#tüm sinire-gerek-yok entry'leri

sertaç aradı. "abi çok kötüyüm bestekar’a gelsene içiyorum" dedi. "ne oldu lan kaçkın" diye sordum. "çabuk gel oğlum çok kötüyüm" dedi. telefonda biri açıklama yapmıyorsa ve sadece çabuk gel diyorsa o iş ciddidir. atladım bestekar sokakta bir kısım insanın koptuğu, bir kısım insanın etrafa kesikler attığı bir mekana girdim. şu ayakta sığır gibi dinelerek yapılan eğlence anlayışını da bir türlü anlayamam. belki bel fıtığım olduğu 10 dakikada kıçımın sağ lobuna kramp girdiği için olabilir bilmiyorum. ayakta içki içen kış günü beyaz badiler giymiş sıfatsızlar, sürekli telefonuyla ilgilenen bol makyajlı kızlar bi de bel fıtıklı ben. kısacası leş ve sıkıcı bir ortam. bu tip ortamlarda konuşarak kimseyi etkileyemezsiniz; bu duruma da gıcık olurum. eğer klasik bir türk erkeğiyseniz olmayan tipinizi müzik sesi alçak olan mekanlarda çok eşsiz bokum gibi muhabbetinizle bir nebze kapatabilirsiniz. nasıl kızlar suratındaki lekeleri fondöten ile kapatıyorsa erkeğin fondöteni de muhabbetidir. zaten bir erkek bir kadına "ya o mekan çok gürültülü konuşabileceğimiz daha sakin mekanlara gidelim" diyorsa o erkek tipsizdir, dans edemezdir, iğrenç bir heriftir ama iyi baba olur ondan.

en büyük hayalim bir bara ellerim havada dans ederek çeçeçerereçeçe diyerek girmektir ama bir hayalim daha gerçekleşmeden kalabalığın arasından sıyrılarak sertaç’ı buldum. iğrenç bir ayyaş gibi tek başına içiyordu. hemen atladım üstüne omzunu sıktım. noldu lan diye sordum. "kanka ezgi beni terk etti" dedi. hiç sevmediğim bir ortamda hiç sevmediğim bir muhabbetin içindeydim. insanların aşk acısı çekmesini anlayamıyorum gerçekten bu nedenle ah be sertaç keşke emmin ölseydi de daha mantıklı bir üzüntü üzerine dertleşseydik diye içimden geçirdim. yuvarlak laflar etmeye hemen başladım. "kanka sana kız mı yok; önümüzdeki maçlara bakarız; etrafa baksana her yer karı kız meh meh". sonra sertaç anlatmaya başladı. insanları genelde dinlemem hep dinlermiş gibi yaparım. sertaç'a da öyle yaptım bana ne lan ezgi'den ayrıldıysa. birden çaprazımdaki sarışın çıtı pıtı kızı fark ettim. herkesin votka, malibu, jagermastır ve şapkalı kokteyl içtiği ortamda emekli maliye memuru edasında rakı içiyor; beyaz ve modern mobilyalarla döşenmiş bir evin salonunda bir ibrik gibi duruyordu. kız rakının dibine vuruyor, arkadaşları onu teselli ediyordu. arada bir alnını iki eliyle ovalıyordu. bir pavyon gülü gibi dertli görünüyordu.

böyle mekanlar on saat dıptıs dıptıs modunda şarkılar çalar arada da sılov şarkı çakarlar ki millet bir efkarlansın bu sayede içkilerini fondiplesinler. artık sılov şarkının vakti gelmişti. dj kabinindeki zengin kelli, dövmeli ve sarı bileklikli eleman verdi alttan emre aydın'ı. sertaç bir şeyler anlatıyordu hala; ben de yuvarlak laflarıma devam ediyordum ama gözüm çıtı pıtıdaydı. emre aydın hoşçakal dedikçe kız ağlıyor, ortamdaki kızlar onu teselli ediyordu. çıtı pıtı kendini rakıya vuruyor arkadaşları ona hüzünle bakıyordu. kadınlardaki bu terk edilince ortaya çıkan birlik ve dayanışma duygularını her zaman takdir ederim. teselliler, kusmaya götürmeler, zorla kahve içirmeler, dışarıya götürüp sarhoş ama terk edilmiş kankisine hava aldırmalar bunlar gerçekten samimi hareketler gibi geliyor bana. bu tip dayanışma erkeklerde pek görülmez. bir erkek kusarsa tiksiniriz biz mesela; ya da heyvan gibi sarhoş olursa arkasından "pezevenk sabaha kadar esir aldı" diye söveriz.

