öğlen 12 sularında gerçekleşen bir garip açıklama. garipliği şuradan geliyor: muharrem ince'nin kendisi seçimi recep tayyip erdoğan'ın kazandığını gece 1 sularında biliyor ve ismail küçükkaya'ya "adam kazandı" şeklinde açıklıyor. ismail küçükkaya da bu mesajı kamuoyuyla paylaşıyor. bunu göndermekte hatalı olduğunu söylüyor, evet. lakin sabah 5'e kadar sonuçların kesinleşmesini bekledim diyor bunun üzerine de.

madem durum kesinleşmedi, neden bir gazeteciye bu mesajı gönderirsin?
eğer durum kesinleştiyse bunca insanın uykusuz kalmasına neden sebep oldun?
başka bir durum var da bize açıklamıyorsan da alacağın olsun.
Marmara Denizi'ndeki adada (Yassıada) yapılan duruşmalar, MBK tarafından atanan ve hakim Salim Başol'un başkanlık ettiği dokuz hakimden oluşan Yüksek Adalet Divanı yönetmekteydi.

Duruşmaların meşruiyeti ve adilliğine ilişkin farklı düşünceler mevcuttur. Mevcut yargılama usulünde yapılan deği­şiklikler sadece, mahkemenin kararlarının kesinliği ve bir de 65 yaşın üstündeki kişilere ölüm cezasının uygulanamayacağına ilişkin kuralın askıya alınmasından (açıkça Celal Bayar'ı hedefleyen bir değişiklikti bu) ibaretti.
Geri kalan sanıklar için yargılama usulleri Cumhuriyetin mevcut yasa­larına göre uygulandı. Sanıklar aleyhine üç ceza, dokuz yolsuzluk ve yedi anayasayı ihlal davası açılmıştı.

Ağır Ceza ve yolsuzluk davalarının -ki bunların bazıları, Menderes'in gayri meşru çocuğunu öldürmesi, ya da Bayar’ın bir hayvanat bahçesini kendisine armağan edil­miş bir köpeği satın almaya zorlaması gibi, tuhaf dava ve suçlamalardı- bu kişilerin adlarını lekelemek için, büyük ölçüde etkisiz kalan bir çabayla açıldığı belliydi.
Anayasa davaları, anayasayı zorla değiştirme ya da Millet Meclisi'ni zorla feshetme teşebbüsü ile ilgili TCK'nun 146. mad­desine dayandırılmıştı. Demokratlar 1960'ta CHP'nin faali­yetleri ve basın için Tahkikat Komisyonu kurmakla bu su­çu işlemiş kabul ediliyorlardı. Ancak, eski anayasanın 17. maddesi, milletvekillerinin oylarından dolayı sorumlu tutulamayacaklarını yazıyordu. Üstelik Anayasanın, meclisin üçte iki çoğunluğuyla değiştirilebileceği hükmü de vardı (ki DP bu çoğunluğa sahipti).

Sonunda 123 kişi beraat etti, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi daha hafif cezalara ve 15 kişi ise ölüm cezasına çarptırıldı.
Bunlardan 11'i çoğunluk oyuyla ölüme mahkum olmuştu ve cezaları MBK tarafından hafifletildi. Öteki dört kişinin, yani Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan‘ın ölüm kararları ise oybirliğiyle verilmişti. Bayar’ın ölüm cezası, ilerlemiş yaşı ve sağlık durumu nedeniyle hafifletildi, fakat Zorlu ve Polatkan 16 Eylül 1961’de ve Menderes, başarısız bir intihar girişiminden sonra ertesi gün idam edildiler.

MBK mahkûmiyetleri onaylarken, birçok yabancı hükümetten ve İnönü’den giden ricalara itibar etmedi. Genel olarak Türk kamuoyu o tarihten beri, ne kendilerinden önceki ve ne sonraki siyasetçilerden daha az meşruiyet içinde davranmayan ya da iktidarını onlardan daha fazla kötüye kullanmayan bu siyasetçilerin öldürülmüş ol­masından üzüntü duymuştur.

