öncelikle tanım: dr. nilüfer şenbecerir'in beyaz yakalıların çalıştığı kurumlarda gerçekleştirdiği konferansın adıdır ve giden kişi olarak aldığım notlar aşağıdaki gibidir:
etkinlikte kaba hatlarıyla kalbe yolculuk aşk ve sevginin metobolizmamız üzerindeki etkilerinden söz edilmiştir.
doğumumuzdan bu yana hep bir şeyleri ister istemez fark ediyoruz. yemek yemeyi, yürümeyi öğrenmeyi vs. yeni bir şeyi fark etmemiz gerekmiyor zaten pek çok bilgiyi öğreniyoruz. esasında sorun biraz da burada başlıyor. her şeyi otomatize ediyoruz! (vücut için otomatizma adını veriyor.)
otomatize ettiğim şeylere örnek olarak 2 saatte bir sigara içmeliyim, sabah kahve içmeliyim, akşam şunu yemeli, bugün bunu giymeliyim gibi. bunu size kim yaptırıyor?
gelecekte robotlaşacak üretim araç gereçlerinden bahsediyoruz ancak bugün “otomatizmalar” olarak robotlaşmış durumdayız. (yaptıkları şeylerin başında belirli olmasından ötürü)
otomatiklikten çıkabiliyor muyuz? insanları gerçekten dinliyor muyuz? bir şeyi yapmak istediğimizde gerçekten biz mi istiyoruz yoksa hariçten biri/bir güç bize bunları istetiyor mu?
geldiğimiz noktada insanları tam dinlemeden vereceğimiz cevaba odaklanıyoruz. birini dinlediğinizde aklınızla değil kalbinizle yanıt verirseniz vereceğiniz cevap farklı olur muydu?
amigdala genel hatlarıyla soru sorulduğunda durumdan rahatsız olacağı ve enerji harcayacağı için bunu istemiyor! cevabı baştan hazırlayıp ilgiyi üstünden atma eğilimi taşıyor. (mücadele et vs kaç)
daha önceki seminerlere refere ederek amigdalamızı sürekli büyüttüğümüzden ve kahve, sigara vb. büyüttüğümüzden; hiç alfa beyin dalgasına (parasempatik hal) fırsat vermediğimizde söz etti.
doğum nefesle başladı nefesle bitecek, nefes alma verme kendiliğinden başladı ve her nefesinle yeniden doğduğunun farkına varman gerekiyor. her yeni nefesini misafirin nasıl geliyorsa öyle çağırırsın ve bıraktığında da sanki onu uğurluyormuş gibi bırakmalısın. günde 10 dk nefes egzersizi muhteşem sonuçlar çıkarabilir.
iletişim kurmak, konuşmak nefesimizle başlar. nefesinin ses tellerine vurmasıyla kendini ifade ediyorsun ve ben bu hayatta varım diyorsun. konuşmak içimizdeki nefesin hikayesidir.
yumruk büyüklüğündeki ve özgün çalışan kalbimiz dakikada ortalama 72, yılda yaklaşık 3 milyar atım; dakikada 5, yılda 2.5 lt kan pompalıyor. 70 yaşında birinin kalbi 2 milyar kez atmış oluyor.
burada sorun şu ki kalp atım ve kan pompalama sınırımız belliyken neden kesık nefes alıyoruz? derin nefes almak ve bunun tadına varmak yerine bu acelemiz neden?
bu bilgiden hareketle çıkarılacak spor yapmak kalp atış miktarından çalıyor önermesi yanlıştır. spor yapmak kalp kasılmasını güçlendirir bilakis kalbin çalışma süresini uzatır diyebiliriz.
kalp aslında ikinci beyin. ikinci beynimizde de çok sayıda nöron (%65 oranında) bulunur. yüksek nöron barındırması sebebiyle beyinden daha etkin olduğu anlar oluyor.
zihne etki edebilecek en büyük etki kalpte, dünyayla savaşabilecek en büyük gücünüz de kalbiniz.
