasi parti ile devlet başkanı abd’de bile ayrıyken bizde ayrı değil. üstüne üstlük parti disiplini diye bir şey söz konusu. madem başkanlık var en azından parti disiplinini gevşetin.
- parlamentoyu fesih yetkisi rusya, şili ve uruguay’da var. (daha önce rusya’da uygulandı) bizde de sorgusuz sualsiz, gerekçe göstermeden uygulanabilecek. denetim yok gibi bi şey
- abd’de ise tam tersi başkanı görevden alma var ve bu da daha önce uygulandı. “ımpeachment” adıyla detay bilgiye ulaşabilirsiniz. (trump için de konuşuldu bu olay bir müddet)
- bizdeki süreçte ise görevden almak için sırasıyla; önce 301 mv ile önerge verilecek, araştırma komisyonu kurulacak, sonra önerge paralamentonun 2/3’ü onaylayacak. sonra yüce divan yolu açılacak. 12 yüce divan üyelesinin onaylaması lazım. kaldı ki bunları cumhurbaşkanı atadığı için bu işin olma ihtimali sıfıra yakın.
- bugün başkanımızın atamalarının denetimi yok. trump bile birini atadığında senato’nun onayını almak zorunda. hatta abd başkanı yeri geliyor atama sırasında muhalefet olmasın diye senato’nun ve parlamento’nun tatile girmesini bekliyor. idari tatili bölmek için meclislere 1 kişi dahi gidince başkanın planı bozuluyormuş.
- bütçe çok ciddi fren mekanizmasıdır. mesela trump parlamentoda azınlığa düştü bu demektir ki bütçesini kaybetti. bu sebeple, beyaz saray’daki işçilerin maaşları bile ödenemezse şaşırmamak lazım diyor. bizden farklı olarak onlarda ülke eyaletlerden oluştuğu için merkezin bütçesinin kısılması ülkeyi etkilemiyor.
- bizde ise maalesef parlamento fren oluşturamayacak. bütçe, kanun, seçim kararı vb. hiçbir karar alamayacak. hatta öyle ki başkan kararnamelerinin parlamento kararlarının üstüne çıktığıyla ilgili anayasa kitapları yazılmış durumda.
çok uzattın kısa kes dediğinizi duyar gibiyim;
- bütün ekonomik krizler anayasa temellidir. bu magna carta’dan beri böyledir.
- yargı kuvvet ayrılığında dünyada 1) abd 2) israil ve 3) almanya. yargınız ne kadar güçlüyse ülkeniz de o kadar güçlü diyebiliriz.
- cumhurbaşkanına karşı imza yetkisi kaldırılmasıyla birlikte tek başına yönetiminin yolu açıktır. mutlak soumsuzluk vardır.
- cumhuriyet tarihinde cumhurbaşkanının yasayı veto yetkisi yoktu iade yetkisi vardı. artık yasayı sorgusuz sualsiz veto edebilir.
- pratikte cumhurbaşkanını parlamento aracılığıyla görevden alma yolu kalmadı diyebiliriz.
- siyasal rejim artık neverland modelidir, başka ülkede siyasi modelimizin örneği yoktur.
montesquieu’nin dediği gibi ezcümle; “güç tehlikedir ve mutlaka sınırlanması gerekir”.
bir stephen hawking kitabı. genel manada teorik olarak kara deliklerden ve başka evrenlere açılabilecek kapılar olduğunu anlatır. kısa ve kolay anlaşılırdır. konu çok ağır olduğu için, kolay anlaşılması kısmı o kadar da kolay değil tabiki.
amerika’nın afganistan ve iran’a yaptığı saldırıların arka planında yer alan bilgileri halka ulaştıran ve 2010 yılı kasım ayında aralarında türkiye’nin de bulunduğu bir dizi ülkedeki Amerikan diplomatların yazışmalarını halka suna wikileaks ajansn kurucusu ve baş editörüdür. firmada gönüllü aktivist olarak da görev yapmaktadır.
bir çok suçun yanında bir de tecavüz iddiası ile aranan assange suçları kanıtlanamaması sebebiyle tutuklanamasa da intrerpol tarafından kırmızı bülten le aranmaktaydı.
2012'de ekvador'un koruması altına girmesiyle 7 yıl boyunca ekvador büyükelçiliğinde bir odada yaşadı; bugün itibari ile ekvador hükümeti'nin korumasını kaldırmasıyla assange londra polisi tarafından göz altına alındı.
bir çok suçun yanında bir de tecavüz iddiası ile aranan assange suçları kanıtlanamaması sebebiyle tutuklanamasa da intrerpol tarafından kırmızı bülten le aranmaktaydı.