Sonunda Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın cenazeleri Eylül 1990'da İstanbul'da bir devlet töreniyle yeniden toprağa verildi.
DP iktidara geldiğinde devlet mülkiyeti ve serbest girişim ikileminde, ikincisine yönelik bir dizi ekonomik düzenleme zaten yapılmış durumdaydı ve bunlar iktidar boyunca DP’nin iktisat politikasının temelini oluşturdu.

Programlarına bakıldığında, iki rakip parti arasında ekonomi anlayışında temel farklılık olduğu söylenemezdi. Fakat DP, uygulamalarıyla geçmişten açıkça kopmuş ve şartlar elverdiği ölçüde liberal politikalar izlemişti. Yeni bir parti olarak DP’nin geçmiş politikalarla herhangi bir bağının olmaması karşısında, partililer kendilerini seçim vaatleri olan kapitalist kalkınmayı cüretli ve süratli yerine getirmeye mecbur hissediyorlardı.

DP iktidarı, bazı kanunî düzenlemelerle özel sektörü desteklemeye istekliydi. Buna karşılık yerli işadamları ve sanayiciler henüz gelişmemiş bir toplumsal sınıfı temsil ettiklerinden kendilerine sunulan devlete ait teşekkülleri satın almada ve yeni sanayi yatırımlarını genişletmede istenen inisiyatifi almayarak, çeşitli kaygılar yüzünden çekingen tutumlarını sürdürdüler. Dolayısıyla, özel sektörün büyümesi DP’nin iktidar yıllarında çok yavaş gelişti.

Ticaretle uğraşan girişimci guruplardan beklediğini alamayan hükümet, ülke sanayini büyütmek için tekrar devlet sektörüne döndü. Özellikle ulaşım, enerji ve haberleşme alanlarında kendini gösteren devlet yatırımları, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri süregelen devletçi uygulamalara bir geri dönüştü.

1950’den önce 11; 1950-1960 döneminde 17 kamu iktisadî teşekkülünün kurulması dikkate alındığında devletçi anlayışta belirgin bir kırılmadan çok, bu yöndeki politikanın devam ettiği söylenebilirdi.

DP, başlangıçta yerli girişimciler sınıfından umduğunu bulamayınca yabancı sermaye yatırımlarına yöneldi. Ülkenin zenginlik kaynaklarını daha hızlı bir şekilde üretime açmanın yolunun yabancı sermaye ile mümkün olacağı düşünülmüştü.

DP’liler iktidarının daha dördüncü ayında, devlet tekelinde olan petrol gibi kaynaklar dahil olmak üzere enerji kaynaklarının ve madenlerinin işletilmesinde, ulaştırma alanlarında ve diğer altyapı yatırımlarında yabancılara kolaylıklar sağlayan “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu”nu çıkarttı. Fakat bu kanunla sağlanan teşviklere rağmen yabancı yatırımlar, ülkenin kalkınmasına yeterli katkıyı sağlayacak boyutlara ulaşamadı.

DP’nin ekonomide asıl gelişme stratejisi tarıma dayanmaktaydı. İnsanlarının üçte ikisi toprakta çalışan ve milli gelirin yarısından biraz fazlasını tarımdan sağlayan bir ülke için bu durum çok olağandı. Hükümet, tarımda köklü değişikliğe yol açabilecek uzun süreli bir politika yerine, kısa sürede gerçekleşebilecek hızlı üretimi tercih etti.

Üretimdeki değişimi etkileyen başlıca faktör, tarımdaki makineleşme, özellikle traktör kullanımıydı. İşlenmemiş toprakların tarıma açılmasına imkân veren traktörler ekili alanları DP iktidarının son yılında neredeyse iki katına çıkarmıştı. Tarıma odaklı fon kullanmaya izin veren Marshall Yardımları da tarım makinelerinin ülkeye girişini kolaylaştırmıştı. Motorlu taşıtlar ile ürünlerin pazara ulaşımını kolaylaştıran karayolları sayesinde, köylüler zenginleşti. DP’nin on yılı kırsal kesim için altın yıllardı.

