Marmara Denizi'ndeki adada (Yassıada) yapılan duruşmalar, MBK tarafından atanan ve hakim Salim Başol'un başkanlık ettiği dokuz hakimden oluşan Yüksek Adalet Divanı yönetmekteydi.

Duruşmaların meşruiyeti ve adilliğine ilişkin farklı düşünceler mevcuttur. Mevcut yargılama usulünde yapılan deği­şiklikler sadece, mahkemenin kararlarının kesinliği ve bir de 65 yaşın üstündeki kişilere ölüm cezasının uygulanamayacağına ilişkin kuralın askıya alınmasından (açıkça Celal Bayar'ı hedefleyen bir değişiklikti bu) ibaretti.
Geri kalan sanıklar için yargılama usulleri Cumhuriyetin mevcut yasa­larına göre uygulandı. Sanıklar aleyhine üç ceza, dokuz yolsuzluk ve yedi anayasayı ihlal davası açılmıştı.

Ağır Ceza ve yolsuzluk davalarının -ki bunların bazıları, Menderes'in gayri meşru çocuğunu öldürmesi, ya da Bayar’ın bir hayvanat bahçesini kendisine armağan edil­miş bir köpeği satın almaya zorlaması gibi, tuhaf dava ve suçlamalardı- bu kişilerin adlarını lekelemek için, büyük ölçüde etkisiz kalan bir çabayla açıldığı belliydi.
Anayasa davaları, anayasayı zorla değiştirme ya da Millet Meclisi'ni zorla feshetme teşebbüsü ile ilgili TCK'nun 146. mad­desine dayandırılmıştı. Demokratlar 1960'ta CHP'nin faali­yetleri ve basın için Tahkikat Komisyonu kurmakla bu su­çu işlemiş kabul ediliyorlardı. Ancak, eski anayasanın 17. maddesi, milletvekillerinin oylarından dolayı sorumlu tutulamayacaklarını yazıyordu. Üstelik Anayasanın, meclisin üçte iki çoğunluğuyla değiştirilebileceği hükmü de vardı (ki DP bu çoğunluğa sahipti).

Sonunda 123 kişi beraat etti, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi daha hafif cezalara ve 15 kişi ise ölüm cezasına çarptırıldı.
Bunlardan 11'i çoğunluk oyuyla ölüme mahkum olmuştu ve cezaları MBK tarafından hafifletildi. Öteki dört kişinin, yani Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan‘ın ölüm kararları ise oybirliğiyle verilmişti. Bayar’ın ölüm cezası, ilerlemiş yaşı ve sağlık durumu nedeniyle hafifletildi, fakat Zorlu ve Polatkan 16 Eylül 1961’de ve Menderes, başarısız bir intihar girişiminden sonra ertesi gün idam edildiler.

MBK mahkûmiyetleri onaylarken, birçok yabancı hükümetten ve İnönü’den giden ricalara itibar etmedi. Genel olarak Türk kamuoyu o tarihten beri, ne kendilerinden önceki ve ne sonraki siyasetçilerden daha az meşruiyet içinde davranmayan ya da iktidarını onlardan daha fazla kötüye kullanmayan bu siyasetçilerin öldürülmüş ol­masından üzüntü duymuştur.

Sonunda Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın cenazeleri Eylül 1990'da İstanbul'da bir devlet töreniyle yeniden toprağa verildi.
Demirel kendini yetiştirmiş biriydi; Isparta’nın bir köyünde doğmuş, Menderes zamanındaki baraj yapımlarının başında bulunmuş ve 1960 sonrasında özel kesimde başarılı bir kariyer yapmıştı. Savaş ertesi dönemin en önemli siyasetçisi değilse bile kuşkusuz en uzun süre ayakta kalan siyasetçisi oldu.
demirel iktidardayken ;
AP, Ekim 1965 seçimlerinde oyların (yüzde 52,9) ve meclisteki sandalyelerin salt çoğunluğunu elde ederek beklenmedik büyük bir zafer kazandı. CHP’nin oyları yüzde 28,7’ye düşmüştü. Bütün öteki partiler (CKMP, YTP, TİP ve CKMP’den kopan Millet Partisi) yüzde 7’nin altında oy toplamışlardı.

Oy dağılımından, AP’nin eski DP taraftarlarını kendine çekmiş olduğu belli oluyordu. Demirel, insanların, kendilerini onun köylü geçmişiyle özdeşleşebildikleri ve onun mesleki yükselişinde kendi umutlarının somutlaşmış ifadesini buldukları kırsal kesimde mükemmel bir oy avcısı olduğunu gösterdi.
Menderes gibi Demirel de halk diliyle konuşabilen bir hatipti. Bunu İnönü ve öteki Kemalist siyasal liderler, ya da keza Aybar gibi sosyalistler, hiçbir zaman yapamamışlardı.

Mecliste sağlam bir çoğunluğa sahip olduğundan, kabinesi için güvenoyu almada Demirel bir sıkıntı çekmedi. Sonraki beş yıl boyunca Demirel Türk siyasetine egemendi. 1960’ların ortaları ve sonları Türkiye’nin iyi yıllarıydı. Ekonomik büyüme yüksekti ve reel gelirler 1963-1969 yıllarında yüzde 20 ortalamayla hemen hemen devamlı şekilde artmıştı.
Demirel’in en önemli başarılarından biri, orduyu, henüz beş yıl önce ordu tarafından alaşağı edilmiş olan Demokratların açıkça mirasçısı olan sivillerin yönetimi ile uzlaştırması idi. Demirel aynı zamanda, kendi taraftarlarının en köktencileri olup, hala 27 Mayıs darbesinin intikamını almakta kararlı olanları denetim altında tutmak zorunda idi.
AP sanayiciler, küçük tüccar ve esnaf, köylüler ve büyük toprak sahipleri, gericiler ve Batıcı liberallerin bir koalisyonuydu. Bu ortaklığın çok az ideolojik tutarlılığı vardı.

Ayrıca, Demirel siyaset sahnesine adımını nispeten yeni atmış bir kişiydi ve eski DP kadrosunun gözünde meşruiyetten yoksundu, onlar Demirel’i sadece, o sırada halen hapiste bulunan gerçek liderleri adına işlere şimdilik bakan biri olarak görüyorlardı.
Ağustos 1966’da genel af yasasının ilanından sonra eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar dahil olmak üzere DP liderleri serbest bırakıldı. Bayar’ın etrafında 1968’den itibaren, AP siyasetini etkilemek amacıyla Bizim Ev adında bir baskı grubu kuruldu.

Bu gelişmelere rağmen Demirel, partinin birliğini ve kendi başkanlık konumunu 1960’lı yıllar boyunca muhafaza etmeyi başardı.Bunun için sık sık başvurduğu iki taktiği vardı. Özellikle de seçimler sırasında partinin İslami niteliğinin ve geleneksel değerlerden yana olduğunun altını çiziyor; ve sürekli bir komünizm aleyhtarı propaganda ve sol hareketi hırpalama kampanyası sürdürüyordu.
Milli Güvenlik Kurulu’nun desteği ve 1965’te eski Milli Emniyet Hizmetleri Teşkilatı’nın yerini alan MİT sayesinde, sol örgüt ve kişiler üzerinde sürekli baskı uygulanıyordu.

1966-1967’de okulları ve üniversiteleri solcu öğretmenlerden temizlemek için bir girişim başlatıldı. Yabancı sosyalist ya da köktenci yapıtların çevirmenleri, çevrilen metinler 18. Yüzyıla ait risaleler olsa bile, mahkemeye çıkarıldılar. İnsanlar yayın yoluyla komünizm propagandası yaptıkları için tutuklanıyordu.
Bununla beraber, Demirel’in durumu, anayasaya konulmuş fren ve denge mekanizmalarından dolayı, Menderes’inkinden tamamiyla farklıydı.

Anayasa mahkemesi de dahil olmak üzere bağımsız yargı, birçok durumda hükümete rağmen bireylerin haklarını korumak ve yeni yasaların anayasaya uygunluğunu temin etmek görevini yerine getiriyordu. Devlet radyo ve televizyonu özerk olup sık sık hükümeti eleştirmekteydi ve üniversitelerin özerkliği nedeniyle polis bir üniversite kampüsüne ancak rektörün daveti üzerine girebiliyordu.
Partisindeki birçok kişi bu engelleri kaldırmaya yönelik değişiklikten yana olduğu halde, Anayasayı değiştirmek ve kişi özgürlüklerini sınırlamak için gereken üçte iki çoğunluğu hiçbir zaman mecliste elde edemedi.

Bu politikalar yüzünden Demirel de Menderes gibi entelektüeller arasında sevilmez hale geldi, ama kırsal kesimde kendisine olan desteğin devam ettiği 1969 seçimleri ile belli oldu. AP küçük kayıplara uğramakla beraber (oy yüzdesi yüzde 46,5’e düşmüştü) meclisteki çoğunluğunu korumaktaydı; CHP ise onun kayıplarından yararlanamamış ve yalnızca yüzde 27,4 oy almıştı. Demirel öncekinden biraz daha merkezci olan yeni bir kabine kurdu.
Demirel’in sıkıntıları kendi partisi içindeydi. Demirel ülkenin sanayileşmesi için gereken parayı sağlamakta yardımcı olacak yeni vergi teklifleri yapmış ve bu yüzden muhafazakar tabanın desteğini yitirmişti. Şubat 1970’de AP’nin sağ kanadı muhalefetle birlikte oy kullandı ve böylece Demirel’i istifaya zorladı. Ancak Demirel’e alternatif yoktu ve Mart ayında yeni bir kabine kurdu. Haziran ayında sağ kanat açıkça partiden ayrılmaktan söz etmeye başladı. Demirel bu kesimin bazı üyelerini, partiden attı ve bazıları da istifa etti.