2012'de ekvador'un koruması altına girmesiyle 7 yıl boyunca ekvador büyükelçiliğinde bir odada yaşadı; bugün itibari ile ekvador hükümeti'nin korumasını kaldırmasıyla assange londra polisi tarafından göz altına alındı.
bir mevlüt uysal beyanıdır.
kendisi soyadından ak parti'ye oy vermiş 3 bin 92 kişinin kayıtlarının silindiğini iddia etmiştir. seçimde şaibe olduğunu farklı yöntemlerle iddia etmeye devam eden parti sözcülerinin bu beyanı sosyal medyada şaşkınlıkla karşılanmış, geyik malzemesi olmuştur.
işin aslı şudur ki, kendilerinin bildiği köklü, soyadı belli ve kalabalık ailelerin, kendilerine verecekleri oyları sayımda göremeyince itiraz etmektir. ayrıca muhalefet tarafından bazı iddialar ise bu ailelerin seçim öncesi çok fazla sayıda akrabalarını kendi yanlarında yaşıyor gibi göstererek, büyükçekmecede oy arttırmaya çalışmıştır. bu yüzdendir ki büyükçekmecede hanelere polis baskınları yaşanmaktadır.
kendisi soyadından ak parti'ye oy vermiş 3 bin 92 kişinin kayıtlarının silindiğini iddia etmiştir. seçimde şaibe olduğunu farklı yöntemlerle iddia etmeye devam eden parti sözcülerinin bu beyanı sosyal medyada şaşkınlıkla karşılanmış, geyik malzemesi olmuştur.
işin aslı şudur ki, kendilerinin bildiği köklü, soyadı belli ve kalabalık ailelerin, kendilerine verecekleri oyları sayımda göremeyince itiraz etmektir. ayrıca muhalefet tarafından bazı iddialar ise bu ailelerin seçim öncesi çok fazla sayıda akrabalarını kendi yanlarında yaşıyor gibi göstererek, büyükçekmecede oy arttırmaya çalışmıştır. bu yüzdendir ki büyükçekmecede hanelere polis baskınları yaşanmaktadır.
mladen solomun. dj. bosna'lı. almanya'da yaşıyor. deep house, minimal techno, minimal house tarzlarında müzik yapan bir dj.
yaptığı müziklerdeki tınılar, basslar, vokaller ile alıp götürür, aşırı seksi parçaları vardır. eğer çakırkeyf moddaysanız da istem dışı vücudunuz müziğin ritmine ayak uydurur.
favorim ise (bkz: boiler room) set'idir. hem video hem sette yer alan parçalar ile tam bir baş yapıttır. videdaki karakterleri izlemek apayrı bir keyiftir. defalarca sıkılmadan izler, her seferinde ayrı komik ve eğlenceli bir sahne yakalarım. yorumları okurken de bazı verilen dk'lara mutlaka göz atmanız tavsiye edilir.
boiler room solomun
yaptığı müziklerdeki tınılar, basslar, vokaller ile alıp götürür, aşırı seksi parçaları vardır. eğer çakırkeyf moddaysanız da istem dışı vücudunuz müziğin ritmine ayak uydurur.
favorim ise (bkz: boiler room) set'idir. hem video hem sette yer alan parçalar ile tam bir baş yapıttır. videdaki karakterleri izlemek apayrı bir keyiftir. defalarca sıkılmadan izler, her seferinde ayrı komik ve eğlenceli bir sahne yakalarım. yorumları okurken de bazı verilen dk'lara mutlaka göz atmanız tavsiye edilir.
boiler room solomun
Gerçekten bıkkınlık geldi, haftada bir yada 10 günde bir yüzde bilmem kaç indirim yapıyor güya ama cahil kandırıyorlar resmen. Fiyatlar ateş pahası. Fiyatları şişirip şişirip birde vergiler hariç indirim yapıyorlar.
Geçen seneye kadar yaptığı %40 - %50 bilet indirimleri vergiler dahil olduğu için gayet makul fiyatlara (150-300tl arası) gidiş dönüş bilet alabiliyorduk.
Tam protesto edilmelik!
Geçen seneye kadar yaptığı %40 - %50 bilet indirimleri vergiler dahil olduğu için gayet makul fiyatlara (150-300tl arası) gidiş dönüş bilet alabiliyorduk.
Tam protesto edilmelik!