müşteriler fondip yaptıktan ve yeni içki siparişi verdikten hemen sonra dj "içerim ben bu akşam" şarkısını alttan verdi. beyaz badiler ve bol makyajlılar ellerindeki içkileri havaya kaldırıp "içerim ben burdaaa bu akşaaaaam" diye hep beraber şarkıya eşlik etmeye başladı. gözüm çıtı pıtıya takıldı. rakıyı havaya kaldırmış mutlu bir şekilde şarkıya eşlik ediyor kankileri ile hoppidi hoppidi zıplıyordu. yanına da beyaz badili bir eleman şimdiden bir sırtlan gibi sokulmuştu. sertaç uyuzuna baktım hala anlatıyordu hiç “içerim ben bu akşam coşkusuna” dahil olamamıştı ve aşk acısından ölmek üzereydi. bana döndü "abi ben bu kızları anlamıyorum" dedi. sonra ben de çıtı pıtıya baktım coştukça coşuyordu. daha 10 dakika önce hayatın bütün acımasızlıkları, zalimlikleri kendisinin başına gelmiş gibi davranıyordu ama şimdi o kefenim sağlam diye tepinip beyaz badili adama sokuluyordu. biramdan bir yudum aldım; "kanka ben de anlamıyorum hakikaten bu arada cüzdanımı evde unuttum lan biralar senden ha" dedim.
ara sıra yaptığım şeydir. yeraltı filmi henüz çekilmemişken de yapardım. aslında ilk kez ilkokulda ulumaya başladım. bir yaz günü balkonda kahve fincanları ve kartları yok olan, tahtası yırtılan ve geriye sadece paraları kalan borsa oyunundaki paralarla oynarken sokaktan inanılmaz bir “auuuuuuuuu” sesi gelmişti. hemen balkondan baktığımda koltuk değnekli bir adamın ciddi ciddi uluduğunu görüp şok olmuştum. ankara’nın yaz sıcağında kimse sokakta olmadığından uluyan adamı benden başka gören olmamıştı. uluyan adam uluya uluya gitti ve kayboldu. acayip şaşırmıştım bir insan neden ulur ki diye düşünürken birden sessizce ulumaya başladım. ikincisinde daha yüksek sesle uludum. üçüncü, dördünce, onuncu derken bildiğin kurt gibi uluyordum balkonda ve her uluduğumda sanki bu dünyaya isyan ediyormuş gibi hissediyordum. babam balkona geldi “napıyorsun oğlum?” diye sordu. ben de uluyan adamı anlatsam da inanmayacağı için “hiiiç uluyorum” dedim. babam da “ulu ama çok yüksek sesle uluma komşulara ayıp olur” dedi ve gitti. ya baba allah aşkında nasıl yüksek sesle ulumayayım; ulumak yüksek sesle olur diye ulumaya devam ettim. o günden sonra yani 9 yaşımdan beri dönem dönem ulumuşluğum vardır. işyerinde çok bunaldığım zamanlarda da zeynep’in yanına gider ona ulurdum o da bir yeraltı filmi manyağı olduğu için beni yadırgamaz zaman zaman benimle ulurdu.

