1946’da başlayan rekabete dayalı çok partili süreç kaçınılmaz olarak din sorununu siyasetin konusu haline getirdi. Dine karşı tutumlarını ilk gözden geçiren parti, bu yılların hükümet partisi CHP oldu; bu yıllarda sonradan taviz olarak nitelenecek bazı kararlar alındı. DP’liler kendilerinden önce başlamış olan dine yönelik politikaları devam ettirdiler.

DP hükümeti, iktidarının daha ikinci ayında ezanın Türkçe dışında herhangi bir dilde okunmasını yasaklayan ceza kanunun ilgili maddesini değiştirdi. Bunu diğer değişiklikler izledi. Temmuz’da radyodan Kur’an okundu; radyodaki başkaca dinî programlar üzerindeki yasak kaldırıldı. Ekim’de, velilerin istediklerini belirten bir mektup vermeleri halinde okullarda din derslerinin okutulmasına karar verildi.


CHP, başlangıçta “demagojiye açık” bu kararlara itiraz etmedi ve hatta CHP’li milletvekilleri Arapça ezan okuma tercihi veren değişiklik lehine oy kullandı. Hükümetin Meclis’ten çıkarttığı bu kararları ve başkaca tasarrufları, DP’nin karşısında yer alan ve bir kuşak boyunca iktidar olmuş CHP’yle özdeşleşen politikalara karşı muhalif duyguların açığa çıkmasına ortam hazırladı.

1951 başlarında özellikle Atatürk’ün büst ve heykellerinin parçalanması ve başkaca gelişmeler, DP için sınırlı bir tepki; CHP içinse mevcut düzene tehdit olarak algılandı. CHP’liler, Atatürk’ün kurduğu parti olarak son gelişmeleri kaygıyla karşılayıp, hükümetin Atatürk inkılâplarını korumak hususunda gerekli önlemleri almadığını ve hatta irticaî gelişmeleri teşvik ettiğini ileri sürdü.

Kendilerini herkesten daha çok Atatürkçü gören DP yöneticileri, irticai unsurları denetim altına almak konusunda ciddiyetini karşı tedbirler alarak gösterdi. Bunlar arasında en önemlisi, Atatürk’ün büst, heykel ve resimlerini korunmaları için hükümete yetki veren “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun Meclisten geçirilmesiydi. 1954 seçimlerinden önce partiler, istismara kadar giden boyutlarda dini, malzeme yapmışlarsa da, din, seçim sonucunu etkileyen faktör olarak belirmedi.

DP, dört yıllık icraat başarısıyla daha büyük zaferle yeniden iktidar olmuştu. DP hükümeti, 1950’li yılların başında Atatürkçü inkılâpları gözden çıkarmadan dinî özgürlük alanını genişletmişti. Ancak, 1955’ten itibaren parti içindeki muhalefet ve giderek ağırlaşan ekonomik koşullar sebebiyle destek kaybetmeye başlayınca DP yönetimi, dini daha açıkça kullanmaya yöneldi.

1956 sonrası hissedilen enflasyonlu yıllarda yaşanan sıkıntıları hafifletmek için hükümetin verdiği tavizler ülkede İslamî eğilimleri daha da güçlendirdi. 1958 yılına gelindiğinde dinî gericiliği kışkırtmama konusundaki duyarlılığına karşın DP, İslamî canlanış ile özdeşleşmişti.

Bu özdeşleme, 1959’un ikinci ayında Londra’da yaşanan Gatwick uçak kazasında Başbakan Menderes’in sağ kurtulmasını “mucize, ilahi takdir” gibi dinî anlayışlarla karşılanmasıyla doruk noktasına ulaştı. Siyasal İslamcılar bu durumdan yararlanarak Vatan Cephesi kampanyasında, cepheye katılmayı “dinî” bir görev gibi sunmayı da başardı ve hükümetin politik olarak işine gelen bir durum hasıl oldu.
1946’da çok partili sürece geçildiğinde, CHP’nin devam eden uzun süreli iktidarı sayesinde ordu ile ilişkiler kopmayacak kadar güçlü görünüyordu. Bu yüzden yeni parti DP için orduyu yanına çekmenin sembolik olmasından çok, devletle eklemlenme açısından önemi vardı.

İlk sıralarda DP yönetimi, ordu içinde büyük itibarı olan ve 1944’e kadar Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan emekli Mareşal Fevzi Çakmak başta olmak üzere, başka üst düzey askerleri kendi taraflarına çekerek İnönü’nün etkisini eşitlemeye çalıştılar. Ayrıca DP’liler, silahlı kuvvetlerin siyasette etkin rolüne imkân veren II. Dünya Savaşının başında ilan edilmiş sıkıyönetimi, muhalefetin gelişmesine engel oluşturduğu fikrini işleyerek 1947’de kaldırttılar.