özet:
beyin bir konuya odaklanırken kalp umursamayabilir. kalbi yok sayamıyoruz.
kalp kan içinde, beyinse elektrolit sıvı içerisinde. hangisinin daha etkin olabileceğini siz düşünün.
erkek sol, kadın sağ beyinle düşünür. kadın erkeksiz yapabilirken; erkek kadınsız yapamıyor.
beyin ölümü olur, kalp çalışır ve nakledilebilir. kalp ölünce, beyin de ölür.
ezcümle:
kalp bir duyu organıdır, hisseder. beyinse yönetmeye çalışır, sentezler. göz görür, beyin yorumlar, kalp hisseder.
etkinlikte kaba hatlarıyla kalbe yolculuk aşk ve sevginin metobolizmamız üzerindeki etkilerinden söz edilmiştir.
doğumumuzdan bu yana hep bir şeyleri ister istemez fark ediyoruz. yemek yemeyi, yürümeyi öğrenmeyi vs. yeni bir şeyi fark etmemiz gerekmiyor zaten pek çok bilgiyi öğreniyoruz. esasında sorun biraz da burada başlıyor. her şeyi otomatize ediyoruz! (vücut için otomatizma adını veriyor.)
otomatize ettiğim şeylere örnek olarak 2 saatte bir sigara içmeliyim, sabah kahve içmeliyim, akşam şunu yemeli, bugün bunu giymeliyim gibi. bunu size kim yaptırıyor?
gelecekte robotlaşacak üretim araç gereçlerinden bahsediyoruz ancak bugün “otomatizmalar” olarak robotlaşmış durumdayız. (yaptıkları şeylerin başında belirli olmasından ötürü)
otomatiklikten çıkabiliyor muyuz? insanları gerçekten dinliyor muyuz? bir şeyi yapmak istediğimizde gerçekten biz mi istiyoruz yoksa hariçten biri/bir güç bize bunları istetiyor mu?
geldiğimiz noktada insanları tam dinlemeden vereceğimiz cevaba odaklanıyoruz. birini dinlediğinizde aklınızla değil kalbinizle yanıt verirseniz vereceğiniz cevap farklı olur muydu?
amigdala genel hatlarıyla soru sorulduğunda durumdan rahatsız olacağı ve enerji harcayacağı için bunu istemiyor! cevabı baştan hazırlayıp ilgiyi üstünden atma eğilimi taşıyor. (mücadele et vs kaç)
daha önceki seminerlere refere ederek amigdalamızı sürekli büyüttüğümüzden ve kahve, sigara vb. büyüttüğümüzden; hiç alfa beyin dalgasına (parasempatik hal) fırsat vermediğimizde söz etti.
doğum nefesle başladı nefesle bitecek, nefes alma verme kendiliğinden başladı ve her nefesinle yeniden doğduğunun farkına varman gerekiyor. her yeni nefesini misafirin nasıl geliyorsa öyle çağırırsın ve bıraktığında da sanki onu uğurluyormuş gibi bırakmalısın. günde 10 dk nefes egzersizi muhteşem sonuçlar çıkarabilir.
iletişim kurmak, konuşmak nefesimizle başlar. nefesinin ses tellerine vurmasıyla kendini ifade ediyorsun ve ben bu hayatta varım diyorsun. konuşmak içimizdeki nefesin hikayesidir.
yumruk büyüklüğündeki ve özgün çalışan kalbimiz dakikada ortalama 72, yılda yaklaşık 3 milyar atım; dakikada 5, yılda 2.5 lt kan pompalıyor. 70 yaşında birinin kalbi 2 milyar kez atmış oluyor.
burada sorun şu ki kalp atım ve kan pompalama sınırımız belliyken neden kesık nefes alıyoruz? derin nefes almak ve bunun tadına varmak yerine bu acelemiz neden?
bu bilgiden hareketle çıkarılacak spor yapmak kalp atış miktarından çalıyor önermesi yanlıştır. spor yapmak kalp kasılmasını güçlendirir bilakis kalbin çalışma süresini uzatır diyebiliriz.
kalp aslında ikinci beyin. ikinci beynimizde de çok sayıda nöron (%65 oranında) bulunur. yüksek nöron barındırması sebebiyle beyinden daha etkin olduğu anlar oluyor.
zihne etki edebilecek en büyük etki kalpte, dünyayla savaşabilecek en büyük gücünüz de kalbiniz.