geçen yine vatsaptan bir arkadaşıma ulumak istedim ve uluyarak ses dosyasını gönderdim. aradan iki dakika geçti o da bana hindi taklidi yapmış “gulugulugulu” ses dosyasını yollamıştı. ondan hemen iğrendim ulumanın bu dünyaya olan bir isyan olduğu mesajını anlamamış beni sadece bir kurt taklidi yapan yetenek sizsiniz türkiye’deki manyaklardan sanmıştı.
lise yılları asosyallikle yok olup gitmiş insanlar üniversiteye geldiğinde bir gruba, bir yerlere, bir şeylere ölümüne atlarlar ve onlara bağlanmak isterler. ben de üniversiteye girdiğimde hiç bir yeteneğim ve hobim olmadığı için işin kolayına kaçtım ve beşiktaş'a bağlandım. ailemin okumak için verdiği üç beş kuruş parayı formalara, beşiktaş dergisine yatırıyor digitürk alacak kadar bir gelirim olmadığı için de kahve köşelerinde beşiktaş maçlarını izliyordum. tam bir beşiktaş fanatiği olmuştum. insan futbol fanatiği olunca sevgilisinin olmaması, mal gibi bir adam olması asla göze batmaz çünkü futbol fanatiğinin cevabı hazırdır; "benim aşkım yeni nallıhanspor, ben ömrümü güdüllügücü’ne verdim" dediği anda karşısındaki herkes ona saygı duyar ve onu kimse yargılamaz.

her şeyi abartma olayım burada da kendini göstermişti. beşiktaş’la yatıyor beşiktaş’la kalkıyordum. okul arkadaşlarım bahçeli’de, tunalı’da serengeti aslanı gibi karı kız kovalarken ben pascal nouma'nın posterine bakıp sigaramdan bir fırt çektikten sonra "ben de psikopatım ulan" diyordum. her şey o kadar güzeldi ki kimse bana karışmıyor, sevgilimin olmamasını, beşiktaş’tan başka muhabbet edemememi kimse sorgulamıyordu. hatta beşiktaş'ın maçlarının olduğu günlerde kimse beni aramıyordu. benim gibi asosyal adam için fanatiklik biçilmiş kaftandı.

günlerden bir gün atv'de beşiktaş’ın kupa maçını izlerken alt yazı geçmeye başladım. "beşiktaşım benim biricik sevgilim melodisini cep telefonuna hemen yükle" diye. o dönemde kontör dünyanın en değerli şeyiydi. çöllere düşsem üç gün susuz kalsam bir bardak su mu yoksa 100 kontör mü diye sorsalar 100 kontörü seçerdim. ve bu melodi tam 64 kontördü. insan bazen gerçekten abandone oluyor şimdi bedava verseler almayacağım şeyi o dönem tam 64 kontör vererek aldım. artık telefonum çaldığından çarşı grubunun stadı yıktığı gibi ortamı yıkacaktı, benden mutlusu yoktu.