Aralık 1970’te, AP’den ayrılan 41 milletvekili ve senatör, Millet Meclisi eski başkanı Ferruh Bozbeyli önderliğinde Demokratik Parti’yi kurdular. Partinin adı Menderes ve Bayar’ın yasaklanmış Demokrat Parti’sini hatırlatıyordu.
7 Ocak 1946 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP’den) ayrılan bir gurup milletvekili tarafından kurulan Demokrat Parti (DP), yakın dönem Türk politik tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır.

DP, tek parti dönemi ve özellikle “Millî Şef” döneminin eleştirisini temel politik eksen olarak belirlemiş ve kısa zamanda yönetimden hoşnut olmayan neredeyse tüm toplum kesimlerinden destek almıştır. 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde DP’nin mutlak çoğunluk elde etmesi, partinin arkasına aldığı bu desteği göstermektedir.
Yeni TBMM’nin yaptığı ilk işlerden biri, adaylığı hiç tartışılmayacak Atatürk’lü yılların devlet adamı Celal Bayar’ı cumhurbaşkanı seçmek oldu. Başbakanlık makamı ise, Bayar’ın halka yakın gördüğü için desteklediği Adnan Menderes’e verildi.

Hükümet, Menderes’in ilk defa millî iradenin “tam ve serbest tecellisinin” sonucu oluşmuş dediği TBMM’de, seçimden iki hafta sonra okunan programla güvenoyu aldı.
2 Haziran 1950’de, beş gün önce okunmuş yeni hükümet programının TBMM’de görüşülmesi sırasında, Başbakan Menderes’in konuşmasını cevaplama hakkı muhalefete verilmeyince CHP’li milletvekilleri salonu terk etti.

Teorik düzlemde, DP ve CHP’nin hemfikir oldukları çok fazla tarafları, çok az anlaşmazlık konuları vardı. Ancak, DP’nin on yıl süren iktidarı boyunca iki parti arasındaki ilişkinin biçimi her geçen zaman çekişmenin şiddetini arttırdı.
DP dört yıl süren bir muhalefetten; CHP ise 27 yıllık iktidardan sonra yeni konumlarına alışık görünmüyorlardı. DP kendini, vurgulu bir söylemle on yıl boyunca sıklıkla dile getirilecek “millî irade”nin “yegâne” temsilcisi sayıyordu ve bu da DP liderlerine göre, kendisine, gerekli gördüğü her şeyi yapmak kudretini veriyordu.

DP’nin kendi icraatlarının meşruluğunu, tüm bir ulusun ortak görüşü veya isteği olduğuna inanılan “millî irade”de bulma anlayışı, devlete ait tüm kurumların iktidarın emrinde olduğu sonucuna götürdü.

O kadar ki, DP’nin iktidarı süresince tekrarlanan bu anlayış, 1953 yılının son ayında ülke çapında geniş örgüt yapısına sahip CHP’nin mal varlıklarına el konulmasına kadar gitti.

DP’nin revanşist tarzını yansıtan bu kararla hükümet, bağımsız bir örgüt olarak varlığını sürdürmek yerine, CHP’yle eklemlenmiş gördüğü Halkevleri’ni kapattı.

DP’nin muhalefet yıllarında kendi içinde yaşanan ayrılıklar sonrası kurulan Millet Partisinin (MP’nin) 8 Temmuz 1953’te kapatılması da, iktidarın muhalefete yönelik tutumlarının sadece CHP’yle sınırlı olmadığını gösterdi.

Ülkenin üçüncü siyasî partisi Millet Partisinin Haziran 1953’te gerçekleşen Dördüncü Kongresindeki açıklamalar, Atatürk inkılâplarına bir tehdit olarak değerlendirildi ve parti dini politikaya alet etmekle suçlandı. Bu suçlamayı doğrularcasına partinin Atatürk inkılâplarına bağlı kalması teklifinin reddedilmesi üzerine 40 kişilik bir gurup kongreyi terk etti.
,2 Mayıs 1954’te yapılan genel seçimlerde seçmenlerin büyük çoğunluğunun hükümete onayı vardı. DP’liler genel oyların yüzde 57’sini alarak, TBMM’de milletvekili sayısını 504’e çıkarmıştı. Buna karşılık, CHP oylarını bir önceki seçime kıyasla yüzde 5 oranında düşürürken, mevcut milletvekili sayısının yarısını bile elinde tutamamıştı.

1954 seçimleri hükümet için çok büyük bir başarı idi ve geçmiş dört yılda yapılan icraatlarının doğruluğunu hükümete inandırmıştı.

1954 genel seçimlerinden sonra meclis üstünlüğünü perçinleyen DP, umulanın tersine muhalefete yönelik siyasî liberalleşmeyi kısıtlayan bir dizi tedbirler aldı:
-Seçim işbirliğini önlemek amacıyla muhalefet partilerinin karma liste oluşturmaları yasaklandı;
-Muhalefet partilerinin devlet radyosundan yararlanmalarına izin verilmedi. -CHP’ye yakınlığından hâlâ şüphelenilen bürokrasinin, hükümete karşı bağımsızlığını sona erdirmek için hâkim ve profesörleri de kapsayan devlet memurlarını geçici olarak görevden alma ve erken emekli etme yetkisini hükümete veren kanun kabul edildi.

Baskıcı olarak nitelenebilecek bu uygulamalara gidilmesi, ülkede kendini belli eden ekonomik sıkıntılardan kaynaklanmıştı. Muhalefet için “kriz” olarak değerlendirilen ve devamlı olarak sözü edilen ekonomik sorunlar, hükümet açısından kolay halledilebilecek önemsiz konulardı.

1955 yılında Türk politikasının ana konusu, Kıbrıs Sorunu olmuştu. İktidar partisi bu konuyu, etkili şoven söylemle eksikliklerini kapatmak için kullanmasını bildi; muhalefet ise “millî mesele” olarak addettikleri bu konuyu iç politikanın konusu haline getirmedi.

Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşme eğilimine bir tepki olarak 6-7 Eylül’de İstanbul’da başlayan kitlesel olaylar, beklenmedik bir seyir izleyerek sıkıyönetim kararı aldırtan DP’nin iktidarını zedeledi, 10 Eylül’de İçişleri bakanı istifa etti. DP içindeki gayri memnunlar, partiden ayrılarak yılın son ayında liberal demokrat çizgisiyle öne çıkan Hürriyet Partisi’ni (HP) kurdular.

1956 yılı boyunca süren politik belirsizlik, ülkeyi yeni bir seçime götürdü. Hükümet, istikrar sağlamak için Eylül başında erken seçim kararını açıklamıştı. 27 Ekim 1957’de gerçekleşen genel seçimlerde DP yine tek başına iktidar olabilecek oyu almıştı. Ancak, daha önceki iki seçimden farklı olarak, DP’nin oy oranı yüzde 50’nin altında kalmıştı.

Bu durum, DP’nin 1950’den beri sarıldığı millî irade anlayışını “zaafa” uğratmıştı. CHP ise, oylarını bir önceki seçime kıyasla yüzde 5 oranında artırarak, TBMM’deki milletvekili sayısını yaklaşık altı katına çıkarmıştı.

Seçim sonrasında siyasî baskı ve ekonomik sıkıntı devam etti. Ağustos 1958’de hükümet ekonomide bir istikrar programı uygulamaya girişti. Türk Lirası ABD Doları karşısında devalüe edilirken, Batılı devletlerden istenen kredi sağlandı. Ancak bu çabalar ülke ekonomisinin temel sorunlarına kalıcı çözüm getiremedi ve etkisi sınırlı kaldı.

14 Temmuz 1958’de halkın desteğiyle Irak’ta gerçekleşen askerî müdahale, DP’yi muhalefete yönelik daha katı önlemler almaya itti. Hükümet için muhalefetin tutumu saldırgandı ve gerekirse kovuşturmaya kadar varacak ileri tedbirler almayı zorlamaktaydı. Başbakan Menderes 12 Ekim’de Manisa’da CHP’lilerin kurmakta olduğu “kin ve husûmet cephesine” karşı “Vatan Cephesi”ni kurmalarını istedi.

Bu sıralarda TBMM, düzenli olarak toplanamadığı gibi, toplandığı zamanlarda da, ya toplantılar kısa sürüyor ya da iktidar-muhalefet arasında kavgaya varan gerginlikler yaşanıyordu. Bu durum, muhalefetin faaliyetlerini daha çok TBMM dışına kaydıracaktı.

CHP, Nisan 1959’da Ege illerini kapsayan bir propaganda gezisi düzenledi. İnönü’nün bu geziyi, Büyük Taarruz’da Yunan Başkomutanı Trikupis’i esir aldığı Uşak’ta başlatması DP’lilerin tepkisini çekti. DP’nin kalelerinden biri sayılan Uşak’ta İnönü’nün gelişi karşı gösteriye sebep oldu. İnönü, Uşak’tan İzmir’e giderken kızgın kalabalığın saldırısına uğradı ve başından taşla yaralandı.