özet:
beyin bir konuya odaklanırken kalp umursamayabilir. kalbi yok sayamıyoruz.
kalp kan içinde, beyinse elektrolit sıvı içerisinde. hangisinin daha etkin olabileceğini siz düşünün.
erkek sol, kadın sağ beyinle düşünür. kadın erkeksiz yapabilirken; erkek kadınsız yapamıyor.
beyin ölümü olur, kalp çalışır ve nakledilebilir. kalp ölünce, beyin de ölür.
ezcümle:
kalp bir duyu organıdır, hisseder. beyinse yönetmeye çalışır, sentezler. göz görür, beyin yorumlar, kalp hisseder.
tanım: özgür bolat'ın kitabının adıdır.
aynı isimli seminerde aldığım notlar aşağıdaki gibidir:
(neden şımarırız sorusunu yöneltti izleyiciye ilk başta) şımarma hali sevginin tekrar geleceğinden emin olamama durumudur. (zaten sevdiklerimize şımarırız deriz) burada soru, hani anne-baba koşulsuz severdi? demek ki sevgimiz varsa da ulaştıramıyoruz sevgimizi. koyduğumuz koşullar ve sevgimizin koşullar/kurallar dahilinde gelmiş olması, onu ulaştırılamaz kılıyor.
(mutlu olmak için başarıya ihtiyaç var mı sorusunu sordu devamında) bu örnekler ilgili önce kendinden (aldığı burslardan, derecelerinden, harvard vb.) sonra da en az kendisi kadar başarılı bir arkadaşından (şu anda moskova’da dominos pizza ceo’su olmuş bu adam) söz etti. söz konusu mutluluk başarı odaklıysa ve başarının kaybı halinde bireyin mutluluğu için “kara görünmüş” oluyor. (komik anekdot: adam öss’de türkiye 56. olmuş, babası “olsun oğlum, sağlık olsun” demiş)
mutluluk halinin devamlılığı politikacılar için de geçerli. nasıl ki koltuk sevdalısı dediğimiz adamlar var ve hala iktidarda olabiliyorlar, bunun da getirdiği şey aslında makamın ona kattığı mutluluk oluyor. makam gittiğinde onun için de mutluluk gitmiş/bitmiş olacak.
“peki ne yapmalı? neyden mutlu oluyoruz ki?” sorusuna cevaben örneklemeye devam etti. bir gruba girdiğimizde ve yalnız kaldığımızda mutluluk rasyomuzun düştüğünden ve grup içine katılma arzusu çekeceğimizden bahsetti. (burası kritik ve seminer boyu üzerinde durdu) kabul edilmek istiyoruz! gerek takdir görmek isteyişimizin, gerek başarılı olmak istememizin altında yatan saf/kök neden bu! kabul gören insan mutlu olur. bu öneriyi destekleyen farklı örnekler olarak “arap ülkelerinden abd’ye giden eşcinsellerin orayı çok sevmesi)
anne baba kabul edici ise çocuk da mutlu olur. eğer koşullu severse (yemeğini yersen mutlu olurum diyen anne belki baba) çocuk da mutluluğun bir bağ olduğunu anlıyor ve ona göre davranıyor.
bu koşullar uzun vadede devam ederse çocuğu bilgisayara mahkum ediyor ve anne baba ile iletişimi nereydeyse sıfırlıyor. mutluluğu başka yerde arıyor, çünkü koşullar sürekli devam ediyor (kitap okuyan çocuğa aferin oğlum/kızım demek gibi, doğru düşünce “sen, arkadaşın kitap okuyunca ona aferin diyor musun?” olmalı.)