DP, toprak reformu konusunda daha önce beliren görüşlerden ayrıldı. Geniş toprak sahipliğini koruyan mülkiyet rejimi büyük ölçüde korundu. Yeterli olmayan topraklarında varlık gösteremeyecek köylüler ise ya tarımda “emekçi” oldu ya da işgücü fazlalığından kentlere göç etmeye başladı.

Kentlere göç olgusu da, hükümetin karşısına yeni sorunları getirdi. İstanbul, Ankara ve bazı büyük kentlerde gecekondulaşma başlarken, temelde işsizlikten kaynaklanan suç oranlarında artış oldu.

DP hükümetine yöneltilen en ciddi eleştiri, iktisat idaresinde uzun vadeli perspektifin olmamasıydı. 27 Mayıs darbesinden sonra askerî rejimin ilk işlerden olarak “Devlet Planlama Teşkilatı”nı kurması bu yöndeki açığı giderme girişimiydi. DP iktidarının ilk dört yılında ortalama yüzde 13 oranında bir büyüme yaşandı. Ancak, ülke ekonomisinin belli temellere dayanmayan yanını gösteren durgunluk kendini 1954’te göstermeye başladı ve büyüme oranı yüzde 10’a geriledi. On yılın sonunda da bu oran yüzde 4’e düşmüştü.

1950’li yılların başındaki hızlı büyümenin nedeni tarım alanındaki hareketlilikti. 1953’ten itibaren devletin başka alanlardaki (karayolları yapımı, baraj ve fabrika temellerinin atılması gibi) artan yatırımlarına karşın, tarım sektörüne yönelik hemen aynı ağırlıkta devam eden iktisadî politika, DP’nin artık siyasette önemli etkiye sahip köylü kesimini bir “seçmen kitlesi” olarak gördüğünü ortaya koymaktaydı

Bu durum, sübvansiyon, ürünleri pahalı fiyata satın almalar, ucuz tarım kredisi, tarıma dayalı gelirlere vergi muafiyeti gibi bazen şartları zorlayarak gerçekleşen popülist politikalara yol açtı. Köylü kesimini memnun etme iktidarda kalmayı sağlamlaştıran bir yol olduğu görüldü.

Diğer taraftan devlet gelirlerinin azalmasına yol açan bu politika, özellikle devlete bağımlı sabit gelirli memurları olumsuz yönde etkiledi ve kentli muhalefet her geçen gün arttı. 1954’de baş göstermeye başlayan ekonomik durgunluk karşısında hükümet çıkartacağı sert kanunlar ve çeşitli tedbirlerle güveni yeniden sağlama girişimlerinde bulundu. 1956’da fiyatları narh uygulamasıyla denetlemeye iten “Millî Koruma Kanunu” Meclisten geçti.

Bu süreçte Türkiye ekonomisi, karşılıksız verilen veya satın alınan traktör ve başkaca araç ve makinelerin yenilenmesi, onarılması ve yedek parça için ABD’ye bağımlı hale gelmişti. 1958 yılının ikinci yarısında, Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki stratejik konumundan da büyük ölçüde yararlanılarak sağlanan dış kredi ile ödemeler dengesi geçici olarak toparlanabilse de, büyük iyimserlikle beklenen istikrarı getiremedi.

1950’li yılların sonuna gelindiğinde, hükümetin ekonomi üzerindeki denetimi oldukça zayıflamıştı.
Laiklik hamlesinde üç faaliyet alanı görülmektedir: İlki, devleti, eğitimi ve hukuku laikleştirmek; ikincisi, dinsel simgelerin üstüne gitmek ve bunların yerine Avrupa uygarlığının simgelerini koymak; üçüncüsü, toplumsal yaşamı laikleştirmek.