ertesi gün okuluma gittim. arkadaş grubumun masasına oturdum. aylardır hiç kız olmayan masamızda ne hikmetse o gün kızlar cirit atıyordu. bir an ferhat'a döndüm “ne ayak la” der gibi bakış attım. o da çıkık çenesini hafifçe öne çıkararak “keyfimiz gıcır sorgulama” bakışı attı. insan ne kadar mal olursa olsun üniversitede masasına kızlar oturduğunda bir pişekara bir kavukluya dönüşür. muhabbetler, şakalar ve komik mallıklardan oluşan hikayelerimle ortama neşe saçmaya başladım. neticede aylardır ilhan mansız, pascal nouma'nın suratlarını gören biriydim. her şey harika giderken bir anda telefonum çalmaya başladı. nedense o ortamda, indirdiğim "beşiktaşım benim biricik sevgilim" melodisinde çarşının ruhundan eser yoktu resmen bu muazzez ersoy'un " dert ortağım benim biricik sevgilim"di. ortam bir anda buz kesti. kısa bir sessizlikten sonra kızlar aşağılayın kıkırdamalar başladı. ahh o kıkırdamaları kim bilir kaç defa duymuştum. telefonuma şöyle bir baktım arayan annemdi. bütün ortam benim polifonik melodim nedeniyle üçüncü sınıf bir bara, flash tv'deki evlendirme programlarına döndü. telefonumla bir kaç saniye daha bakıştıktan sonra içimden "hay zikiim senin gibi melodiyi" diyerek no tuşuna bastım. o anda ferhat bu sefer çıkık çenesini iyice öne çıkarmıştı. ferhat’ın çıkık çenesi bana bakarak "yapacağın işi zikeyim bok ettin ortamı” dedi.
üniversite yılları hem çalışıp hem okuyayım diyerek ankara bahçelievler'de mekan mekan iş aradım. girdiğim barda demir adlı kral bir abi başladı benimle mülakata. "kardeş bulaşık yıkar mısın?" diye sordu önce. yok abi dedim. "garsonluk tecrüben var mı?" dedi. yine yok abi dedim. "oğlum bir erkeklik uzvuna yaramıyorsun seni neden işe alayım ben şimdi" dedi. ben de kapıda dururum hoş geeeldiniz derim yer gösteririm falan dedim. adam hakikaten kraldı böyle saçma bir teklifi akşam 8 gece 4 çalışma şartı ve 15 lira ücretle kabul etti. ertesi gün gel dedi beni yolladı. ankara'nın ayazı da pis olur diyerek beyaz içliğimi çektim altıma ve nöbet yerime koşa koşa gittim. mesaim başlamıştı çok heyecanlıydım gelene hoş geeeldiniz gidene tekrar bekleriz diyordum. saatler ilerledi bir grup çıkarken ben de gruptaki herkese tek tek iyi geceler dedim. aradan 5 dakika geçti inanılmaz korkunç bir çocuk yanında bir kızla geldi ve bana "sen neden benim kız arkadaşıma iyi geceler dedin ulan" dedi. açıkçası tırsmıştım ben badigard değildim ki; kavga edemem etsem de kimseyi dövemezdim. şişman bir kız bile beni dövebilirdi. konumum görünürde badigard konumuydu ve bu eleman beni dövünce kesin ertesi gün arkadaşlarına "dün gece bahçelide bir mekanda badigard" dövdüm diyerek ballandıra ballandıra anlatacaktı. aklımdan hastanelik olursam da içimde içlik var; hemşire veya doktor ya pantolonumu indirmemi isterse gibi gereksiz bir düşünce de geçiyordu. olay ciddiye binmişti "indir o elini kolunu, bu köyden olmasam ne olur, kimsin ulan sen" gibi tüm kavga başlatıcı sözcükler havada uçuşuyordu. tam o sırada koruyucu meleğim (şunu yazarken bile vatsaptaki gözleri kalp olan smile haline geliyorum) demir abi geldi. "ne oluyor sinire gerek yok" diye sordu. ben de olayı anlattım. demir abi beni dövecek elemana "uzatma kardeşim bu adamın işi bu gelene hoş geldin der gidene boş gittin der hadi uza" dedi. o anda eleman bir yumruk salladı ve hayatının hatasını yapmış oldu. demir abi gençten bir adamdı ama yılların gece hayatçısıydı. elemanı başladı evire çevire dövmeye. ben ve elemanın kız arkadaşı kavgaya ayırmaya çalışıyorduk. birden ikimizin ağzından da "lütfen benim için kavga etmeyin yaaaa" cümlesi dökülüverdi. sonunda olay karakolluk olmadan son buldu. benim aklımda kalan sadece "lütfen benim için kavga etmeyin" cümlesi oldu.
o zamanlar başçavuş sokakta oturuyoruz. doksanlı yılları pek sevemedim ben. tıpkı bugünlerdeki gibi o zamanlar da yeni yeni zenginler türemişti her yerde. top oynadığımız sokak artık arabalarla dolmaya başladı. saat akşam oldu mu maçları artık yarıda bırakmak zorunda kalıyorduk zira işten çıkanlar arabalarını bizim minyatür kalelerimizin üstüne park ediyorlardı. biz de çaresizce arabanın kadranına bakıp "ohaa 220 basıyormuşlarla" teselli ediyorduk kendimizi. müteahitler, dış ticaretciler, bürokratlar, tacirler doluşmaya başladı sokağımıza. yavaş yavaş kıyafet, araba, saat, kot pantolan markalarını öğrenmeye bile başlamıştım. haberler desen ya pkk bir yerleri basıyordu ya da özel hareket polisleri hücre evlerine operasyon düzenliyor "yasa dışı bir sol örgüt" militanlarını ölü olarak ele geçiriyordu. hatta ilkokul kitabımda bile bizans imparatorunun istanbul'un fethinde ölü olarak ele geçirildiği yazıyordu. öyle bir dönemdi işte doksanlı yıllar ya ölü olarak ele geçiriliyordun ya da birilerini ölü olarak geçiriyordun.

