#tüm universal başlıkları

2010-2011 yıllarında Ankara'ya kar yağdığı an Facebook'ta paylaşmayanların Ankara'dan sürüldüğü yılmaz erdoğan şiiri. Hazır o tayfa sosyal medya mezarlığının dehlizlerinde çürümeye başlamışken şöyle ağız tadıyla bir paylaşımda bulunalım:



ankara ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
kimse keman çalmaz belki ama
çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış
gri
sisli
binalar...
alnının ortasında
ciddi bir devlet asabiyeti.
çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,
bu zulüm
bu sevda
bitmezmiş sevmek ..
bir halkı sevmekse aşk, o zaman sevmekmiş!

(biz bir şeyi delicesine severiz ama tanrım neyi?..)

kahve önü çatlak mozaik
bel kemiğine tehdit
kürsüler üstünde
çok sigara içen öğrenciler..
bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken..
hep onu sevmeyenleri severek..
hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak..
karışarak toplumcu gerçekçi, yalnızlıklara..
yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını,
bir izmirli güzele dayatmak varken..

(hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililiği!..)

soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan..
dağda çoban,
şehirde şark çıbanı sayılan..
fırat'ın büyük elleri..
ararat'ın kız yelleri..
cilo'nun derin nefesleri..
hülasa
kente hukuk mukuk okumaya
mümkünse o arada da
memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları..

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar..

belki balkona kar seyretmeye çıkar diye
sevdiğimiz kızlar
çok dibimiz donmuştur
ve çoğu zaman bu kar mevzuu
kızlara yeterince ilginç gelmemiştir..

hiçbir şey kapalı bir dükkan kadar
hüzünlü gelmez insana ankara'da..
"yoksa bugün bir hayat yaşanmayacak mı?"
duygusu çöker bütün bozkıra..

kimse keman çalmaz belki
belki bu film hiçbir zaman
o kadar fiyakalı olmayacak ama
hiçbir lahmacunda
o okul yolundaki
üçüncü sınıf lokantadakinin
tadını vermeyecek bir daha..
çok daha iyilerini yedim sonra
bizzat urfa'da hatta..
ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya..

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
çok yabancı bir soluk duyulur bazı
bilinmez bir dilin ıslığından..
anla ki,
sıkıldı bizim konsolosluktaki konuklar..
öyle deme ankara'yı sevmeyene bir zulümdür..
bu kadar insanın
neden ankara'yı sevdiğini anlamadan ankara'da yaşamak..

yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama
biz her duvara
bilvesile
onların adını yazarak yaşadık..
kül ve betondan mürekkep
yaşadıkça yaşanılası gelen
o tuhaf bozkır kokusunda..

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.
asfaltlar ışıldar...
bir günden bir sürü gün yapan
mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
hiçbir şey alıp, hiçbir şey sunan
rakıyı bol sulu içen
dokunmasın için değil!
çabuk bitmesin diye devletimin tekel rakısı..
hep kağıtlara bakarak,
hep kağıtlardan bakarak..
hem neşet ertaş'ı hem bülent ersoy'u
aynı anda sevmeyi başararak..
karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
çok beğenmeyerek
ama yine de bu tasarrufunu takdir ederek..
boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken
hep bir şeylere
birilerine küsmüş gibi yürüyen...
memurlar.......

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
biz,
şimdi kapalı bir kuruyemişçi dükkanının
-ki bütün plan kar altında
tuzsuz ay çekirdeği çitleyip
yanı sıra bafra içmektir-
kötü ışıklandırılmış vitrininden
umutsuzca içeri bakan,
kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,
"merhaba"dan çok,
"çıkar ulan kimliğini" denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir-
doğduğu yer yüzünden
doğuştan kavgacı zannedilen
ama pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı..
esmer..
cesur..
korkak..
çoğu kürt..
çoğu türk..
çocuklardık...

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra
belki ahmed arif'in aklına
hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiçkimse bir daha ankara'yı
o'nun kadar sevemeyecek-

bir şiir işlenir:
kar altındadır varoşlar
hasretim, nazlıdır ankara.....

ustam yine sen bilirsin ama
hangi aralıkta bir şair ölmüşse
işte o, en netameli aydır bence.

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...

şimdi ve sonra
ne zaman ankara'ya kar yağsa
elim..
gönlüm..
çocukluğum buz tutar..
Yazarı şükrü erbaş tarafından yayımlandığı doksanlı yıllarda infiale sebep olan şiirdir. Bakalım ne demiş şair:

köylüleri niçin öldürmeliyiz ?
çünkü onlar ağırkanlı adamlardır.
değişen bir dünyaya karşı
kerpiç duvarlar gibi katı
çakır dikenleri gibi susuz
kayıtsızca direnerek yaşarlar.
aptal, kaba ve kurnazdırlar.
inanarak ve kolayca yalan söylerler.
paraları olsa da
yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
herşeyi hafife alır ve herkese söverler.
yağmuru, rüzgarı ve güneşi
birgün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
düşünemezler...
ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
topraklarını
büyütmeye çalışırlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar karılarını döverler
seslerinin tonu yumuşak değildir
dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler.
gazete okumaz ve haksızlığa
ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar.
karşılığı olmadan kimseye yardım etmezler.
adım başı pınar olsa da köylerinde
temiz giyinmez ve her zaman
bir karış sakalla gezerler.
çocuklarını iyi yetiştirmezler
evlerinde kitap, müzik ve resim yoktur.
birgün olsun dişlerini fırçalamaz
ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
kendilerinden olanlarla alay edip
tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
yiğittirler askerde subay dövecek kadar
ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
ezim ezim ezilirler.
enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.
onbir ay gökyüzünden bereket beklerler,
dindardırlar ahret korkusu içinde
ama bir kadının topuklarından
memelerini görecek kadar bıçkındırlar
harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
şehre giderler!...