Cumhuriyet’in, Sultan Mahmut zamanında başlatılmış ve İTC’nin 1913-1918 yılları arasındaki yönetimi sırasında hemen hemen tamamlanmış olan, devlet, eğitim ve hukukun laikleştirilmesi sürecini sona erdirmiş olduğu ileri sürülebilir. 1922-1924 yıllarında saltanat ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ve yeni anayasanın ilanı, devletin laikleştirilmesindeki son safhalar olmuş ve İslam’ı Türkiye’nin devlet dini yapan hükmün 1928’de anayasadan çıkartılması bu gelişmeye son noktayı koymuştu.

Cumhuriyetin doğuşundan önce bile, şeriatın rolü hemen hemen yalnızca aile hukukuyla sınırlanmış bulunuyordu. İsviçre medeni yasasının ve İtalyan ceza yasasının 1926’da kabulüyle artık aile hukuku da ulemanın yetki alanından çıkartıldı. Ceza yasası din temelinde derneklerin kurulmasını yasaklıyordu.

Eğitim, 1924 Mart’ında Tevhid-i Tedrisat Kanunu sayesinde artık bütünüyle laikleştirilmişti. Aynı dönemde medreseler kaldırıldı, bunların yerini imam hatip okulları ve İstanbul Darülfünunu’nda kurulan İlahiyat Fakültesi aldı.

1924 yılı, şeyhülislamlık makamının ve Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılmasına sahne oldu. Bu vekaletin yerine, Diyanet İşleri Reisliği ile Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu. Her ikisi de doğrudan Başbakanlığa bağlanmıştı. Devlet, din üzerindeki denetimini böylece sağlamıştı.

Laikleştirmenin gerçekleştiği ikinci alan dinsel simgeler alanıydı. Bu (fes ve sarık gibi) erkeklerin taktıkları geleneksel başlıkların 1925’te men edilmesi ve o yılın Eylül’ünde dinsel kılık kıyafetin ancak camideki ibadet görevlileri tarafından giyilebileceğinin bildirilmesi gibi tedbirlerin en önemli kısmıydı.

Cuma yerine Pazar gününü resmi tatil günü sayan 1935 tarihli yasa kabul edildi.

1926’da Batı takvim ve saatinin, 1928’de Batı rakamlarının ve 1931’de Batı ağırlık ve uzunluk ölçülerinin kabulü, Türkiye’ye sadece daha Batılı bir görüntü vermekle kalmamış, Batı dünyasıyla olan iletişimi de kolaylaştırmıştı.

Meslek kadınları, kadın pilotlar, opera sanatçıları ve güzellik kraliçeleri gibi yeni ve farklı örnekler etkin biçimde özendiriliyordu.

1934’te soyadının kabulü, nüfus kaydı açısından ileriye doğru büyük bir adımdı. Millet Meclisi Mustafa Kemal Paşa’ya soyadı olarak Atatürk adını verdi.

1928’de Latin alfabesi kabul edildi. Osmanlı Türkçesi, Arapça/Farsça alfabenin bir çeşitlemesiyle yazılırdı. Bu alfabe geç dönem yazılı Osmanlıcanın dörtte üçünü oluşturan Arapça ve Farsça sözvarlığına uygun olmasına karşın, Türkçe sözvarlığındaki seslerin ifade edilmesinde son derece elverişsiz kalıyordu; Arapça sessiz harfler bakımından zengin, sesli harflerden yana ise yeterli değildi; oysa Türkçe bunun tam tersiydi. Bunun sonucu olarak kimi zaman tek bir ses için Osmanlı Türkçesi’nde dört farklı işaret bulunuyor, başka bazı sesler ise hiç ifade edilemiyordu.

19. Yüzyıl ortasında basın ve telgraf gibi yeni iletişim araçlarının gelişmesiyle yazılı dil önemli bir iletişim aracı haline gelince, alfabenin ıslahına ihtiyaç duyulmuştu.

Bu konu ilk defa, Tanzimat döneminde,1862’de, ortaya atıldı. İkinci Meşrutiyet döneminde bazı Jön Türk yazarları -Hüseyin Cahit (Yalçın), Abdullah Cevdet, Celal Nuri (İleri)- Latin alfabesinin kabulünü savunmuş, Enver Paşa ise Osmanlıca harflerin ıslah edilmiş bir çeşitlemesini orduda denemişti.