DP 1950’deki seçimleri kazandığında, kimi DP’liler CHP’ye hâlâ sadık olarak gördükleri ordunun tepkisinden kaygı duydular. Menderes hükümetinin kurulmasından iki hafta sonra, bir ihbar üzerine silahlı kuvvetlerin yüksek komutasında tasfiyeye girişildi.

Genelkurmay başkanı ve diğer yüksek rütbeli subayları görevden alıp yerlerine siyasî olarak daha güvenilir kişileri getirme çabası içeren bu hareket, yeni kabineye bağlılıkları şüpheli görülen yüksek komutadan gelebilecek tehlikeyi ortadan kaldırmak amacı taşıyordu. Pek çok DP’liye göre, muhalefet lideri İsmet İnönü’nün ordu üzerindeki etkisi devam etmekteydi ve bu durum, komutanların DP iktidarına tam anlamıyla sadık olamayacağına yorumlanıyordu. Bu yüzden Menderes hükümetinin kısa sürede gündemine, ordunun yeni demokratik hayata uygun yapılanması girmişti.

Teknolojik donanımda orduyu modernleştirmeyi de kapsayacak bu reform hareketine istekli görünen, 1952 sonlarında Millî Savunma Bakanlığına atanan asker kökenli Albay Seyfi Kurtbek’ti. Üstelik Türkiye, bu sıra, Türk Silahlı Kuvvetleriyle ilgilenen ve bu kurumda değişim isteyen askerî ittifak NATO’nun üyesiydi.

Ordu içinde, yüzyıl başında benimsenen Prusya modelinin yerini ABD modeli almış, çok sayıda genç subay NATO eğitiminden geçmişti. Silahlı kuvvetleri sivillerin denetimine bırakmayı hedefleyen Kurtbek’in askerî reform tasarısı, ilk sıralarda hükümet düzeyinde destek bulduysa da, bir süre sonra bundan vazgeçildi.

Hükümet, yüksek kademedeki komutanlarla işbirliğine daha çok önem vermesinden dolayı onların durumlarında iyileştirmeler yaparken, bu alt ve orta rütbeli subaylara aynı ölçüde yansımadı. 1956’da başlayan enflasyonlu yıllarda alt ve orta rütbeli subayların maddi refahlarındaki gerileme onların genel hoşnutsuzluğunu giderek arttırdı.

1957 yılının son ayında, hükümete karşı komplo kurmakla suçlanan dokuz subayın İstanbul’da tutuklanması ordu içindeki ortamın gerginliğine bir işaret sayıldı. Subayların tutuklanmasından sonra geniş bir soruşturmadan vazgeçilip, bunun sınırlı tutulması ordu içinde bu tür faaliyetlerin daha büyük gizlilikle ve ihtiyatla devam etmesine olanak sağladı. Dokuz Subay Komplosundan sonra 1958’in Temmuz’unda askerî darbe ile Irak’ta krallığın devrilmesi DP hükümeti için bir ikaz oldu.

Nisan 1960’da, Tahkikat Komisyonu’nu anayasaya aykırı buldukları için eleştiren bazı profesörlere siyasete karıştıkları gerekçesiyle disiplin cezası verilmesine tepki olarak İstanbul ve Ankara’da baş gösteren öğrenci olayları ordu içindeki ihtilalci örgütlere fırsat vermekteydi.

Hükümetin bu sıralarda ordu içindeki ihtilafın üzerine gitme gibi bir eğilimi de gözükmüyordu. Nitekim, subaylar 27 Mayıs’ta “demokrasinin içine düştüğü buhran”, “son müessif hadiseler” dolayısıyla ülke yönetimine el koyduklarını açıkladıklarında ordu içinde ciddi bir direnişle karşılaşmadılar.
Büyük çoğunluğu ile Türk basını, vaat edilen özgürlükçü yaklaşımıyla muhalefet yıllarında DP’nin yanındaydı. CHP’yi tutan gazetelerde çalışanlar arasında bile DP’yi destekleyenler vardı.

1950’de iktidara gelmesinde önemli katkısı olan basına yönelik DP’nin iktidarının daha ikinci ayında bazı iyileştirici düzenlemelere gitmesi bu sebepten anlaşılmaz değildi. 21 Temmuz 1950’de kabul edilen yeni basın kanunu ile gazete/dergi çıkartmak için hükümetten izin almaya gerek kalmadan bir bildiri vermek yetecek, suç sayılan yazıdan dolayı gazete sahibi cezaî sorumluluk taşımayacaktı.

DP hükümeti, partisinin basın özgürlüğü ile güçlendiğini açıklasa da, basını gerektiğinde yönlendirebilme gücünü bırakma niyetinde değildi. 1951 yılının ikinci ayında, resmî basın ilanları konusunu ele alan DP Meclis Gurubundaki genel eğilim, kendilerini destekleyen gazetelere daha çok ilan verilmesi lehineydi.