Politik durumu normalleştirmek ve iktidarla muhalefet arasında olumlu bir ilişki kurmak, bu sıralarda daha da zorlaşmıştı. 1960’ın Nisan başında, CHP lideri İnönü’yü Kayseri’ye götüren trenin yetkililerce durdurulup, İnönü’den Ankara’ya geri dönmesi istendi. İnönü, bu teklifi kabul etmedi ve üç saatlik bir gecikmeyle yoluna devam etmesine izin verildi. Ancak, bu durum hükümeti zor durumda bıraktı. Hükümete göre CHP, komplocu yaklaşımlar sergilemekte idi. “Kayseri Olayı” diye bilinen bu olaydan bir gün sonra, DP Meclis Gurubu, muhalefeti bir askerî ayaklanma düzenlemekle suçladı ve muhalefetin faaliyetleri ile ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak için “Meclis Tahkikat Komisyonları”nın kurulması istendi.

18 Nisan’da kurulan Meclis Tahkikat Komisyonu, muhalefetin kanunî sınırları zorladığına ilişkin DP’nin iddialarını soruşturmak için oluşturulmuştu. Tamamen DP’lilerden kurulu bu komisyonun tarafsız olması çok zordu. Üstelik, komisyona olağanüstü yetkiler verilmişti.

On gün sonra da, komisyonun yetki ve görevlerini tanımlayan tasarı TBMM’den geçti. Böylelikle, muhalefetin anayasaya aykırı gördüğü bu komisyona, gazeteleri toplatma, basına sansür getirme ve komisyonun çalışmasına engel olanlara hapis cezası verme yetkisi verilmişti. İnönü bu meclis kararını sert bir şekilde eleştirince, kendisine Meclis görüşmelerine 12 oturum katılmama cezası verildi.

Mayıs 1960’ta Tahkikat Komisyonunun incelemeleri orduya yöneldiğinde, ordu içindeki ihtilalci örgütler harekete geçme kararını vermişlerdi. Bu arada, 21 Mayıs’ta geleceğin subaylarını yetiştiren Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüşü, hükümeti olumsuz yönde etkiledi.

27 Mayıs sabahı, Menderes’in erken seçim kararını açıklamayı düşündüğü gezisinin Eskişehir’den sonraki durağı Kütahya’ya giderken, ihtilalci subay Kurmay Albay Alparslan Türkeş DP hükümetini devirdiklerini açıklayan bildiriyi Ankara radyosundan okudu.

27 Mayıs’la ilgili iki farklı görüş yerleşti:
-Bir görüşe göre, demokrasi dışı uygulamaları kontrol edilemeyen bir hükümete karşı demokratikleşmeyi sağlayan meşru bir darbeydi.

-Diğer görüşe göre ise, 27 Mayıs, seçimle işbaşına gelmiş bir iktidarı deviren ve kendisinden sonraki darbelere de yol açarak demokrasinin kökleşmesini önleyen bir darbeydi.

“Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz.”
Adnan Menderes, Başbakan, DP Meclis Gurubuna hitap, 29 Kasım1955.

Demokrat Parti İçindeki Gelişmeler :

1950 seçimlerinden sonra, Cumhurbaşkanı Bayar’ın Menderes’i Başbakan olarak ataması parti içindeki yaygın beklentinin tersine görünüyordu. Fuat Köprülü gibi yaşları ve tecrübeleriyle siyasî nüfuzu güçlü kişiler yanında genç politikacı Menderes’in yeni hükümeti kuracak olması tahmin edilmiyordu.

Menderes sadece başbakanlığı değil, CHP zamanında hep cumhurbaşkanlığına ait olan parti genel başkanlığını da üstlenmişti. Çabuk karar vermeyi kolaylaştıracak bu iki makamın bir kişide toplanması, partinin kabineye hükmetmesine izin vermemek içindi. Başbakanın sorumluluğunu daha da arttıran bu durum, öte yandan başbakanın görevini sorumsuz kullanmaya itebilecek bir ihtimali de içine alıyordu.

Menderes’in ilk hükümeti, parti içi dengeler pek gözetilmeden oluşturulmuştu. On beş kişilik bakanlar kurulunun yarısından fazlası parti içinde popülariteleri oldukça düşük teknokrat ve bürokratlardan oluşuyordu. Fakat bir süre sonra yerel örgütler nezdinde güçlü isimler birer birer kabineye alındı. Bu durum Menderes’in parti içindeki yerini daha da sağlamlaştırdı.

İlk kabinenin kurulmasından on ay bile geçmemişken Menderes’in günün ihtiyaçlarını gerekçe göstererek 9 Mart 1951’de yeni kabineyi açıklaması, önceden beklenen daha etkili icraat isteklerini boşa çıkarttı. Menderes sadece üç bakanının yerine başkalarını getirirken, altı bakanın da yerlerini değiştirmişti ve bu açıdan ilk kabineden önemli ölçüde ayrılan bir nitelik taşımamakta idi.

DP’nin üst yönetimi, geçen bir yıldan sonra açıkça beliren yerel örgütlerdeki yönetim mekanizmasından kaynaklanan sıkıntıları giderme konusunda ihtiyatlı davrandı. Hükümetin işlerliğini yitireceği endişesiyle, önceki iktidar partisine bağlı görülen bürokraside ciddi bir kadro değişikliğine yönelmedi. Ancak, aşağıdan gelen bu yöndeki baskılar DP liderlerini, kendi yerel örgütlerini kaybetmeme pahasına özellikle devletle özdeşleşen CHP ile yeni tartışmalarının içine sokmaya başladı.

Menderes, parti içindeki konumunu ve yerel örgütler üzerindeki denetimini güçlendirmesi için kongrenin desteğini önemsedi. DP’nin iktidara geldikten sonra ilk kurultayı, 15 Ekim 1951’de Ankara’da Büyük Sinema’da gerçekleşti.

DP, kuruluşundan iktidara gelmesine kadar geçen dört yıllık muhalefet döneminde iki büyük kongre -ilki 1946’da, diğeri 1948’de olmak üzere- yapmıştı. On yıl süren iktidarı boyunca da iki büyük kurultay yapabilecekti. Altı gün sürecek bu Üçüncü Büyük Kurultaya, çağrılanların çoğunun iştirak ettiği 1000’in üzerinde delege katıldı.

Bu kurultayda ülkenin esas davası “millî kalkınma” olarak belirlendi. Parti programı aynen kabul edilirken, tüzükte birkaç noktada değişiklik yapıldı. Bu değişikliklerden biri de, milletvekillerinin parti örgütlerinde görev almasına yasak getirilmesiydi.

Kongreden sonra Menderes, 1954 genel seçimlerine kadar partisinin il örgütlerinde kendisine bağlı ve sadık adayları yerleştirdi. Bu sıralarda iyiye giden ekonominin yardımıyla Menderes’in parti içindeki muhalifleri karşısında durumu nerdeyse sarsılmaz gibiydi.

Arkasına aldığı kitlesel destekle 1954 seçimlerindeki ezici sonuca rağmen, hemen bir yıl sonrasında kötüleşmeye başlayan ülke ekonomisinin etkisiyle DP içindeki muhalifler hükümet politikalarını daha açık eleştirmeye başladı.

Asıl tartışma konusu, sıradan bir seçmen için pek sorun teşkil etmeyen gazetecilere iddialarını mahkemede “ispat hakkı” verecek düzenlemeyi içerecek basın kanunu değişikliği tartışmalarından çıktı. Basına ispat hakkı tanımaktan yana olan ve başını F.Lütfi Karaosmanoğlu’nun çektiği dokuz kişilik muhalif gurup 1955’in Ekim ayının başlarında parti genel kuruluna bu yönde bir değişiklik önerisi sundu. Önerisini geri çekmeyen dokuz muhalif, parti disiplin kurulu tarafından ihraç edildi.

Hemen sonrasında onlara destek vermek isteyen on kişi de partiden istifa etti. Sonradan “On Dokuzlar” diye anılacak partiden atılan ve ayrılanlar, 15 Ekim’de toplanacak DP’nin Dördüncü Büyük Kurultayında Menderes’in liderliğini pekiştirmiş oldular.

DP’nin tüzüğü gereği iki yılda bir kurultay toplanması gerekirdi. Bir önceki kurultay 1951’de gerçekleşmişken, aradan geçen dört yıla rağmen sonraki kurultay henüz yapılmamıştı. Dördüncü Büyük Kurultayda, Başbakan ve Maliye Bakanı tarafından okunan ülkenin siyasî ve ekonomik gelişmelerine ilişkin raporlardan sonra, delegelerin genel politikadan bir şikâyeti yoktu.

Delegelerin eleştirileri parti tüzüğünün uygulanmamasına dönüktü. Bunlar da daha çok yapılan yoklamalarda kazanan milletvekili adaylarının genel idare kurulu tarafından veto edilmesi ile her ilin çıkarttığı milletvekili sayısının üç katı kadar delegeyle kurultaya katılmasını öngören düzenlemenin tüzükte yer almaması noktalarında toplanmakta idi.

Bu eleştirilerden ilki, veto yetkisinin daha önce de (örneğin 1950 seçimlerinde) genel idare kurulunca kullanıldığına dikkat çekilerek, diğer eleştiri noktası olan delege sayısının sınırlandırılmasının ise zorunluluktan kaynakladığı yorumuyla cevaplandı.

Dört gün sürecek olan bu kongrede, daha öncekilerden farklı olarak kurultayın son günü değil, ikinci gününde genel başkan ve idare kurulu üyelerinin seçimi yapıldı. Kurultayın son iki günü temennilere ayrılsa da, bu durum seçimler yapıldığı için söylenenleri çok anlamlı hale getirmiyordu.

Son gün itirazlar arasında ve ancak temenni mahiyetinde olmak üzere kabul edilen önergede, partiden ayrılanların milletvekili sıfatının da kaldırılmasını sağlamak üzere bir kanun çıkarılmasının istenmesi tartışmaya yol açtı. Adnan Menderes’in de destek verdiği bu öneri, başta genel başkan olmak üzere parti üst yönetiminin milletvekilleri üzerindeki baskısını artırması anlamına geliyordu.