çocuk yetiştirmekte (günlük hayatta arkadaşlarımıza da yaptığımız) en büyük kaos “buna üzülünür mü?” demek. çocuk için üzüntüyü öğretmek oluyor ki çocuğun çoktan bildiği ve yaşadığı bir durum. çocuklara olan durumlar karşısında sorulan hissiyat sorularında verdikleri cevaplar sadece “seviniyorum” veya “üzülüyorum” oluyor. zaten bildiği ve yaşadığı şeyleri hariçten öğretiyorsun/öğretmeye çalışıyorsun.
ebeveyn çocuğunun “yavaşlığına” yetişemeyecek kadar hızlı yaşıyor, müdahale ettikçe onu bozuyorsun (farkında olmadan günde 7 defa çocuğu aşağılıyorsun)
örnekler enteresan, annenin teki çocuğa yemek yemezsen boyun küçük kalır diyor. kadına neden böyle söyledin diye sorduğunda kadın “benim boyum 1.50, yemezse benim gibi olur diye korkuyorum” diyor. korkular ve değersizlik kafamızda yani büyüklerde/ebeveynlerde.
çocuklara yapılacak en büyük hata ona sen zekisin demek. zeki olma hali çalışkanlıktan daha baskın bir duygu ve çalışmamayı özendirmekte, çalışmadan sınava girip aldığı yüksek not onu zekaya daha fazla tutunduruyor ve çalışmadan gittiği bir sınavda düşük not alınca da “zaten çalışmamıştım” bahanesiyle insanı karşılaştırabiliyor. yapılan araştırmaya göre ise kendisini çalışkan kabul eden çocuklar, verilen “kendi seviyesinin üzerindeki” sınavda “kendisini zeki olarak tanımlayan ya da tanımlanan” çocuklardan kat be kat daha fazla başarılı oluyor. (oran %65’e - %15 başarı rasyosu)
çocuklar sebze yemiyor diyen ebeveyn dışarıda kebap yediği için çocuğunun sebze yemeğini sevmemesi kadar doğal bir durum olabilir mi? “ben öyle çocuklar gördüm ki bamyaya, pırasaya bayılan” diye ekliyor. konuya çok bir çare arıyorsanız çocuğunuzla dışarıda salata yemeniz lazıma geliyor konu.
insanlarla bayramda barışan bir milletiz. iletişime açık olmadığımız ve içimizdeki değersizliği yenemediğimiz en basitinden buradan belli. neden bayramdan önce konuşup anlaşmıyorsun diye sorulduğunda, asıl mesele insanlar içlerindeki “değersizliği” ya da göstermek istemediğinden kaynaklanıyor. doyurulmamışlıktan kasıt kendi kabul edememesi, sadece kendisi olduğu için dünyada kabul görememiş olmasından.
“gözler kalbin aynasıdır” lafını bilmeyen yoktur. eğer bir insan gözlere bakıp konuşamıyorsa kendi içindeki değersizliği gizlemeye devam ettiğinden kaynaklanıyor.
bu ilişkilerde de çok geçerli bir durum. “hep böyle tipler beni buluyor” dediğin aslında senin seçtiğin ve kendini değersiz bulan tipler oluyor. burada umut duyup başlıyorsun ki nietche’nin söylediği “umut tüm kötülüklerin anasıdır” lafına geliyor diyor.
eleştiri denen şey insanın kendi yarasından beslenen bir durum. eğer biri seni eleştiriyorsa onu kendinden aldığı bir öğeden alıyor ve sana söylüyor.
mutluluk ikiye ayrılıyor 1- iç kaynaklı 2- dış kaynaklık
iç kaynaklı mutlulukta – kişilik – ilişkiler – değerler – pirensipler söz konusu
dış kaynaklı mutluluklarda – başarı – statü – para – mevki geçerlidir. bunlar yoksa hiçsindir.