24 ocak günü ben yine halının üstünde elektrikli sobalı odamda araba oynuyordum. ranzanın ilk katında abim de kitap okuyordu. annem yıkılmış bir şekilde odamıza girdi şimdiki 4+1 lüks evlerdeki ütü odası kadar bir oda işte. "uğur mumcu'yu öldürdüler" dedi. abim yataktan fırladı hemen hep beraber annemlerin yatak odasına gittik. evde tek televizyon vardı o da yatak odasındaydı. bize gelen mahalle arkadaşlarım hep sorardı "neden salonunuzda televizyon yok" diye. gerçekten neden yoktu acaba. babama sorduğumda cevabı netti: "salonda televizyon olunca misafir geliyor iki sohbet edemiyoruz, ailemle iki sohbet edemiyorum.". yatak odasına girdik hep beraber. babam "iran falan yapmadı kontrgerilla yaptı" diyip duruyordu. evde resmen bir matem havası vardı. zaten solcu bir ailenin evinde yaşıyorsanız sadece eve annenizin babanızın solcu arkadaşları geldiğinde bir bayram havası olurdu o da 12 eylül konusu açılana kadar.

öylece haberleri izledik. renault marka araba. babam "herkes biliyordu bu suikastin olacağını hatta uğur mumcu bile neden arabasına uzaktan kumanda yerleştirmedi arabasını uzaktan kumandayla çalıştırmadı" diyor annem de "100 metre ötesinde polis kulubesi varmış o polis görmedi mi?" diyordu. demirel, ismet sezgin faili meçhul cinayetleri aydınlatacaklarına dair şerefleri üzerine yemin ediyordu. ilk kez evimizden biri ölmüştü. hiç tanımadığım o zamana kadar yüzünü bile görmediğim biri için ben bile çok üzülüyordum, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuştum. o suikast benim hayatımın dönüm noktasıydı. yaşıtlarım barış manço a de bakayım a bi de ye şimdi bi de ı oku bakıyım ayı derken ben "bu yolda dönenler oldu mum gibi sönenler oldu" diye mırıldanıyordum artık. eminim o gün abim de kafasına koymuştu ankara üniversitesi iletişim fakültesini.

akşam oldu evde yas havası sürüyordu. babam küçük rakının dibindeki son iki kadehten birini kendine diğerine abime koydu. beni de kucağına oturttu hiç bir şey söylemeden öylece rakısını yudumladı. abim daha lise öğrencisi olduğu için pek içemiyordu ama inanılmaz gururluydu. annem geldi anteni kırık rew tuşu olmayan teyibin play tuşuna bastı. ahmet kaya kararlı sesiyle "bir sen kaldın geriye, bir sen kaldın geride, ah akıp gidiyor hayat yüreğim anlıyor seni yorgun demokrat". o anda gözyaşlarına boğuldum. babam gözyaşlarımı sildi sonra alnımdan öptü. bu çocuk kime çekti böyle sarı çiyan deyip gülümsedi.