Kongre, yine de parti içi muhalefeti yok etmedi. DP’nin Meclis gurubu Menderes’in Irak’ta olduğu Kasım ayında hükümetin ekonomik politikalarını bu kez daha sert bir şekilde dillendirdi. Bununla birlikte geriye kalan muhaliflerin Menderes’in en çok güvendiği üç bakanın istifasını istemesi ise, Başbakanın guruptaki desteğini yitirdiğini göstermekteydi.

Menderes, parti gurubunun karşısına 29 Kasım’da çıktığında, kendi geleceğini “gücünüz o kadar büyük ki, (…) kendimi tamamen gurubun ellerine terk ediyorum” sözleriyle güvenoyu istedi. DP Meclis Gurubu parti içinde alternatif güçlü bir isimden yoksun olduğunu gördü ve Menderes’e desteği sürdürme kararını verdi.

1957 genel seçimlerinden önce Menderes’e karşı olan milletvekillerinin bir kısmı partiden ayrılmıştı. Yerel örgütlerden gelen çeşitli baskılar da etkisizleştirilmişti. Bundan sonra Menderes’in partisinde kişisel muhalefet dışında karşılaşacağı sorun yok gibiydi. Fakat, kısa sürede, homojen olmayan muhaliflerin her istediklerini gerçekleştirmenin zor olduğu görülmeye başlandı. DP’nin iktidar olduğu on yıl boyunca partinin üst yönetiminin başlıca iç sorunu, örgüt desteğini sağlamak için parti üzerindeki denetimi kurmak oldu. DP’nin muhalefet yıllarında (1946-1950) sahiplendiği çıkarlarının genişliği kendi yararına idi, ancak iktidarda bunun bir zaaf olduğu görüldü ve parti içinde fraksiyonların oluşumuna engel olunamadı.
Cumhuriyet Halk Partisi, 27 yıl süren iktidarından sonra 1950’de ana muhalefet partisi olmuştu. 1950’li yıllar, CHP’nin, toplumu temsil etme kaygısında olan Halk partisi ile devlet partisi geleneği arasında bir “bocalama” yaşadığı dönemi oldu. Ancak, geniş örgütü ile diğer muhalif partilere göre iktidara tek alternatif olarak görünmekteydi. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde, CHP için beklenmedik bir sonuç çıkmıştı. Aldığı yüzde 40 genel oyla TBMM’deki milletvekili sayısı yüzde 14’tü. Seçim sonucuna ilk tepki, büyük bir şaşkınlıktı. Seçim yenilgisinin kabul edilmesinden sonra yeni hükümete gerekli yardımın yapılacağı sözü verildi. Özellikle “irtica” ve “komünizme” karşı olmada hükümetle birlikte hareket etmeye hazır olunduğu beyan edildi.

CHP bundan sonraki süreci, demokratik temelde ciddi bir muhalefet partisine dönüşebilme sorunuyla geçirdi. Seçim sonrasında CHP, kendi geleceğinin tartışmasını ilk olarak Haziran’ın son gününde başlayacak ve beş gün sürecek Sekizinci Olağan Kongrede yaptı. Kongre, partinin gençleşmesi eğiliminde olan çok küçük bir gurubun karşı oylarına karşın, partiyi toparlayabileceği umudu taşıyan tarihi kişilik İnönü’yü yeniden genel başkan olarak seçti. Ancak, genel başkanın elinden partinin genel sekreterini atama yetkisi alınarak, bu yetki kongreye verildi. Böylelikle parti içinde Genel Başkan ile Genel Sekreter arasında bölüşülen iki otorite ortaya çıktı. Nitekim kongre, 1940’tan beri partinin içinde olan Kasım Gülek’i, İnönü’nün desteklediği adaylarına (Nihat Erim ve Şemsettin Günaltay) rağmen, genel sekreter seçti

Bu durum CHP tarihinde, otoriter zihniyetten uzaklaşma yönünde ilk çıkış; Gülek de İnönü ve çevresindeki “lortlara” karşı çıkan ilk politikacı olarak kabul edildi. CHP’nin sonraki kurultaylarında da kongre, yetkilerini, partinin merkez kuruluna vermeye yanaşmadı ve Gülek 1959 yılına kadar Genel Sekreter olarak görevini sürdürdü.

Kasım 1951’de Dokuzuncu Olağan Kongrede, CHP’nin birliğini tesis için iktidardaki DP’ye alternatif olacak fikrî bir açılım getirmek zorunda kalındığı görüldü. 1950’den önceki son hükümetleri döneminde CHP’nin, halkla bağlarını güçlendirmek için temel ilkelerinden taviz verdiği kanaatiyle, Atatürk döneminde yapılan inkılâpları korumaya kararlı olunduğuna vurgu yapıldı ve bunun hiç olmazsa partinin geleneksel takipçilerine yeniden güven vereceği ümit edildi.

Onuncu Olağan Kurultay 22 Haziran 1953’te toplandı. Kabul edilen programda geçmişi sorgulayan değerlendirmeler yapıldı. Bu konuda, bir önceki kurultaydaki benimsenen ana hat sürdürüldü ve Atatürkçülük’e daha büyük önem verildi.

Program, anayasanın üstünlüğü, iki meclisli yapının kurulması, anayasa mahkemesinin gerekliliği gibi yeni teklifler de getiriyordu. 1954 seçimlerine gelindiğinde, CHP’nin kendi tutumunu belirleme çabaları sürüyordu; ancak, değişim içeren bu sürecin yavaş ilerlediği görülüyordu. 2 Mayıs 1954’te yapılacak genel seçimlere hazırlanmak için, iki ay öncesinde yapılan Olağanüstü Kurultay’da, bu durum daha açık ortaya çıktı.

Partinin merkez kurulu, il örgütlerine bıraktığı milletvekili adaylarının yüzde 20’sini belirleme hakkını geri istiyordu. Yerel örgütten delegeler bu hakkı vermeyi reddetmiş olsa da, CHP’nin 1954 seçimlerine kendini zayıflatan iç sorunlarıyla gireceği açıktı.

Bundan başka, hükümetin bu sıralarda CHP’nin mal varlığının çoğuna el koyması da partinin DP karşısında durumunu iyice zor duruma sokmuştu. Nitekim, seçim sonuçları belli olduğunda, CHP mevcut olan milletvekili sayısını koruyamadı.

1955 yılının ortalarında, artan enflasyonla başlayan ekonomik zorluklar, özgürlükleri kısıtlamaya dönük uygulamalar CHP’ye eleştiri malzemesi oldu ve ana muhalefet partisine genel ilgi yükselmeye başladı.

DP’ye destek veren değişik kesimler DP’nin tek siyasî alternatifi CHP’ye yavaş yavaş dönmeye başladı. 1957’de yapılan erken genel seçimlerde genel oylarını belli düzeyde arttıran CHP’nin milletvekili sayısını 31’den 178’e çıkartması, partinin canlanmasına işaretti.

1950’li yılların sonunda DP hükümetine yönelik tepkiler yükseldikçe, CHP’ye toplumsal destek genişliyordu. 1958 yılının sonunda Hürriyet Partisi kendini feshedip CHP’ye katılma kararı vermesi ile parti içinde özgürlükçü talepler güçlenmişti.

CHP’nin 1959 yılının başında açıkladığı İlk Hedefler Beyannamesi dönemin genel eğilimini yansıtıyordu. Hukuk devleti ve sosyal devlet anlayışına vurgu yapan bu bildiri, CHP’nin aynı zamanda iktidara gelir gelmez sistemi yenileyebileceği sözünü içeriyordu. Özellikle CHP çevrelerinde, yapılacak bir genel seçimde partinin iktidar olacağı umudu çoğalmıştı. Ancak, 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen darbe sonrası iktidarı ele geçiren askerî yönetim döneminde, CHP’nin büyük rakibi DP kapatılırken, CHP de bu olağanüstü sürecin yansımalarından etkilendi.
DP iktidara geldiğinde devlet mülkiyeti ve serbest girişim ikileminde, ikincisine yönelik bir dizi ekonomik düzenleme zaten yapılmış durumdaydı ve bunlar iktidar boyunca DP’nin iktisat politikasının temelini oluşturdu.

Programlarına bakıldığında, iki rakip parti arasında ekonomi anlayışında temel farklılık olduğu söylenemezdi. Fakat DP, uygulamalarıyla geçmişten açıkça kopmuş ve şartlar elverdiği ölçüde liberal politikalar izlemişti. Yeni bir parti olarak DP’nin geçmiş politikalarla herhangi bir bağının olmaması karşısında, partililer kendilerini seçim vaatleri olan kapitalist kalkınmayı cüretli ve süratli yerine getirmeye mecbur hissediyorlardı.

DP iktidarı, bazı kanunî düzenlemelerle özel sektörü desteklemeye istekliydi. Buna karşılık yerli işadamları ve sanayiciler henüz gelişmemiş bir toplumsal sınıfı temsil ettiklerinden kendilerine sunulan devlete ait teşekkülleri satın almada ve yeni sanayi yatırımlarını genişletmede istenen inisiyatifi almayarak, çeşitli kaygılar yüzünden çekingen tutumlarını sürdürdüler. Dolayısıyla, özel sektörün büyümesi DP’nin iktidar yıllarında çok yavaş gelişti.