iç kaynaklı mutlulukta insanlar hayata güvenir ve yarın yapacakları daha önemlidir.
dış kaynaklı mutlulukta insanlara ve hayata güvenmezsin, “dün” yaptıkların daha önemlidir çünkü seni o konuma dün yaptıkların getirmiştir.
dış kaynaklı mutlulukla beslenen bir insanın iç kaynaklı mutlulukla beslenen olması mümkün, henüz kaçırdığınız kaybettiğiniz bir şey yoktur.
eeeeh özet geç be kardeşim derseniz:
kabul gören insan mutlu olur!
kendinizdeki yaraları iyileştirin, mutluluğun kaynağını dıştan içe çekme mücadelesini vermeye çalışın.
kendini içinden değersiz hisseden birey sevgisini karşı tarafa ulaştıramaz.
kendi yargılarınıza bağlı kalın, bunlar zaten evrensel değer yargıları olacaktır.
çocukların algısı ve dünyası bizden kuvvetlidir, onlara şöyle yap dediğinde algısını ve dünyasını kendi seviyene çekmiş oluyorsun.
son söz: hayatta başarılar sınırsız, notlarsa sınırlıdır.
aynı isimli seminerde aldığım notlar aşağıdaki gibidir:
(neden şımarırız sorusunu yöneltti izleyiciye ilk başta) şımarma hali sevginin tekrar geleceğinden emin olamama durumudur. (zaten sevdiklerimize şımarırız deriz) burada soru, hani anne-baba koşulsuz severdi? demek ki sevgimiz varsa da ulaştıramıyoruz sevgimizi. koyduğumuz koşullar ve sevgimizin koşullar/kurallar dahilinde gelmiş olması, onu ulaştırılamaz kılıyor.
(mutlu olmak için başarıya ihtiyaç var mı sorusunu sordu devamında) bu örnekler ilgili önce kendinden (aldığı burslardan, derecelerinden, harvard vb.) sonra da en az kendisi kadar başarılı bir arkadaşından (şu anda moskova’da dominos pizza ceo’su olmuş bu adam) söz etti. söz konusu mutluluk başarı odaklıysa ve başarının kaybı halinde bireyin mutluluğu için “kara görünmüş” oluyor. (komik anekdot: adam öss’de türkiye 56. olmuş, babası “olsun oğlum, sağlık olsun” demiş)
mutluluk halinin devamlılığı politikacılar için de geçerli. nasıl ki koltuk sevdalısı dediğimiz adamlar var ve hala iktidarda olabiliyorlar, bunun da getirdiği şey aslında makamın ona kattığı mutluluk oluyor. makam gittiğinde onun için de mutluluk gitmiş/bitmiş olacak.
“peki ne yapmalı? neyden mutlu oluyoruz ki?” sorusuna cevaben örneklemeye devam etti. bir gruba girdiğimizde ve yalnız kaldığımızda mutluluk rasyomuzun düştüğünden ve grup içine katılma arzusu çekeceğimizden bahsetti. (burası kritik ve seminer boyu üzerinde durdu) kabul edilmek istiyoruz! gerek takdir görmek isteyişimizin, gerek başarılı olmak istememizin altında yatan saf/kök neden bu! kabul gören insan mutlu olur. bu öneriyi destekleyen farklı örnekler olarak “arap ülkelerinden abd’ye giden eşcinsellerin orayı çok sevmesi)
anne baba kabul edici ise çocuk da mutlu olur. eğer koşullu severse (yemeğini yersen mutlu olurum diyen anne belki baba) çocuk da mutluluğun bir bağ olduğunu anlıyor ve ona göre davranıyor.
bu koşullar uzun vadede devam ederse çocuğu bilgisayara mahkum ediyor ve anne baba ile iletişimi nereydeyse sıfırlıyor. mutluluğu başka yerde arıyor, çünkü koşullar sürekli devam ediyor (kitap okuyan çocuğa aferin oğlum/kızım demek gibi, doğru düşünce “sen, arkadaşın kitap okuyunca ona aferin diyor musun?” olmalı.)