ahiretteki mekanını bilmem ama bizim dünyamızda mekanın cennettir. değiştirdiğin, aydınlattığın, aydınlatacağın hayatlar için teşekkür ederiz.
üniversite bittikten sonra iş arama sürecim başladı. kpss denemem 56 gibi bir puanla hüsranla sonuçlanmıştı. liseden kalma ceketim sınava girse daha yüksek not alır diye düşünmüştüm sonuçlar açıklandığında. hiç tanıdığım olmadığı için kariyer.net tek umudumdu. tüm ankara ilanlarına mal bulmuş gibi saldırıyordum. üst düzey yöneticilikten tut da pide ustasına kadar her işe başvurdum. ama bir türlü olumlu sonuç alamıyordum. nasıl alayım cv'min çıktısını aldım şöyle bir gözlerimden 30 cm uzaklaştırdım baktım 4 cümle lan bütün eğitim hayatım diye sövdüm. adres, telefon, mezun olduğum okul ve karşı komşum devlet demiryolları emeklisi muzaffer amcam referans; işte üniversite hayatım buydu. ne bir hobi ne bir kulüp üyeliği var. aslında iyi ihale oynardım üniversitede ama onu da cv'ye yazmanın mantıksız olduğunun farkındaydım. resmen üniversitedeki altı yılım boşa geçmişti; bari bir karı kız ortamı yapsaydık. millet altı yıl okuyor doktor oluyordu bense maliye bölümünü zar zor bitirmiştim. canım çok sıkılmıştı gittim kırtasiyeci abidin'in yanına dükkanı kapatırken yakaladım. o benden de umutsuz bir adamdı. karısı terk etmiş borç içinde yüzen günde iki paket sigara içen akşam oldumu da dükkanı kapatmadan 5 efes ekstra çakan bir adamdı. onun bu acınası halini görüp kendi halime şükretmek en büyük tesellimdi. gönlü bol bir adamdı hemen elime birayı tutuşturdu. "ulan sinire gerek yok sen ne göt bir adamsın hem herifin durumundan teselli bul hem de birasına yumul" diye aklımdan geçirdim. sonra bana ne lan benim derdim bana yeter bana mı evlendi boyunsuz diyerek biramı yudumladım. abidin abi "noldu lan senin iş mevzuları ördek" diye sordu. ulan zaten canım sıkkın şuna ağız burun dalayım diyerek hareketlendim sonra birden abidin bira şişesini kaldırınca üç buçuk attım; “aman abi etme yapma abi” dedim. abidin abi "noluyor lan gevşek şerefe kaldırıyoruz" dedi. ben de dayak yemeyeceğimin rahatlığıyla “he he” dedim kaldırdık şerefe. şişenin dibini görünce ben götü başı dağıttım. zaten bu ekstraların içinde votka varmış abidin abi diyerek saçma bir muhabbetin içine girmeye çalıştım. abidin abi de "şimdi siktir et de senin şu iş mevzusu feysbuktandır" dedi. "ne alaka abidin abi sen yine çok içtin sapıttın" diyerek çıkıştım. "lan mandal bazı patronlar bakıyormuş bu feysbuka. ıpır zıpır, komunist, dinci bir tipsen almıyorlarmış" dedi. acaba olabilir mi diye düşündüm ama olamazdı tee ne zaman bir hesap açmıştım. onu da üç tane ilkokul arkadaşımı bulunca geçmişim aklıma geldi ve bir anda herkesten nefretmemle birlikte kendi haline bırakmıştım. yine de içime bir kurt düşmedi değil bu ayyaş doğruyu söylüyor olabilirdi. abidin abi'ye teşekkür ettikten ve ona içimden ayyaş dediğim için pişman olduktan sonra eve koştum.

hemen şifremi girdim. zerre unutmazdım şifrem belliydi totosanil. facebook hesabımı açmama mahalleden anıl denen yavşak vesile olmuştu. ben de ona ibnelik olsun diye şifremi totosanil yapmıştım. girer girmez şöyle bir baktım. ne bir mesaj ne bir arkadaşlık talebi vardı. önce üzüldüm, sonra sinirlendim sonra da ulan çok da fifi zaten benim sanal değil gerçek dostluğa ihtiyacım var diyerek kendimi rahatlattım. hemen facebook hesabımı kapattım. zaten fotoğraf yerinde bile saçları zengin tıraşı olmuş gölgeli facebookun kendinden olan dandik resim vardı. facebook'u kapatmanın verdiği rahatlıkla bir mandalina soydum iki lokmada mideye indirdim.

aradan iki hafta geçti çat telefon. bilmem ne a.ş. tarafından iş mülakatına çağırılmıştım. adama ayyaş pezevenk diye sövmüştüm ama adam haklıymış diyerek kendimden utandım. hemen bakkaldan 5 efes ekstra aldım koşa koşa abidin abinin yanına gittim. o gece bir güzel içtik. abidin abi o kadar mutsuz bir haldeydi ki “şu facebook olayında sen haklı çıktın” diyerek onu sevindirmek istemedim.
uzun uğraşlarım, derin araştırmalarım, arz ve talep dengesi çıkarımlarım sonucu ankara'nın en ucuz berberini bulmuştum. berber yusuf gerçekten iyi bir berberdi. tıraş olduktan sonra ilk bir hafta her ne kadar eşşeğe benzeseniz de zamanla insanlaşmaya başladığınız saç kesim tarzı vardı. ancak yıllardır 7 liraya tıraş olduğum bu kutsal berberde artık vicdan ve karakter muhasebesi yapmam gerektiğini ilk kez geçen hafta fark ettim. berber yusuf ucuz ve iyi bir berber olduğu kadar yobaz, önyargılı iğrenç bir insandır. sokakta gezerken bir sokak röportajına denk gelsem ve muhabir bana "bu ülkede demokrasinin, çağdaşlığın, kadın erkek eşitliğinin önündeki en büyük engel nedir?" diye sorsa direkt cevabım "berber yusuf" olur.