Bu konuda 1923’ten sonra İzmir İktisat Kongresi’nde ve -Şubat 1924’te- Millet Meclisi’nde bazı tartışmalar oldu. Bu sırada muhafazakar ve dinci çevrelerde Latin harflerinin kabulüne karşı hala büyük muhalefet vardı, ama 1925’ten itibaren bu muhalefet susturulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki Türk cumhuriyetler 1926’da Latin alfabesinin kabulüne karar vermişlerdi ve bu gelişme Türkiye’deki tartışmalara ivme kazandırmıştı.

1928 yazında bizzat Mustafa Kemal’in yönetimindeki bir komisyon konuya ilişkin bir rapor kaleme aldı ve Cumhurbaşkanı 9 Ağustos’ta ilk kez, Osmanlı alfabesinin yerini ‘’Türk harflerinin’’ alacağını resmen açıkladı. Bir ‘’alfabe seferberliği’’ ilan edildi ve Mustafa Kemal sonraki aylarda ülkeyi dolaşarak yeni harfler hakkında açıklamalar yapıp herkesin bu harfleri süratle öğrenmesini ısrarla tavsiye etti.

Yeni alfabeyi 1 Ocak 1929’dan itibaren kamu iletişiminde zorunlu hale getiren bir yasa 1 Kasım’da meclisten geçirildi.

Harf inkılabının başarısı dilde reform isteyenleri cesaretlendirdi. 19. yüzyılda okuryazar seçkinlerin Osmanlıca yazı diliyle, Türk halkının konuştuğu dil arasındaki uçurum açılmıştı. Yazı dilini konuşulan dile yaklaştırma girişimleri 19. yüzyıl ortalarında başlamış, Yeni Osmanlılar ilk Osmanlı gazetecileri olarak o zaman öncü rolü oynamışlardı.

İTC yönetimi sırasında bu eğilim pekiştirilmişti. Ziya Gökalp ve onun çevresi dilde Arapça ve Farsça dilbilgisi unsurlarının yerine Türkçe unsurların kullanılmasını ve ‘’gereksiz’’ eşanlamlı sözcüklere itibar edilmemesini savunmuşlar, fakat dilde arılaşma taraftarlarının aksine, günlük dilin parçası haline gelmiş Arapça ve Farsça sözcükleri kabul etmişlerdi.

1932’de Mustafa Kemal, ilk Türk Dil Kurultayı’nın toplanması için girişimi başlattı. Bu kurultayda sadeleşme taraftarıyla ılımlılar kozlarını paylaştı ve galip çıkan birinciler oldu.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Dil Kurumu) kuruldu. Cemiyet üyeleri coşkuyla, Osmanlı sözvarlığının yerine koymak için, lehçelerden ve eski edebi kaynaklardan, hatta Orta Asya’daki Türki dillerden sözcükleri dile kazandırdılar.

1935’te Güneş Dil Teorisi üzerinde çalışıldı. Bu teori, bütün dillerin başlangıçta Orta Asya’da konuşulan, tarihin en eski dönemlerine ait olan tek bir dilden çıktığını, bütün diller içinde bu kökene en yakın olanın Türkçe olduğunu ve bütün dillerin Türkçeden geçerek bu en eski döneme ait olan dilden gelişmiş olduklarını kabul ediyordu.

Kvergic adındaki Viyanalı bir dilbilimci tarafından ortaya atılan bu kuram, Türk dilbilimcileri arasında kuşkuyla karşılanmıştı, buna rağmen Mustafa Kemal bu görüşü desteklemiş, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ne bu kuramın ayrıntısıyla incelenmesini emretmişti.