çocuk yetiştirmekte (günlük hayatta arkadaşlarımıza da yaptığımız) en büyük kaos “buna üzülünür mü?” demek. çocuk için üzüntüyü öğretmek oluyor ki çocuğun çoktan bildiği ve yaşadığı bir durum. çocuklara olan durumlar karşısında sorulan hissiyat sorularında verdikleri cevaplar sadece “seviniyorum” veya “üzülüyorum” oluyor. zaten bildiği ve yaşadığı şeyleri hariçten öğretiyorsun/öğretmeye çalışıyorsun.
ebeveyn çocuğunun “yavaşlığına” yetişemeyecek kadar hızlı yaşıyor, müdahale ettikçe onu bozuyorsun (farkında olmadan günde 7 defa çocuğu aşağılıyorsun)
örnekler enteresan, annenin teki çocuğa yemek yemezsen boyun küçük kalır diyor. kadına neden böyle söyledin diye sorduğunda kadın “benim boyum 1.50, yemezse benim gibi olur diye korkuyorum” diyor. korkular ve değersizlik kafamızda yani büyüklerde/ebeveynlerde.
çocuklara yapılacak en büyük hata ona sen zekisin demek. zeki olma hali çalışkanlıktan daha baskın bir duygu ve çalışmamayı özendirmekte, çalışmadan sınava girip aldığı yüksek not onu zekaya daha fazla tutunduruyor ve çalışmadan gittiği bir sınavda düşük not alınca da “zaten çalışmamıştım” bahanesiyle insanı karşılaştırabiliyor. yapılan araştırmaya göre ise kendisini çalışkan kabul eden çocuklar, verilen “kendi seviyesinin üzerindeki” sınavda “kendisini zeki olarak tanımlayan ya da tanımlanan” çocuklardan kat be kat daha fazla başarılı oluyor. (oran %65’e - %15 başarı rasyosu)
çocuklar sebze yemiyor diyen ebeveyn dışarıda kebap yediği için çocuğunun sebze yemeğini sevmemesi kadar doğal bir durum olabilir mi? “ben öyle çocuklar gördüm ki bamyaya, pırasaya bayılan” diye ekliyor. konuya çok bir çare arıyorsanız çocuğunuzla dışarıda salata yemeniz lazıma geliyor konu.
insanlarla bayramda barışan bir milletiz. iletişime açık olmadığımız ve içimizdeki değersizliği yenemediğimiz en basitinden buradan belli. neden bayramdan önce konuşup anlaşmıyorsun diye sorulduğunda, asıl mesele insanlar içlerindeki “değersizliği” ya da göstermek istemediğinden kaynaklanıyor. doyurulmamışlıktan kasıt kendi kabul edememesi, sadece kendisi olduğu için dünyada kabul görememiş olmasından.
“gözler kalbin aynasıdır” lafını bilmeyen yoktur. eğer bir insan gözlere bakıp konuşamıyorsa kendi içindeki değersizliği gizlemeye devam ettiğinden kaynaklanıyor.
bu ilişkilerde de çok geçerli bir durum. “hep böyle tipler beni buluyor” dediğin aslında senin seçtiğin ve kendini değersiz bulan tipler oluyor. burada umut duyup başlıyorsun ki nietche’nin söylediği “umut tüm kötülüklerin anasıdır” lafına geliyor diyor.
eleştiri denen şey insanın kendi yarasından beslenen bir durum. eğer biri seni eleştiriyorsa onu kendinden aldığı bir öğeden alıyor ve sana söylüyor.
mutluluk ikiye ayrılıyor 1- iç kaynaklı 2- dış kaynaklık
iç kaynaklı mutlulukta – kişilik – ilişkiler – değerler – pirensipler söz konusu
dış kaynaklı mutluluklarda – başarı – statü – para – mevki geçerlidir. bunlar yoksa hiçsindir.