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler
birbirlerinin evlerine ancak
ölümlerde ve düğünlerde giderler.
şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
binlerce yılın kabuğu altında
yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
aldanmak korkusu içinde
sürekli birbirlerini aldatırlar.
bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
karılarından en az on adım önde yürürler
ve bir erkeklik işareti olarak
onları herkesin ortasında azarlarlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar otobüslerde ayakkabılarını çıkarırlar
ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatır,
yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
zengin akrabalarından sözederler.
kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
ama sokağa çıkar çıkmaz hünküre hünküre
yollara tükürürler...
ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ilk akışamdan uyurlar.
yarı gecelerde yıldızlara bakarak
başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
ve yaz güneşlerini, ekinlerini yeşertirse severler.
hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-bu, verimi yüksek bir tohum bile olsa-
sonuçlarını görmeden inanmazlar.
dünyanın gelişimine katkıları yoktur.
mülk düşkünüdürler amansız derecede
bir ülkenin geleceği
küçücük topraklarının ipoteği altındadır
ve bir kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden,
zamanın derin ırmakları önünde...

köylüleri söyleyin nasıl
nasıl kurtaralim?
İlk defa başıma gelen durumdur. Bunun orjinali şöyledir : ozan bey iyi akşamlar.efendim biz beraberken kapatmıştı tüm sosyal medya hesaplarını. ayrıldıktan sonra geçen 2 senenin ardından açılan hesaplarla beraber şu an birbirimizin ne yaptığından paylaşımlar kadar haberdar oluyoruz otomatikmen. Normali nedir bunun biliyo musun? Ozan bey iyi akşamlar... Pardon o başka bi hikâyeydi.*
Mülakat esnasında klişeleşmiş soruların yanı sıra yok artık bu da sorulmaz tarzı antin kuntin pek çok soruyla da karşılaşılıyor ne yazık ki. Dudaklardan dökülen cevap her ne kadar ideale yakın olmaya çalışsa da iç ses neler neler söylüyor.*
tarkan 'ın karma albümü*, değil sadece 2000'lerin bence türk pop müzik tarihinin şimdiye kadar yapılmış en iyi albümüdür. Üstüne çıkacak bir albüm geleceğini de pek düşünmüyorum.
Mostar yakınlarındaki şirin köy. Osmanlı zamanından kalma Bektaşi tekkesine de ev sahipliği yapmaktadır. Hazır oralara kadar gitmişken alabalık yemeyi unutmayın.
Denis Villeneuve'ün yönetmenliğini yaptığı 2010 yılı çıkışlı Kanada yapımı , Oscar adayı da olmuş film. türkçe'ye içimdeki yangın diye çevrilmiş ismi. Çok özetlenecek bir film olmamakla birlikte bir Ortadoğu hikayesi demek de yanlış olmaz. Henüz izlememiş olanlara şiddetle tavsiyedir.

IMDb

--- spoiler ---
ölüm, asla hikayenin sonu değildir. her zaman bir iz kalır.
--- spoiler ---
Pandemi sürecince türk lirasının değerinin değer kaybetmesinin yanında fırsatçı türk esnafının da iyice harladığı enflasyonun sonucunda zam gelmeyen hiçbir şey yok. Ama bazı ürünler nasibini çok daha fazla aldı bu durumdan. Aklıma ilk gelenler diş macunu, sıvı yağ , kedi kumu, çikolata.
izmir'in görülecek yerlerinden biri olan tarihi asansör'ün güzel bir hikayesi var.

karataş; zamanında zengin yahudi ailelerin yaşadığı bir semtmiş. kıyı şeridindeki mithatpaşa caddesi ile halil rıfat paşa caddesi arasındaki yükseklik farkı ise 58 metreymiş. iki yerleşim yeri arasındaki yaya ulaşımı, müslüman nüfusun “karataş merdiveni”, yahudilerin ise en üst bölümünde bululunan devidas ailesi’nin evi dolayısıyla “devidasların merdiveni” olarak adlandırdıkları 155 basamaklı sokak merdiveniyle sağlanıyormuş.
devidas ailesi’nin reisinin bir gün merdivenlerde düşerek ayağının kırılması üzerine, sahil kesiminde oturan ve devidas ailesi’nin yakın dostu olan nesim levi bayraklıoğlu, iki yerleşim arasında yaya ulaşımını kolaylaştırmak üzere 1907 yılında ileride şehrin sembol yapılarından biri olacak bu tarihi asansörü yaptırmıştır.