Cemiyet’in 1936’daki üçüncü kurultayı, kuramı resmen kabul etti ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde kurama ilişkin kurslar açıldı. Bu kuramın başarısı için çok iyi bir pratik neden vardı: Eğer bütün sözcükler aslen Türkçeden geliyorsa, bunları tasfiye etmeye artık gerek yoktu, her türlü sözcük yapma bir etimoloji sayesinde kolaylıkla ‘’ulusallaştırılabilirdi’’.

Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra dilde reform hareketi, atılımını büyük ölçüde kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hareket sürmesine karşın, artık hükümet tarafından faal şekilde teşvik edilmiyordu.

Türk Tarih Kurumunun 1932’de Ankara’da yapılan birinci kurultayında, ‘’Türk Tarih Tezi’’ ilk kez ortaya atıldı. Mustafa Kemal tarafından kuvvetle desteklenen bu kuram, Türklerin, Orta Asya’nın beyaz (aryan) sakinlerinin torunları olduklarını, kuraklık ve kıtlık yüzünden Çin, Avrupa ve Yakındoğu gibi başka bölgelere göç etmek zorunda kaldıklarını ileri sürüyordu.

1930’larda kurulmuş olan iki büyük devlet bankasına Sümerbank ve Etibank adlarının verilmiş olması bu yaklaşımın bir sonucudur.

Bu kuram Türklere kendi geçmişleri ve kendi ulusal kimlikleri için yakın geçmişten yani Osmanlı döneminden bağımsız bir övünç duygusu vermeyi amaçlıyordu. Hititlerin (ve Truvalıların) ilk Türkler olduklarının söylenmesi, Anadolu’nun çok eski zamandan beri bir Türk ülkesi olduğunu iddia ederek, Cumhuriyet yurttaşlarının köklerini yaşadıkları topraklara da uzandırmış oluyordu.

Tarih tezi, Kemalist yönetimin, yeni bir ulusal kimlik ve güçlü bir ulusal birlik kurmaya çalışırken kullandığı araçlardan biriydi.

Tarih tezinin bir parçası olan ulusçuluk, Batı usullerinin benimsenmesini kolaylaştırmaya hizmet etti. Milliyetçilik bir taraftan, Türklere bilhassa da genç kuşaklara, kimi zaman üstünlük duygusuna çok yaklaşan, güçlü bir ulusal kimlik ve ulusal övünç duygusu aşılamıştı ve bu bir anlamda, Avrupa’yı izleme ihtiyacını psikolojik olarak dengeliyordu.

Toplumsal yaşamın laikleştirilmesinde atılan en önemli adım, tarikatların kaldırılması idi. Kapatılmaları kararı Eylül 1925’te duyuruldu ve Kasım 1925’te yürürlüğe kondu.

Tarikatler, Batı’nın ekonomik, siyasal ve kültürel etkisinin artmasına karşı tepkinin bir parçası olarak, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında daha da etkin hale gelmişlerdi.

Bektaşi tarikatı hem İTC’yi hem de Anadolu direniş hareketini desteklemişti. Mevlevi tarikatı kendi taburlarını Birinci Dünya Savaşı’na göndermişti. Öte yandan, Nakşibendi tarikatı üyeleri hem 1909’daki (31 Mart) hem de 1925’teki Kürt isyanını yönlendirmişlerdi.

Siyasal konumları her ne olursa olsun, bunların yaygın tekke ve türbe ağları, müritlerin şeyhlerine zorunlu itaatleri ve kapalı ve esrarlı tarikat kültürü, onları modern, merkeziyetçi bir ulusal hükümetin kabul edemeyeceği ölçüde bağımsız kılıyordu.

Kemalistler, laikleştirme hamlesini resmi, kurumlaşmış İslam’ın ötesine yaymak suretiyle, popüler dinin giyim, muska, falcılar, kutsal şeyhler, evliya türbeleri, hacca gitme ve bayramlar gibi en önemli unsurlara kadar uzatmışlardı. Bu tedbirlerin yol açtığı öfke ve bu tedbirlere gösterilen direniş, örneğin, yalnızca din için bir önem taşıyan hilafetin, şeyhülislamlığın ya da medreselerin kaldırılmasına duyulan öfke ve direnişten çok daha büyüktü.