Ticaretle uğraşan girişimci guruplardan beklediğini alamayan hükümet, ülke sanayini büyütmek için tekrar devlet sektörüne döndü. Özellikle ulaşım, enerji ve haberleşme alanlarında kendini gösteren devlet yatırımları, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri süregelen devletçi uygulamalara bir geri dönüştü.

1950’den önce 11; 1950-1960 döneminde 17 kamu iktisadî teşekkülünün kurulması dikkate alındığında devletçi anlayışta belirgin bir kırılmadan çok, bu yöndeki politikanın devam ettiği söylenebilirdi.

DP, başlangıçta yerli girişimciler sınıfından umduğunu bulamayınca yabancı sermaye yatırımlarına yöneldi. Ülkenin zenginlik kaynaklarını daha hızlı bir şekilde üretime açmanın yolunun yabancı sermaye ile mümkün olacağı düşünülmüştü.

DP’liler iktidarının daha dördüncü ayında, devlet tekelinde olan petrol gibi kaynaklar dahil olmak üzere enerji kaynaklarının ve madenlerinin işletilmesinde, ulaştırma alanlarında ve diğer altyapı yatırımlarında yabancılara kolaylıklar sağlayan “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu”nu çıkarttı. Fakat bu kanunla sağlanan teşviklere rağmen yabancı yatırımlar, ülkenin kalkınmasına yeterli katkıyı sağlayacak boyutlara ulaşamadı.

DP’nin ekonomide asıl gelişme stratejisi tarıma dayanmaktaydı. İnsanlarının üçte ikisi toprakta çalışan ve milli gelirin yarısından biraz fazlasını tarımdan sağlayan bir ülke için bu durum çok olağandı. Hükümet, tarımda köklü değişikliğe yol açabilecek uzun süreli bir politika yerine, kısa sürede gerçekleşebilecek hızlı üretimi tercih etti.

Üretimdeki değişimi etkileyen başlıca faktör, tarımdaki makineleşme, özellikle traktör kullanımıydı. İşlenmemiş toprakların tarıma açılmasına imkân veren traktörler ekili alanları DP iktidarının son yılında neredeyse iki katına çıkarmıştı. Tarıma odaklı fon kullanmaya izin veren Marshall Yardımları da tarım makinelerinin ülkeye girişini kolaylaştırmıştı. Motorlu taşıtlar ile ürünlerin pazara ulaşımını kolaylaştıran karayolları sayesinde, köylüler zenginleşti. DP’nin on yılı kırsal kesim için altın yıllardı.

DP, toprak reformu konusunda daha önce beliren görüşlerden ayrıldı. Geniş toprak sahipliğini koruyan mülkiyet rejimi büyük ölçüde korundu. Yeterli olmayan topraklarında varlık gösteremeyecek köylüler ise ya tarımda “emekçi” oldu ya da işgücü fazlalığından kentlere göç etmeye başladı.

Kentlere göç olgusu da, hükümetin karşısına yeni sorunları getirdi. İstanbul, Ankara ve bazı büyük kentlerde gecekondulaşma başlarken, temelde işsizlikten kaynaklanan suç oranlarında artış oldu.

DP hükümetine yöneltilen en ciddi eleştiri, iktisat idaresinde uzun vadeli perspektifin olmamasıydı. 27 Mayıs darbesinden sonra askerî rejimin ilk işlerden olarak “Devlet Planlama Teşkilatı”nı kurması bu yöndeki açığı giderme girişimiydi. DP iktidarının ilk dört yılında ortalama yüzde 13 oranında bir büyüme yaşandı. Ancak, ülke ekonomisinin belli temellere dayanmayan yanını gösteren durgunluk kendini 1954’te göstermeye başladı ve büyüme oranı yüzde 10’a geriledi. On yılın sonunda da bu oran yüzde 4’e düşmüştü.

1950’li yılların başındaki hızlı büyümenin nedeni tarım alanındaki hareketlilikti. 1953’ten itibaren devletin başka alanlardaki (karayolları yapımı, baraj ve fabrika temellerinin atılması gibi) artan yatırımlarına karşın, tarım sektörüne yönelik hemen aynı ağırlıkta devam eden iktisadî politika, DP’nin artık siyasette önemli etkiye sahip köylü kesimini bir “seçmen kitlesi” olarak gördüğünü ortaya koymaktaydı

Bu durum, sübvansiyon, ürünleri pahalı fiyata satın almalar, ucuz tarım kredisi, tarıma dayalı gelirlere vergi muafiyeti gibi bazen şartları zorlayarak gerçekleşen popülist politikalara yol açtı. Köylü kesimini memnun etme iktidarda kalmayı sağlamlaştıran bir yol olduğu görüldü.

Diğer taraftan devlet gelirlerinin azalmasına yol açan bu politika, özellikle devlete bağımlı sabit gelirli memurları olumsuz yönde etkiledi ve kentli muhalefet her geçen gün arttı. 1954’de baş göstermeye başlayan ekonomik durgunluk karşısında hükümet çıkartacağı sert kanunlar ve çeşitli tedbirlerle güveni yeniden sağlama girişimlerinde bulundu. 1956’da fiyatları narh uygulamasıyla denetlemeye iten “Millî Koruma Kanunu” Meclisten geçti.

Bu süreçte Türkiye ekonomisi, karşılıksız verilen veya satın alınan traktör ve başkaca araç ve makinelerin yenilenmesi, onarılması ve yedek parça için ABD’ye bağımlı hale gelmişti. 1958 yılının ikinci yarısında, Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki stratejik konumundan da büyük ölçüde yararlanılarak sağlanan dış kredi ile ödemeler dengesi geçici olarak toparlanabilse de, büyük iyimserlikle beklenen istikrarı getiremedi.

1950’li yılların sonuna gelindiğinde, hükümetin ekonomi üzerindeki denetimi oldukça zayıflamıştı.
1946’da başlayan rekabete dayalı çok partili süreç kaçınılmaz olarak din sorununu siyasetin konusu haline getirdi. Dine karşı tutumlarını ilk gözden geçiren parti, bu yılların hükümet partisi CHP oldu; bu yıllarda sonradan taviz olarak nitelenecek bazı kararlar alındı. DP’liler kendilerinden önce başlamış olan dine yönelik politikaları devam ettirdiler.

DP hükümeti, iktidarının daha ikinci ayında ezanın Türkçe dışında herhangi bir dilde okunmasını yasaklayan ceza kanunun ilgili maddesini değiştirdi. Bunu diğer değişiklikler izledi. Temmuz’da radyodan Kur’an okundu; radyodaki başkaca dinî programlar üzerindeki yasak kaldırıldı. Ekim’de, velilerin istediklerini belirten bir mektup vermeleri halinde okullarda din derslerinin okutulmasına karar verildi.


CHP, başlangıçta “demagojiye açık” bu kararlara itiraz etmedi ve hatta CHP’li milletvekilleri Arapça ezan okuma tercihi veren değişiklik lehine oy kullandı. Hükümetin Meclis’ten çıkarttığı bu kararları ve başkaca tasarrufları, DP’nin karşısında yer alan ve bir kuşak boyunca iktidar olmuş CHP’yle özdeşleşen politikalara karşı muhalif duyguların açığa çıkmasına ortam hazırladı.

1951 başlarında özellikle Atatürk’ün büst ve heykellerinin parçalanması ve başkaca gelişmeler, DP için sınırlı bir tepki; CHP içinse mevcut düzene tehdit olarak algılandı. CHP’liler, Atatürk’ün kurduğu parti olarak son gelişmeleri kaygıyla karşılayıp, hükümetin Atatürk inkılâplarını korumak hususunda gerekli önlemleri almadığını ve hatta irticaî gelişmeleri teşvik ettiğini ileri sürdü.

Kendilerini herkesten daha çok Atatürkçü gören DP yöneticileri, irticai unsurları denetim altına almak konusunda ciddiyetini karşı tedbirler alarak gösterdi. Bunlar arasında en önemlisi, Atatürk’ün büst, heykel ve resimlerini korunmaları için hükümete yetki veren “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun Meclisten geçirilmesiydi. 1954 seçimlerinden önce partiler, istismara kadar giden boyutlarda dini, malzeme yapmışlarsa da, din, seçim sonucunu etkileyen faktör olarak belirmedi.

DP, dört yıllık icraat başarısıyla daha büyük zaferle yeniden iktidar olmuştu. DP hükümeti, 1950’li yılların başında Atatürkçü inkılâpları gözden çıkarmadan dinî özgürlük alanını genişletmişti. Ancak, 1955’ten itibaren parti içindeki muhalefet ve giderek ağırlaşan ekonomik koşullar sebebiyle destek kaybetmeye başlayınca DP yönetimi, dini daha açıkça kullanmaya yöneldi.

1956 sonrası hissedilen enflasyonlu yıllarda yaşanan sıkıntıları hafifletmek için hükümetin verdiği tavizler ülkede İslamî eğilimleri daha da güçlendirdi. 1958 yılına gelindiğinde dinî gericiliği kışkırtmama konusundaki duyarlılığına karşın DP, İslamî canlanış ile özdeşleşmişti.

Bu özdeşleme, 1959’un ikinci ayında Londra’da yaşanan Gatwick uçak kazasında Başbakan Menderes’in sağ kurtulmasını “mucize, ilahi takdir” gibi dinî anlayışlarla karşılanmasıyla doruk noktasına ulaştı. Siyasal İslamcılar bu durumdan yararlanarak Vatan Cephesi kampanyasında, cepheye katılmayı “dinî” bir görev gibi sunmayı da başardı ve hükümetin politik olarak işine gelen bir durum hasıl oldu.
1946’da çok partili sürece geçildiğinde, CHP’nin devam eden uzun süreli iktidarı sayesinde ordu ile ilişkiler kopmayacak kadar güçlü görünüyordu. Bu yüzden yeni parti DP için orduyu yanına çekmenin sembolik olmasından çok, devletle eklemlenme açısından önemi vardı.

