#tüm bu-da-boyle-bir-animdir entry'leri

elini kolunu nereye koyacağını bilememe hali.
bir çenemin altına alıyorum, bir başımı kaşıyorum. cebime koysam durmuyor, çıkarsam sallanmıyor. boynum mart lodosunda tutulmuş gibi geziyorum.

ne diyeceğini bilememe hali.
bir cümleye başlamaya yelteniyorum. başka bir cümleye dönüşüyor. ama ben onu demek istemedim ki şimdi. aslında çok fena anlatırım var ya üüüfff, diyemiyorum.

ne yapacağını bilememe hali.
hangi taraftan tokalaşmaya başlanır sorunsalı ailesinden. her şey imkan dahilinde gibi geliyor. hiçbir şey gerçekleşmiyor.

nereye bakacağını bilememe hali.
yüzüne bakakalmaktan korkuyorum. ya ''hayrola?'' derse? mahallenin gençleri değil ki karşındaki. ''asıl sen hayırdır birader?'', diyesin.

içinin bir anda yaşama sevinciyle dolması hali.
sevginin karşılık bulması ihtimalini ciddi ciddi düşünmeye başladığın an. ki benim gibi bir insansın ,bunu ikimiz de biliyoruz.

entry yazamama hali (bkz: swh)
aynı odanın içinde dört mevsimi yaşatan, çevremde daha ziyade y kuşağının bildiğini gördüğüm, z kuşağının kısmen yakaladığını veya dinlediği duyduğum, alfaların çoğunun kaçırdığını fark ettiğim çocukluk, çocukluğumuz. serbest çağrışıma sokunca akıyor; taso, kart, bilye, kestane, mandalina, çıra, soba kovası, kömür karası, soğuk sızdıran silikonlu pencere pervazı, kuzinede patates-soğan, mermer, baca, kömürlük. ağlamıyorum tamam.

edit: ağladım.
karakterlerin son hali ile ilk gördüğümüz sahnedeki halleri arasında yol olan filmlerdir. yol, karakterlerin dönüşümüne hizmet eder. yol yine yapmıştır yapacağını. filmin sonunda kafalar pırıl pırıl.

(bkz: the road within)
(bkz: little miss sunshine)
2000'li yılların başında izmir konya arasında yolculuk ederken kullandığım, sekiz saatlik yolu on yedi saatte alarak ve mütemadiyen her istasyonda posta işlemleri için durarak flexi hissi yaşatan tren.

kriz yılları. ben ilkokul üçüncü sınıfa gidiyorum. babam ve annemle basmane'den trene bindik. babam daha önce binmişti, ''çok sarsmıyor, uyursun.'' dedi bana. yılmaz erdoğan'ın cebimde kelimeler'de bahsettiği; ''biz hareket etmiyoruz, ağaçlar yanımızdan geçiyordu'' hızında bir hareket gözlemliyordum. sesler geliyordu, kavga sesleri, kapı sesleri, düşen bir şeyler sesleri. trenin içi daha hareketliydi. yeni yolcular geldiler. demek inmeden önce birbirimizin hayatına vakıf olacağımız insanlar bu kişilerdi. kompartımanların perdelerinin çekildiğini ve girmek isteyenlere hasta olduğu söylenerek daha rahat yolculuk edenlerin hikayelerini dinledim. kondüktör geldiğinde bizimkiler benim biletimin sorusunu ikiye gittiğim cevabı ile savuşturdular. halbuki dörde gidiyordum. görevli çıktıktan sonra, benim yaşlarımda olduğunu düşündüğüm kızla göz göze gelip, ''dörde gidiyorum ben yalnız hıhı'' dediğimi hatırlıyorum. sonra gece oldu, lambanın içinde fare gördüm. sokuldum iyice bizimkilere, ikiye giden biletsiz bir yolcu olarak.
içine düşmemek için direndiğim durum. ilk yaklaşımla önem kazanır. kartları açık oynayarak önüne geçilir.

ya da geçilemez.

sırf arkadaş olarak etiket yememek için bir süre yaklaşmamaya özen gösterdim. çok fazla uzak kalabilirim ihtimaline karşı ara ara yaklaştım. yanlışlıkla cool bir görüntü elde ettim (bkz: sevgili olacakken yanlışlıkla cool bir görüntü elde etmek) galiba ben öyle zannettim. şimdi aynı ortamdayız fakat arkadaş da olamadık. bazen selamlaşıp bazen selamlaşmıyoruz. ben yüzüne bakmaya sakınıyorum, o da bakmıyor. nedenini bilmiyorum. dün iş yerinde denk geldik kanka selamı verdi, böyle elimi sıktıktan sonra bilek güreşi pozisyonuna getirip salladı elini gözlerime bakarak. bugün selam vermedi. gözüme de bakmadı bunu yaparken. sevgili olacakken yanlışlıkla kanka bile olamadım. büyük bir değişiklik olursa ya da artık böyle düşünmüyorum dersem editlerim. kafam çok karışık be sözlük.
çağdaşımız shakespeare kitabındaki önyazısında peter brook, jan kott için; polonya'nın, elizabeth dönemini daha geç yaşadığını, halen de o havanın hakim olduğunu, bu nedenle jan kott'un shakespeare'i kendilerinden çok daha iyi anladığını düşündüğünü yazar.

erasmus değişim programıyla bir dönem bulunduğum ülke. şubat ayında başlayan programla beraber soğuk, kasvetli yüzünü gösteren ülke pastel tonlarda kocaman bir gri renkti (bkz: renklilerle beyazları birlikte yıkamak). şöyle ki; okuldan verilen takvimin üzerindeki fotoğraf, güneşli bir günü gösteriyordu fakat fotoğrafta görünen adamın üzerinde mont vardı. ben ''siksen yaz gelmez bu memlekete'' havalarında dolaşırken baharla birlikte sivrisinek akınına uğramıştık (bkz: sen nehri).

bulunduğum yıl bir euro'nun dört nokta yirmi iki zloty'yi görmesiyle beraber hasadını yeni kaldırmış çiftçi gibi har vurup harman savurmuştuk (bkz: swh). şimdiyse an itibariyle bir euro = dört nokta kırk üç lira. rakamla 1 €=4.43 TL. ülkeyi nadasa bırakmayacaktık (bkz: nadasa bırakmak).

Editanya: imla