Tarikatlar büyük ölçüde yeraltına kaydı, ancak otoriter -özellikle 1940’larda- git gide etkisi azalan bir yönetim biçiminin dayatılması ve popüler İslam’ın bastırılması yoluyla hükümet İslam’ı muhalefetin bir aracına dönüştürdü.

Arapça ezanın yerini, 1932’de devlet konservatuarı tarafından bestelenen Türkçe ezan aldı.

Said-i Nursi’nin 1930’larda kurmuş olduğu hareket çok önemli bir dinsel odaktı. Nursi’nin Jön Türklerle inişli çıkışlı bir ilişkisi olmuştu: 1909 karşıdevrimine katılmış, ama Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa propagandacısı olmuştu; ulusal direniş hareketini desteklemiş, ancak 1923’te bu hareketin laik eğilimleri konusunda uyarıda bulunmuştu.

Said-i Nursi, Şeyh Sait isyanından sonra önde gelen diğer Kürtlerle beraber tutuklanmış ve Isparta’da ikamete mecbur tutulmuştu. 1920’lerden itibaren ortaya koyduğu düşünceler daha sonra toplu şekilde Risale-i Nur’da yer aldı. Risale-i Nur’da Müslümanlara, Allah’ın birliğini yaşamlarına temel almaları, ayrıca modern bilim ve teknolojiyi öğrenmeleri ve bunları, toplumsal birliktelik için tek gerçek temel olan İslamiyet davasında kullanmaları bildiriliyordu.

Said doğrudan siyasal bir faaliyet içine girmedi. Kemalist dönem boyunca yazıları yasaklanmış, ancak genişleyen mürit çevresi tarafından el yazısıyla çoğaltılmıştı. Ölümünden sonra, Nurculuk akımı büyümeye devam etti, Türkiye’de ve yurt dışındaki göçmen Türk işçileri arasında etkin hale geldi.

Kemalistler kasaba ve kentlerde, kendi pozitivist, laik ve modernlik taraftarı ülkülerini destekleyen grubu çarpıcı şekilde genişletmeyi başarmışlardı. Kemalist devrimin kasabalardaki temsilcileri bürokratlar, subaylar , öğretmenler, doktorlar, avukatlar ve büyük ticari işletmelerin girişimcilerdi. Sanatkar ve küçük esnaf ise bastırılmış geleneksel kültürün belkemiğini oluşturmaktaydı.

Reformlar Türk halkının büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin yaşamını hemen hemen hiç etkilememişti. Anadolulu bir köylü ya da bir çoban hiç fes giymemişti, bu yüzden de fesin kaldırılmasından dolayı özel bir endişeye düşmemişti. Karısı zaten peçe takmazdı, ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu. 1934 yılında soyadı almak zorunda kalmıştı.

Yeni Medeni Kanun çokeşliliği yasadışı kılmıştı, ama çokeşliliğe paraca gücü yeten çiftçiler, gerekirse çoklukla yapıldığı üzere, eve ikinci kadın alabilmekte; bu kadınla evlenmeksizin ondan doğan çocuklarını resmi nikahlı eşinin kütüğüne geçirebilmekteydiler.

Reformları köylere götürmek, modern teknikleri yaymak, laik ve pozitivist bir tutum aşılamak için de girişimler vardı. ‘’Halkevleri’’ bu türden bir girişimdi. Bir diğeri de ‘’Köy Enstitüleri’’nin kurulmasıydı.

1935’te, kırsal kesimdeki cehalet sorunuyla mücadele etmek için bir okuma yazma seferberliği başlatıldı. O tarihlerde, 40 bin Türk köyünden yalnızca, yaklaşık 5000’inde okul bulunuyordu.