İlk sıralarda DP yönetimi, ordu içinde büyük itibarı olan ve 1944’e kadar Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan emekli Mareşal Fevzi Çakmak başta olmak üzere, başka üst düzey askerleri kendi taraflarına çekerek İnönü’nün etkisini eşitlemeye çalıştılar. Ayrıca DP’liler, silahlı kuvvetlerin siyasette etkin rolüne imkân veren II. Dünya Savaşının başında ilan edilmiş sıkıyönetimi, muhalefetin gelişmesine engel oluşturduğu fikrini işleyerek 1947’de kaldırttılar.

DP 1950’deki seçimleri kazandığında, kimi DP’liler CHP’ye hâlâ sadık olarak gördükleri ordunun tepkisinden kaygı duydular. Menderes hükümetinin kurulmasından iki hafta sonra, bir ihbar üzerine silahlı kuvvetlerin yüksek komutasında tasfiyeye girişildi.

Genelkurmay başkanı ve diğer yüksek rütbeli subayları görevden alıp yerlerine siyasî olarak daha güvenilir kişileri getirme çabası içeren bu hareket, yeni kabineye bağlılıkları şüpheli görülen yüksek komutadan gelebilecek tehlikeyi ortadan kaldırmak amacı taşıyordu. Pek çok DP’liye göre, muhalefet lideri İsmet İnönü’nün ordu üzerindeki etkisi devam etmekteydi ve bu durum, komutanların DP iktidarına tam anlamıyla sadık olamayacağına yorumlanıyordu. Bu yüzden Menderes hükümetinin kısa sürede gündemine, ordunun yeni demokratik hayata uygun yapılanması girmişti.

Teknolojik donanımda orduyu modernleştirmeyi de kapsayacak bu reform hareketine istekli görünen, 1952 sonlarında Millî Savunma Bakanlığına atanan asker kökenli Albay Seyfi Kurtbek’ti. Üstelik Türkiye, bu sıra, Türk Silahlı Kuvvetleriyle ilgilenen ve bu kurumda değişim isteyen askerî ittifak NATO’nun üyesiydi.

Ordu içinde, yüzyıl başında benimsenen Prusya modelinin yerini ABD modeli almış, çok sayıda genç subay NATO eğitiminden geçmişti. Silahlı kuvvetleri sivillerin denetimine bırakmayı hedefleyen Kurtbek’in askerî reform tasarısı, ilk sıralarda hükümet düzeyinde destek bulduysa da, bir süre sonra bundan vazgeçildi.

Hükümet, yüksek kademedeki komutanlarla işbirliğine daha çok önem vermesinden dolayı onların durumlarında iyileştirmeler yaparken, bu alt ve orta rütbeli subaylara aynı ölçüde yansımadı. 1956’da başlayan enflasyonlu yıllarda alt ve orta rütbeli subayların maddi refahlarındaki gerileme onların genel hoşnutsuzluğunu giderek arttırdı.

1957 yılının son ayında, hükümete karşı komplo kurmakla suçlanan dokuz subayın İstanbul’da tutuklanması ordu içindeki ortamın gerginliğine bir işaret sayıldı. Subayların tutuklanmasından sonra geniş bir soruşturmadan vazgeçilip, bunun sınırlı tutulması ordu içinde bu tür faaliyetlerin daha büyük gizlilikle ve ihtiyatla devam etmesine olanak sağladı. Dokuz Subay Komplosundan sonra 1958’in Temmuz’unda askerî darbe ile Irak’ta krallığın devrilmesi DP hükümeti için bir ikaz oldu.

Nisan 1960’da, Tahkikat Komisyonu’nu anayasaya aykırı buldukları için eleştiren bazı profesörlere siyasete karıştıkları gerekçesiyle disiplin cezası verilmesine tepki olarak İstanbul ve Ankara’da baş gösteren öğrenci olayları ordu içindeki ihtilalci örgütlere fırsat vermekteydi.

Hükümetin bu sıralarda ordu içindeki ihtilafın üzerine gitme gibi bir eğilimi de gözükmüyordu. Nitekim, subaylar 27 Mayıs’ta “demokrasinin içine düştüğü buhran”, “son müessif hadiseler” dolayısıyla ülke yönetimine el koyduklarını açıkladıklarında ordu içinde ciddi bir direnişle karşılaşmadılar.
Büyük çoğunluğu ile Türk basını, vaat edilen özgürlükçü yaklaşımıyla muhalefet yıllarında DP’nin yanındaydı. CHP’yi tutan gazetelerde çalışanlar arasında bile DP’yi destekleyenler vardı.

1950’de iktidara gelmesinde önemli katkısı olan basına yönelik DP’nin iktidarının daha ikinci ayında bazı iyileştirici düzenlemelere gitmesi bu sebepten anlaşılmaz değildi. 21 Temmuz 1950’de kabul edilen yeni basın kanunu ile gazete/dergi çıkartmak için hükümetten izin almaya gerek kalmadan bir bildiri vermek yetecek, suç sayılan yazıdan dolayı gazete sahibi cezaî sorumluluk taşımayacaktı.

DP hükümeti, partisinin basın özgürlüğü ile güçlendiğini açıklasa da, basını gerektiğinde yönlendirebilme gücünü bırakma niyetinde değildi. 1951 yılının ikinci ayında, resmî basın ilanları konusunu ele alan DP Meclis Gurubundaki genel eğilim, kendilerini destekleyen gazetelere daha çok ilan verilmesi lehineydi.

DP iktidarının iş başına geçtiği ilk yıllardan 1950’li yılların sonuna kadar resmî ilan, hükümetin elinde bir çeşit ödüllendirme-cezalandırma yöntemiyle önemli bir güç olarak sürüp gitti.

1953 Temmuz’unda ceza kanununda yapılan bir değişiklikle kabine üyelerinin basında küçük düşürülmesine karşı yaptırımların uygulanması, DP’nin hoşgörüde bir sınır çizdiğini gösterdi. 1954 seçimleri öncesinde basın ve radyo yoluyla işlenecek suçlara ağır cezalar getiren basın kanunundaki değişiklikle de hükümetin basın karşısındaki konumu güçlendi. Bu kanuna, yazıları devletin siyasî itibarını sarsan veya vatandaşların özel hayatlarına tecavüz eden gazetecilerin cezalandırılması hükmü konmuştu. Ceza kanununun kapsamına giren bu çeşit suçlar için hükümetin bunları özel bir kanunda toplayarak verilecek cezaları ağırlaştırması, basın özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtladı.

Böylesi bir ortamda, 1954’ün son ayında, mesleğin önemli isimlerinden seksen yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetede yazdığı bir yazıdan dolayı milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak hapse atılması, basına istendiğinde işin nereye kadar vardırılabileceğini göstermesi açısından bir “gözdağı” idi.

İstanbul’da patlak veren 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim, yönetimce olaylarda payı olduğu düşünülen basına karşı yeni yasaklar getirdi.

1956 yılının ortasında, TBMM’den geçen iki kanunla basına getirilen kısıtlama daha da arttırıldı. Eklenen yeni maddelerde ve yapılan bazı değişikliklerdeki muğlak ifadeler yasaklamanın kapsamını genişlettiğinden, bundan sonraki süreçte bazı gazetelere dava açıldı, kimi gazeteciler de kovuşturmaya uğradı. Gazetecilere ileri sürdüğü iddiayı “ispat etme” hakkı da verilmediğinden dava edilen gazetecilerin sayısı çoğaldı.

1958 yılı ortalarında Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam’ın, Başbakan Menderes’le olan ve önceden planlanan görüşmesi gerçekleşmeyince, kötü izlenimle ülkesine dönen Pulliam’ın gazetesinde çıkan yazısı, Türkiye’de gidişatın tehlikesi üzerinde oldu.

Bu yazıyı Türkiye’deki bir çok gazetenin çevirerek yayımlaması, hükümetin o gazeteler aleyhine 1959-1960 yıllarında bile devam eden ve “Pulliam Davaları” diye ün salacak davalar açmasına itti.

1960 Nisan’ında özel kanunla kurulan Meclis Tahkikat Komisyonuna, gazete ve dergilerin basımı ve dağıtımının önlenmesi, hatta yayının kapatılması yetkisi verildi. Kısa bir süre sonra da, TBMM’deki görüşmelerin yayınlanmasına yasak getirildi.

Basın, 21 Mayıs 1960’taki Harp Okulu öğrencilerinin hükümet aleyhindeki yürüyüşünü haber yapmak yerine, uygulanan sansür dolayısıyla Güney Kore’de Başkan Rhee’yi devirmiş olan öğrenci olaylarına geniş yer verdi.

Basından başka radyo da, dönemin en etkili iletişim aracıydı. Sayısı her geçen zaman artan radyo, iktidarla muhalefeti karşı karşıya getiren önemli bir sorundu.

Hükümete göre, radyo devletin ortak malıydı ve hükümet bu yayını ülke çıkarına kullanırdı. Muhalefet ise kendilerine radyodan yeterince yararlanma fırsatı verilmediğini ileri sürmekteydi. 1957 genel seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra, hükümetin basınla arasının açılmasına koşut olarak, Demokrat Parti radyoyu, başta Vatan Cephesi yayınları olmak üzere “partizanca” kullandığı iddiasını hak verdirecek boyutlarda tekeline almıştı.
1925-1937 arası 12 yıl boyunca başvekillik yapan İsmet Bey’le Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal arasında gerginlik giderek artmaktaydı. Cumhurbaşkanı son yıllarında siyasetten büyük ölçüde çekilip ülkenin günlük yönetimini İsmet Bey’in sorumluluğuna bırakmış, kendisini harf ve dil gibi reform çalışmalarına vermişti.