iç kaynaklı mutlulukta insanlar hayata güvenir ve yarın yapacakları daha önemlidir.
dış kaynaklı mutlulukta insanlara ve hayata güvenmezsin, “dün” yaptıkların daha önemlidir çünkü seni o konuma dün yaptıkların getirmiştir.
dış kaynaklı mutlulukla beslenen bir insanın iç kaynaklı mutlulukla beslenen olması mümkün, henüz kaçırdığınız kaybettiğiniz bir şey yoktur.
eeeeh özet geç be kardeşim derseniz:
kabul gören insan mutlu olur!
kendinizdeki yaraları iyileştirin, mutluluğun kaynağını dıştan içe çekme mücadelesini vermeye çalışın.
kendini içinden değersiz hisseden birey sevgisini karşı tarafa ulaştıramaz.
kendi yargılarınıza bağlı kalın, bunlar zaten evrensel değer yargıları olacaktır.
çocukların algısı ve dünyası bizden kuvvetlidir, onlara şöyle yap dediğinde algısını ve dünyasını kendi seviyene çekmiş oluyorsun.
son söz: hayatta başarılar sınırsız, notlarsa sınırlıdır.
şu sıralar lokma popülerliği ile yarışan, her köşe başında görmeye başladığımız, mevcut börekçilerde de bir zamanların trileçe'si gibi görmeye başladığımız börek türü.
içinde 3 çeşit yağlı peynirin, hamurunda da bolca yağın olduğu börektir aynı zamanda. dilimi çektikçe peynirler uzar.
görüntü güzeldir, sıcakken yenildiğinde de fena değildir ama yedikten sonra talcid ararsınız. mide yakar, bir nevi margarin yersiniz.
ayrıca adını aldığı adana ile de alakası yoktur. kim uyduruyor bu elementleri?
içinde 3 çeşit yağlı peynirin, hamurunda da bolca yağın olduğu börektir aynı zamanda. dilimi çektikçe peynirler uzar.
görüntü güzeldir, sıcakken yenildiğinde de fena değildir ama yedikten sonra talcid ararsınız. mide yakar, bir nevi margarin yersiniz.
ayrıca adını aldığı adana ile de alakası yoktur. kim uyduruyor bu elementleri?

bir mevlüt uysal beyanıdır.
kendisi soyadından ak parti'ye oy vermiş 3 bin 92 kişinin kayıtlarının silindiğini iddia etmiştir. seçimde şaibe olduğunu farklı yöntemlerle iddia etmeye devam eden parti sözcülerinin bu beyanı sosyal medyada şaşkınlıkla karşılanmış, geyik malzemesi olmuştur.
işin aslı şudur ki, kendilerinin bildiği köklü, soyadı belli ve kalabalık ailelerin, kendilerine verecekleri oyları sayımda göremeyince itiraz etmektir. ayrıca muhalefet tarafından bazı iddialar ise bu ailelerin seçim öncesi çok fazla sayıda akrabalarını kendi yanlarında yaşıyor gibi göstererek, büyükçekmecede oy arttırmaya çalışmıştır. bu yüzdendir ki büyükçekmecede hanelere polis baskınları yaşanmaktadır.
kendisi soyadından ak parti'ye oy vermiş 3 bin 92 kişinin kayıtlarının silindiğini iddia etmiştir. seçimde şaibe olduğunu farklı yöntemlerle iddia etmeye devam eden parti sözcülerinin bu beyanı sosyal medyada şaşkınlıkla karşılanmış, geyik malzemesi olmuştur.
işin aslı şudur ki, kendilerinin bildiği köklü, soyadı belli ve kalabalık ailelerin, kendilerine verecekleri oyları sayımda göremeyince itiraz etmektir. ayrıca muhalefet tarafından bazı iddialar ise bu ailelerin seçim öncesi çok fazla sayıda akrabalarını kendi yanlarında yaşıyor gibi göstererek, büyükçekmecede oy arttırmaya çalışmıştır. bu yüzdendir ki büyükçekmecede hanelere polis baskınları yaşanmaktadır.