Orduda okuma ve yazmayı öğrenmiş olan genç köylüleri alıp bunlara altı aylık bir kurs vermek ve sonra köylerine eğitmek olarak göndermek yöntemi izlendi. Bu çözümün yetersiz olduğu anlaşılınca, İsmail Hakkı Tonguç’a kendi düşüncelerini uygulama ve enstitülerde tecrübe etme fırsatı tanındı; bu enstitülerde köy gençleri ilkokul öğretmenleri olarak eğitilecek, aynı zamanda da modern teknik ve tarımsal beceriler kazanacaklardı.

Köy Enstitüleri devam ettikleri süre boyunca çok başarılı oldular. Muhalefet, enstitüleri komünizm propagandasını yaymakla suçluyordu. Hükümet 1948’de enstitüleri öğretmen yetiştiren sıradan kurumlara dönüştürdü. Demokrat Parti 1950’de iktidara geldiğinde hepsini kaldırdı.
II. Meşrutiyet döneminde, Anayasayı geri getirme mücadelesi olarak başlayan hareket (1908’de) iktidara ulaşmış, bu iktidarı çoğulcu ve nispeten özgür bir ortamda (1913’e kadar) belirli bir süre başkalarıyla paylaşmış ve sonunda kendi iktidar tekelini kurmuş ve bu iktidar tekelini (1913-1918) kökten bir laikleştirme ve modernizasyon programını meclisten hızla geçirmede kullanmıştı.

Kemalist reformlar, 1913-1918 yıllarındaki reformlar gibi, toplumu laikleştirmeyi ve modernleştirmeyi amaçlıyordu. Eylül 1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldı ve Kasım ayında, Osmanlı erkeklerinin Sultan İkinci Mahmut’tan beri geleneksel başlığı olan fes yasaklandı, yerini Batı tarzındaki şapka aldı.

Bu girişimler halkın direnişiyle karşılaştı. Tekke ve zaviyeler Müslümanların günlük yaşamında önemli bir rol oynamaktaydı ve şapkaya Hıristiyan Avrupa’nın bir simgesi gözüyle bakılıyordu. Bu direnişi bastırmada İstiklal Mahkemeleri kendisine düşen rolü oynadı. Takrir-i Sükun Kanunu gereğince yaklaşık 7500 kişi tutuklandı ve 660 kişi idam edildi.
26.06.2018 tarihinde muharrem incenin duyurduğu, 81 ilde teşekkür konuşması yapacağı açıklama. ilgili görsel aşağıdadır.

muharrem ince miting açıklaması - gezentoto-PDa2v
ankara şehrinde 4 adet metro ve ankaray bulunmaktadır. birbirlerine aktarmaları mevcuttur.aşti ve hızlı tren garından metro geçer, havalimanından metro geçmez. havalimanından ulaşım, benim bildiğim havaş ve ismini unuttuğum başka bir firma ile sağlanıyor. metro hatları kısaca;

ankaray (aşti burdan geçer)
m1 - kızılay batıkent
m2 - kızılay çayyolu
m3 - batıkent sincan
m4 - tandoğan - keçiören (tcdd hızlı tren garından geçer)

ahanda buda metro haritası:

http://www.ankarametrosu.com.tr/images/ankara_rayli_sistemler_haritasi.jpg
gezgin sözlük'ün aylık girdi sayısına göre 14. olduğu sıralamadır.

genel görünüm:

1-2-3'te her zamanki gibi ekşi sözlük, uludağ sözlük ve dünya sözlük görülürken,

4-5-6 sıralarda ise instela, galatasaray sözlük ve süslü sözlük aldı.

7-8-9-10. sırada ise kutup sözlük, nar sözlük, zengin sözlük ve kulzos yer almakta

aylık tanım sayısına göre yapılan interaktif sözlükler sıralaması'na ve açıklamalara ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz:

burada

interaktif sözlükler sıralaması formatsız sözlükler-gümüş ligi sıralaması için.


temmuz 2018 sıralamasında görüşmek üzere.
Dakikalar önce açıklanan ülkemize müthiş seçim hediyesi olarak verildiğini düşündüğüm içilen her şeye getirilen %20lik civardaki zamlardir.
İşte girip çıkamayanlar
Edit : çilekli link