Cumhurbaşkanı kabinenin bir vekilini İsmet Bey’e danışmadan iki kez istifaya zorlamıştı. Onun bu tür müdahaleleri, İsmet Bey’in hoşuna gitmiyordu.

Eylül 1937’de, Atatürk’ün İsmet Bey’den istifasını istemesiyle sonuçlanan bir gerilim yaşandı. İsmet Bey, sağlık nedenlerini öne sürerek, istifa etti. Yerine İzmir eski İTC sekreteri ve Teşkilat-ı Mahsusa başkanı, 1924’te kurulan Türkiye İş Bankası’nın ilk genel müdürü ve 1932’den beri iktisat vekili olan Mahmut Celal (Bayar) getirildi.

1923 ve 1937 yıllarında geçirdiği iki kalp krizi bir yana bırakılırsa, Mustafa Kemal, 1937 yılı başlarına kadar genel olarak sağlıklıydı. Hastalığı 1938 yılı başında teşhis edildi ve durumu Mart ayından itibaren ağırlaşmaya başladı.

İsmet İnönü, Mustafa Kemal sonrası dönem için en güçlü adaydı.

11 Kasım’da Millet Meclisi İsmet İnönü’yü Cumhuriyet’in ikinci Cumhurbaşkanı seçti. Bu seçim, dört etken kapsamında açıklanabilir:
-Başvekil Bayar’ın, İnönü’nün hasımlarıyla işbirliğini reddetmesi (Bayar bu süre boyunca İnönü’yle temasını sürdürmüştü);
-İnönü’nün hasımlarının kabul gören bir aday bulmayı becerememesi;
-Hem milletvekillerinin hem de parti bürokratlarının yıllar önce bizzat İnönü tarafından seçilmiş olmaları;
-Askeri liderlerin İnönü’yü destekleme kararı ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın, mecliste büyük destek göreceği bildirildiği halde, aday olmama kararı.
Laiklik hamlesinde üç faaliyet alanı görülmektedir: İlki, devleti, eğitimi ve hukuku laikleştirmek; ikincisi, dinsel simgelerin üstüne gitmek ve bunların yerine Avrupa uygarlığının simgelerini koymak; üçüncüsü, toplumsal yaşamı laikleştirmek.

Cumhuriyet’in, Sultan Mahmut zamanında başlatılmış ve İTC’nin 1913-1918 yılları arasındaki yönetimi sırasında hemen hemen tamamlanmış olan, devlet, eğitim ve hukukun laikleştirilmesi sürecini sona erdirmiş olduğu ileri sürülebilir. 1922-1924 yıllarında saltanat ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ve yeni anayasanın ilanı, devletin laikleştirilmesindeki son safhalar olmuş ve İslam’ı Türkiye’nin devlet dini yapan hükmün 1928’de anayasadan çıkartılması bu gelişmeye son noktayı koymuştu.

Cumhuriyetin doğuşundan önce bile, şeriatın rolü hemen hemen yalnızca aile hukukuyla sınırlanmış bulunuyordu. İsviçre medeni yasasının ve İtalyan ceza yasasının 1926’da kabulüyle artık aile hukuku da ulemanın yetki alanından çıkartıldı. Ceza yasası din temelinde derneklerin kurulmasını yasaklıyordu.

Eğitim, 1924 Mart’ında Tevhid-i Tedrisat Kanunu sayesinde artık bütünüyle laikleştirilmişti. Aynı dönemde medreseler kaldırıldı, bunların yerini imam hatip okulları ve İstanbul Darülfünunu’nda kurulan İlahiyat Fakültesi aldı.

1924 yılı, şeyhülislamlık makamının ve Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılmasına sahne oldu. Bu vekaletin yerine, Diyanet İşleri Reisliği ile Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu. Her ikisi de doğrudan Başbakanlığa bağlanmıştı. Devlet, din üzerindeki denetimini böylece sağlamıştı.

Laikleştirmenin gerçekleştiği ikinci alan dinsel simgeler alanıydı. Bu (fes ve sarık gibi) erkeklerin taktıkları geleneksel başlıkların 1925’te men edilmesi ve o yılın Eylül’ünde dinsel kılık kıyafetin ancak camideki ibadet görevlileri tarafından giyilebileceğinin bildirilmesi gibi tedbirlerin en önemli kısmıydı.

Cuma yerine Pazar gününü resmi tatil günü sayan 1935 tarihli yasa kabul edildi.

1926’da Batı takvim ve saatinin, 1928’de Batı rakamlarının ve 1931’de Batı ağırlık ve uzunluk ölçülerinin kabulü, Türkiye’ye sadece daha Batılı bir görüntü vermekle kalmamış, Batı dünyasıyla olan iletişimi de kolaylaştırmıştı.

Meslek kadınları, kadın pilotlar, opera sanatçıları ve güzellik kraliçeleri gibi yeni ve farklı örnekler etkin biçimde özendiriliyordu.

1934’te soyadının kabulü, nüfus kaydı açısından ileriye doğru büyük bir adımdı. Millet Meclisi Mustafa Kemal Paşa’ya soyadı olarak Atatürk adını verdi.

1928’de Latin alfabesi kabul edildi. Osmanlı Türkçesi, Arapça/Farsça alfabenin bir çeşitlemesiyle yazılırdı. Bu alfabe geç dönem yazılı Osmanlıcanın dörtte üçünü oluşturan Arapça ve Farsça sözvarlığına uygun olmasına karşın, Türkçe sözvarlığındaki seslerin ifade edilmesinde son derece elverişsiz kalıyordu; Arapça sessiz harfler bakımından zengin, sesli harflerden yana ise yeterli değildi; oysa Türkçe bunun tam tersiydi. Bunun sonucu olarak kimi zaman tek bir ses için Osmanlı Türkçesi’nde dört farklı işaret bulunuyor, başka bazı sesler ise hiç ifade edilemiyordu.

19. Yüzyıl ortasında basın ve telgraf gibi yeni iletişim araçlarının gelişmesiyle yazılı dil önemli bir iletişim aracı haline gelince, alfabenin ıslahına ihtiyaç duyulmuştu.

Bu konu ilk defa, Tanzimat döneminde,1862’de, ortaya atıldı. İkinci Meşrutiyet döneminde bazı Jön Türk yazarları -Hüseyin Cahit (Yalçın), Abdullah Cevdet, Celal Nuri (İleri)- Latin alfabesinin kabulünü savunmuş, Enver Paşa ise Osmanlıca harflerin ıslah edilmiş bir çeşitlemesini orduda denemişti.

Bu konuda 1923’ten sonra İzmir İktisat Kongresi’nde ve -Şubat 1924’te- Millet Meclisi’nde bazı tartışmalar oldu. Bu sırada muhafazakar ve dinci çevrelerde Latin harflerinin kabulüne karşı hala büyük muhalefet vardı, ama 1925’ten itibaren bu muhalefet susturulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki Türk cumhuriyetler 1926’da Latin alfabesinin kabulüne karar vermişlerdi ve bu gelişme Türkiye’deki tartışmalara ivme kazandırmıştı.

1928 yazında bizzat Mustafa Kemal’in yönetimindeki bir komisyon konuya ilişkin bir rapor kaleme aldı ve Cumhurbaşkanı 9 Ağustos’ta ilk kez, Osmanlı alfabesinin yerini ‘’Türk harflerinin’’ alacağını resmen açıkladı. Bir ‘’alfabe seferberliği’’ ilan edildi ve Mustafa Kemal sonraki aylarda ülkeyi dolaşarak yeni harfler hakkında açıklamalar yapıp herkesin bu harfleri süratle öğrenmesini ısrarla tavsiye etti.

Yeni alfabeyi 1 Ocak 1929’dan itibaren kamu iletişiminde zorunlu hale getiren bir yasa 1 Kasım’da meclisten geçirildi.

Harf inkılabının başarısı dilde reform isteyenleri cesaretlendirdi. 19. yüzyılda okuryazar seçkinlerin Osmanlıca yazı diliyle, Türk halkının konuştuğu dil arasındaki uçurum açılmıştı. Yazı dilini konuşulan dile yaklaştırma girişimleri 19. yüzyıl ortalarında başlamış, Yeni Osmanlılar ilk Osmanlı gazetecileri olarak o zaman öncü rolü oynamışlardı.

İTC yönetimi sırasında bu eğilim pekiştirilmişti. Ziya Gökalp ve onun çevresi dilde Arapça ve Farsça dilbilgisi unsurlarının yerine Türkçe unsurların kullanılmasını ve ‘’gereksiz’’ eşanlamlı sözcüklere itibar edilmemesini savunmuşlar, fakat dilde arılaşma taraftarlarının aksine, günlük dilin parçası haline gelmiş Arapça ve Farsça sözcükleri kabul etmişlerdi.

1932’de Mustafa Kemal, ilk Türk Dil Kurultayı’nın toplanması için girişimi başlattı. Bu kurultayda sadeleşme taraftarıyla ılımlılar kozlarını paylaştı ve galip çıkan birinciler oldu.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Dil Kurumu) kuruldu. Cemiyet üyeleri coşkuyla, Osmanlı sözvarlığının yerine koymak için, lehçelerden ve eski edebi kaynaklardan, hatta Orta Asya’daki Türki dillerden sözcükleri dile kazandırdılar.