mladen solomun. dj. bosna'lı. almanya'da yaşıyor. deep house, minimal techno, minimal house tarzlarında müzik yapan bir dj.
yaptığı müziklerdeki tınılar, basslar, vokaller ile alıp götürür, aşırı seksi parçaları vardır. eğer çakırkeyf moddaysanız da istem dışı vücudunuz müziğin ritmine ayak uydurur.
favorim ise (bkz: boiler room) set'idir. hem video hem sette yer alan parçalar ile tam bir baş yapıttır. videdaki karakterleri izlemek apayrı bir keyiftir. defalarca sıkılmadan izler, her seferinde ayrı komik ve eğlenceli bir sahne yakalarım. yorumları okurken de bazı verilen dk'lara mutlaka göz atmanız tavsiye edilir.
boiler room solomun
yaptığı müziklerdeki tınılar, basslar, vokaller ile alıp götürür, aşırı seksi parçaları vardır. eğer çakırkeyf moddaysanız da istem dışı vücudunuz müziğin ritmine ayak uydurur.
favorim ise (bkz: boiler room) set'idir. hem video hem sette yer alan parçalar ile tam bir baş yapıttır. videdaki karakterleri izlemek apayrı bir keyiftir. defalarca sıkılmadan izler, her seferinde ayrı komik ve eğlenceli bir sahne yakalarım. yorumları okurken de bazı verilen dk'lara mutlaka göz atmanız tavsiye edilir.
boiler room solomun
uyuyamama hastalığı, uyku bozukluğudur. özellikle belirli süre uykusuz kalma sonucunda vücudun fiziksel, ruhsal, psikolojik ve sosyal yorgunlukları ile birlikte yatağa girildiği an uyuyamamaktan ve dinlememekten korkma ile de birlikte tetiklenen sorundur.
ayrıca (bkz: faithless) 'ın şarkısıdır. "i can't get no sleep"
ayrıca (bkz: faithless) 'ın şarkısıdır. "i can't get no sleep"
2004 yılında Alper Canıgüz tarafından kaleme alınmış ve iletişim yayınları aracılığıyla basılmış olan kitaptır.
Beş yaşında kreşe gitmek istemeyen, okumayı kendi başına öğrenmiş olan Kant gibi nietzsche gibi yazarları okuyan bir çocuğun hikayesini anlatmaktadır.
Beş yaşında kreşe gitmek istemeyen, okumayı kendi başına öğrenmiş olan Kant gibi nietzsche gibi yazarları okuyan bir çocuğun hikayesini anlatmaktadır.
2005 yılında Murat Menteş tarafından kaleme alınan ve İletişim yayınları aracılığıyla basılan kitaptır.
Kitapta albino olan Nuh Tufan'nın ve en yakın arkadaşı İbrahim Kurban'nın maceralarını anlatıyor.
Ayrıca yazarın bu zamana kadar yazdığı en güzel roman diyebiliriz.
Kitapta albino olan Nuh Tufan'nın ve en yakın arkadaşı İbrahim Kurban'nın maceralarını anlatıyor.
Ayrıca yazarın bu zamana kadar yazdığı en güzel roman diyebiliriz.
vladimir nabokov’un 1955 yılında yayımlanmış romanıdır. romandaki ana karakterin ergenliğindeki başarısız cinsel deneyiminin hayatının her döneminde canlandırmak istemesi ve ‘su periciği’ olarak adlandırdığı küçük kızlara duyduğu aşkı meşrulaştırmaya çalışmasını anlatan bir kurgudur. okuyan bir çok insanı rahatsız etmesiyle eleştiriler almasıyla birlikte beğenen kişilerin de olduğunu etrafımda deneyimledim.