maliyetlerimi kısmak açısından ayda bir tıraş olurum. ensemin dilenci ensesine döndüğünü anladığım gün berberime gittim. koltuğa oturduğum anda berber yusuf başladı içindeki tüm pislikleri kusmaya. ona göre bütün kadınlar namussuz, yabancılar gavat, komünistler vatan hainiydi. bense her zamanki gibi zayıf karakter örneği sergiliyor ve berber yusuf'a hak veriyordum. onunla kadın düşmanı da oldum komunist düşmanı da. keyif içinde okumuş insanlara berber yusuf ile söverken birden duraksadım. eskiden hiç değilse onayladığım berber yusuf'un iyiden iyiye yardakçısı olduğumu fark ettim. evet zaman zaman karaktersizlik örnekleri sergilemiş, bazen arkadaşlarımı satmış bazen de alakasız insanların hayatları hakkında konuşup onları kınamıştım. ancak bu durum biraz fazlaydı. anneme, babama, arkadaşlarıma fikir konusunda asla teslim olmayan fikirlerinin arkasında duran ben berber yusuf'un sığ doktrini karşısında tüm benliğimi yitirmiştim. önceleri berber yusuf berberden kovmasın da pahalıya tıraş olmayayım diye tırsarak onaycı olduğum sohbetlerimizde artık destekçi bir provokatör olmuştum. bu duruma bir dur demeliydim ancak ucuz ve iyi bir berber bulmanın zorluğu tüm düşünce dengemi bozuyordu.

tıraşımın sonlarına doğru televizyonda sevdiğim bir sanatçı çıktı. berber yusuf "çıktı pezevenk" deyince birden sinir krizi geçirdim ve "hooop yusuf abi orda dur. biraz ayıp oluyor. ben kendisini çok severim" dedim. berber yusuf ve tıraş olmayan bekleyen 39 kişi bir anda sustu. ortam adeta buz kesmişti. sırada bekleyenlerden kimisi bana acıyarak bakıyor, kimisi de helal olsun der gibi gülümsüyordu. berber yusuf'a artık boyun eğmeyeceğimi anlamıştım ancak yusuf abi sinirli bir şekilde "boynunu eğ kardeş" deyince mecburen eğdim. yusuf abi ense kıllarımı jiletle aldıktan sonra hemen üstümdeki önlüğü çekti ve "sıhhatler olsun" dedi. yusuf abiyi iyi tanırım bu resmen "bir daha gelme" mesajıydı. arayı yumuşatmak için "abi burun kıllarına da bir el atsan" dedim ama yusuf abi kesin bir dille sırada çok kişi olduğu için yapamayacağını söyledi. artık gitme vakti geldiğini anladım. günde bir lira biriktirdiğim için yusuf abiye parasını 7 tane 1 lira olarak verdim. yusuf abi yüzüme bile bakmadı. parayı aldı çekmeceye attı ve benden arta kalan kılları temizlemeden sıradaki müşterisini koltuğa aldı.

berber yusuf olayını yakın dostlarımdan birine anlattım. çok üzülmüştüm bir teselli en önemlisi yeni ve ucuz bir berber arıyordum. arkadaşım tolga yeni mahallede ucuz bir berber olduğunu ancak kendisinin ağır ışid sempatizanı olduğunu söyledi. elinde ustura olan ışid sempatizanı bir berbere gitmenin pek mantıklı olmadığını düşünerek yusuf abi ile barışma planlarına başladım.