1935’te Güneş Dil Teorisi üzerinde çalışıldı. Bu teori, bütün dillerin başlangıçta Orta Asya’da konuşulan, tarihin en eski dönemlerine ait olan tek bir dilden çıktığını, bütün diller içinde bu kökene en yakın olanın Türkçe olduğunu ve bütün dillerin Türkçeden geçerek bu en eski döneme ait olan dilden gelişmiş olduklarını kabul ediyordu.

Kvergic adındaki Viyanalı bir dilbilimci tarafından ortaya atılan bu kuram, Türk dilbilimcileri arasında kuşkuyla karşılanmıştı, buna rağmen Mustafa Kemal bu görüşü desteklemiş, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ne bu kuramın ayrıntısıyla incelenmesini emretmişti.

Cemiyet’in 1936’daki üçüncü kurultayı, kuramı resmen kabul etti ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde kurama ilişkin kurslar açıldı. Bu kuramın başarısı için çok iyi bir pratik neden vardı: Eğer bütün sözcükler aslen Türkçeden geliyorsa, bunları tasfiye etmeye artık gerek yoktu, her türlü sözcük yapma bir etimoloji sayesinde kolaylıkla ‘’ulusallaştırılabilirdi’’.

Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra dilde reform hareketi, atılımını büyük ölçüde kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hareket sürmesine karşın, artık hükümet tarafından faal şekilde teşvik edilmiyordu.

Türk Tarih Kurumunun 1932’de Ankara’da yapılan birinci kurultayında, ‘’Türk Tarih Tezi’’ ilk kez ortaya atıldı. Mustafa Kemal tarafından kuvvetle desteklenen bu kuram, Türklerin, Orta Asya’nın beyaz (aryan) sakinlerinin torunları olduklarını, kuraklık ve kıtlık yüzünden Çin, Avrupa ve Yakındoğu gibi başka bölgelere göç etmek zorunda kaldıklarını ileri sürüyordu.

1930’larda kurulmuş olan iki büyük devlet bankasına Sümerbank ve Etibank adlarının verilmiş olması bu yaklaşımın bir sonucudur.

Bu kuram Türklere kendi geçmişleri ve kendi ulusal kimlikleri için yakın geçmişten yani Osmanlı döneminden bağımsız bir övünç duygusu vermeyi amaçlıyordu. Hititlerin (ve Truvalıların) ilk Türkler olduklarının söylenmesi, Anadolu’nun çok eski zamandan beri bir Türk ülkesi olduğunu iddia ederek, Cumhuriyet yurttaşlarının köklerini yaşadıkları topraklara da uzandırmış oluyordu.

Tarih tezi, Kemalist yönetimin, yeni bir ulusal kimlik ve güçlü bir ulusal birlik kurmaya çalışırken kullandığı araçlardan biriydi.

Tarih tezinin bir parçası olan ulusçuluk, Batı usullerinin benimsenmesini kolaylaştırmaya hizmet etti. Milliyetçilik bir taraftan, Türklere bilhassa da genç kuşaklara, kimi zaman üstünlük duygusuna çok yaklaşan, güçlü bir ulusal kimlik ve ulusal övünç duygusu aşılamıştı ve bu bir anlamda, Avrupa’yı izleme ihtiyacını psikolojik olarak dengeliyordu.

Toplumsal yaşamın laikleştirilmesinde atılan en önemli adım, tarikatların kaldırılması idi. Kapatılmaları kararı Eylül 1925’te duyuruldu ve Kasım 1925’te yürürlüğe kondu.

Tarikatler, Batı’nın ekonomik, siyasal ve kültürel etkisinin artmasına karşı tepkinin bir parçası olarak, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında daha da etkin hale gelmişlerdi.

Bektaşi tarikatı hem İTC’yi hem de Anadolu direniş hareketini desteklemişti. Mevlevi tarikatı kendi taburlarını Birinci Dünya Savaşı’na göndermişti. Öte yandan, Nakşibendi tarikatı üyeleri hem 1909’daki (31 Mart) hem de 1925’teki Kürt isyanını yönlendirmişlerdi.

Siyasal konumları her ne olursa olsun, bunların yaygın tekke ve türbe ağları, müritlerin şeyhlerine zorunlu itaatleri ve kapalı ve esrarlı tarikat kültürü, onları modern, merkeziyetçi bir ulusal hükümetin kabul edemeyeceği ölçüde bağımsız kılıyordu.

Kemalistler, laikleştirme hamlesini resmi, kurumlaşmış İslam’ın ötesine yaymak suretiyle, popüler dinin giyim, muska, falcılar, kutsal şeyhler, evliya türbeleri, hacca gitme ve bayramlar gibi en önemli unsurlara kadar uzatmışlardı. Bu tedbirlerin yol açtığı öfke ve bu tedbirlere gösterilen direniş, örneğin, yalnızca din için bir önem taşıyan hilafetin, şeyhülislamlığın ya da medreselerin kaldırılmasına duyulan öfke ve direnişten çok daha büyüktü.

Tarikatlar büyük ölçüde yeraltına kaydı, ancak otoriter -özellikle 1940’larda- git gide etkisi azalan bir yönetim biçiminin dayatılması ve popüler İslam’ın bastırılması yoluyla hükümet İslam’ı muhalefetin bir aracına dönüştürdü.

Arapça ezanın yerini, 1932’de devlet konservatuarı tarafından bestelenen Türkçe ezan aldı.

Said-i Nursi’nin 1930’larda kurmuş olduğu hareket çok önemli bir dinsel odaktı. Nursi’nin Jön Türklerle inişli çıkışlı bir ilişkisi olmuştu: 1909 karşıdevrimine katılmış, ama Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa propagandacısı olmuştu; ulusal direniş hareketini desteklemiş, ancak 1923’te bu hareketin laik eğilimleri konusunda uyarıda bulunmuştu.

Said-i Nursi, Şeyh Sait isyanından sonra önde gelen diğer Kürtlerle beraber tutuklanmış ve Isparta’da ikamete mecbur tutulmuştu. 1920’lerden itibaren ortaya koyduğu düşünceler daha sonra toplu şekilde Risale-i Nur’da yer aldı. Risale-i Nur’da Müslümanlara, Allah’ın birliğini yaşamlarına temel almaları, ayrıca modern bilim ve teknolojiyi öğrenmeleri ve bunları, toplumsal birliktelik için tek gerçek temel olan İslamiyet davasında kullanmaları bildiriliyordu.

Said doğrudan siyasal bir faaliyet içine girmedi. Kemalist dönem boyunca yazıları yasaklanmış, ancak genişleyen mürit çevresi tarafından el yazısıyla çoğaltılmıştı. Ölümünden sonra, Nurculuk akımı büyümeye devam etti, Türkiye’de ve yurt dışındaki göçmen Türk işçileri arasında etkin hale geldi.

Kemalistler kasaba ve kentlerde, kendi pozitivist, laik ve modernlik taraftarı ülkülerini destekleyen grubu çarpıcı şekilde genişletmeyi başarmışlardı. Kemalist devrimin kasabalardaki temsilcileri bürokratlar, subaylar , öğretmenler, doktorlar, avukatlar ve büyük ticari işletmelerin girişimcilerdi. Sanatkar ve küçük esnaf ise bastırılmış geleneksel kültürün belkemiğini oluşturmaktaydı.

Reformlar Türk halkının büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin yaşamını hemen hemen hiç etkilememişti. Anadolulu bir köylü ya da bir çoban hiç fes giymemişti, bu yüzden de fesin kaldırılmasından dolayı özel bir endişeye düşmemişti. Karısı zaten peçe takmazdı, ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu. 1934 yılında soyadı almak zorunda kalmıştı.

Yeni Medeni Kanun çokeşliliği yasadışı kılmıştı, ama çokeşliliğe paraca gücü yeten çiftçiler, gerekirse çoklukla yapıldığı üzere, eve ikinci kadın alabilmekte; bu kadınla evlenmeksizin ondan doğan çocuklarını resmi nikahlı eşinin kütüğüne geçirebilmekteydiler.

Reformları köylere götürmek, modern teknikleri yaymak, laik ve pozitivist bir tutum aşılamak için de girişimler vardı. ‘’Halkevleri’’ bu türden bir girişimdi. Bir diğeri de ‘’Köy Enstitüleri’’nin kurulmasıydı.

1935’te, kırsal kesimdeki cehalet sorunuyla mücadele etmek için bir okuma yazma seferberliği başlatıldı. O tarihlerde, 40 bin Türk köyünden yalnızca, yaklaşık 5000’inde okul bulunuyordu.

Orduda okuma ve yazmayı öğrenmiş olan genç köylüleri alıp bunlara altı aylık bir kurs vermek ve sonra köylerine eğitmek olarak göndermek yöntemi izlendi. Bu çözümün yetersiz olduğu anlaşılınca, İsmail Hakkı Tonguç’a kendi düşüncelerini uygulama ve enstitülerde tecrübe etme fırsatı tanındı; bu enstitülerde köy gençleri ilkokul öğretmenleri olarak eğitilecek, aynı zamanda da modern teknik ve tarımsal beceriler kazanacaklardı.

Köy Enstitüleri devam ettikleri süre boyunca çok başarılı oldular. Muhalefet, enstitüleri komünizm propagandasını yaymakla suçluyordu. Hükümet 1948’de enstitüleri öğretmen yetiştiren sıradan kurumlara dönüştürdü. Demokrat Parti 1950’de iktidara geldiğinde hepsini kaldırdı.