DP iktidarının iş başına geçtiği ilk yıllardan 1950’li yılların sonuna kadar resmî ilan, hükümetin elinde bir çeşit ödüllendirme-cezalandırma yöntemiyle önemli bir güç olarak sürüp gitti.

1953 Temmuz’unda ceza kanununda yapılan bir değişiklikle kabine üyelerinin basında küçük düşürülmesine karşı yaptırımların uygulanması, DP’nin hoşgörüde bir sınır çizdiğini gösterdi. 1954 seçimleri öncesinde basın ve radyo yoluyla işlenecek suçlara ağır cezalar getiren basın kanunundaki değişiklikle de hükümetin basın karşısındaki konumu güçlendi. Bu kanuna, yazıları devletin siyasî itibarını sarsan veya vatandaşların özel hayatlarına tecavüz eden gazetecilerin cezalandırılması hükmü konmuştu. Ceza kanununun kapsamına giren bu çeşit suçlar için hükümetin bunları özel bir kanunda toplayarak verilecek cezaları ağırlaştırması, basın özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtladı.

Böylesi bir ortamda, 1954’ün son ayında, mesleğin önemli isimlerinden seksen yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetede yazdığı bir yazıdan dolayı milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak hapse atılması, basına istendiğinde işin nereye kadar vardırılabileceğini göstermesi açısından bir “gözdağı” idi.

İstanbul’da patlak veren 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim, yönetimce olaylarda payı olduğu düşünülen basına karşı yeni yasaklar getirdi.

1956 yılının ortasında, TBMM’den geçen iki kanunla basına getirilen kısıtlama daha da arttırıldı. Eklenen yeni maddelerde ve yapılan bazı değişikliklerdeki muğlak ifadeler yasaklamanın kapsamını genişlettiğinden, bundan sonraki süreçte bazı gazetelere dava açıldı, kimi gazeteciler de kovuşturmaya uğradı. Gazetecilere ileri sürdüğü iddiayı “ispat etme” hakkı da verilmediğinden dava edilen gazetecilerin sayısı çoğaldı.

1958 yılı ortalarında Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam’ın, Başbakan Menderes’le olan ve önceden planlanan görüşmesi gerçekleşmeyince, kötü izlenimle ülkesine dönen Pulliam’ın gazetesinde çıkan yazısı, Türkiye’de gidişatın tehlikesi üzerinde oldu.

Bu yazıyı Türkiye’deki bir çok gazetenin çevirerek yayımlaması, hükümetin o gazeteler aleyhine 1959-1960 yıllarında bile devam eden ve “Pulliam Davaları” diye ün salacak davalar açmasına itti.

1960 Nisan’ında özel kanunla kurulan Meclis Tahkikat Komisyonuna, gazete ve dergilerin basımı ve dağıtımının önlenmesi, hatta yayının kapatılması yetkisi verildi. Kısa bir süre sonra da, TBMM’deki görüşmelerin yayınlanmasına yasak getirildi.

Basın, 21 Mayıs 1960’taki Harp Okulu öğrencilerinin hükümet aleyhindeki yürüyüşünü haber yapmak yerine, uygulanan sansür dolayısıyla Güney Kore’de Başkan Rhee’yi devirmiş olan öğrenci olaylarına geniş yer verdi.

Basından başka radyo da, dönemin en etkili iletişim aracıydı. Sayısı her geçen zaman artan radyo, iktidarla muhalefeti karşı karşıya getiren önemli bir sorundu.

Hükümete göre, radyo devletin ortak malıydı ve hükümet bu yayını ülke çıkarına kullanırdı. Muhalefet ise kendilerine radyodan yeterince yararlanma fırsatı verilmediğini ileri sürmekteydi. 1957 genel seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra, hükümetin basınla arasının açılmasına koşut olarak, Demokrat Parti radyoyu, başta Vatan Cephesi yayınları olmak üzere “partizanca” kullandığı iddiasını hak verdirecek boyutlarda tekeline almıştı.
Sözlüğümüzün yeni editörüdür. Kendisinin engin edebiyat bilgisi ve kültürüyle sözlüğü çoşturacağına eminim.
Ankara'da mode xl ekibi tarafından kurulan müzik yapım şirketidir. 2017 yılı itibariyle Sony Music Türkiye’nin aktif ve güçlü “Rap Müzik/ Hip Hop” label’ı olarak hayatına devam etmektedir.
Sevgili Gezgin Sözlük yazarları,

Sözlük formatının önemli entry sorunlarından biri emoji kullanımıdır. Bundan sebep sözlük formatına aykırı olan bu emoji ve gülücük kullanımını gizli bkz kullanarak gizleyebilirsiniz. Bunun için sizden destek ve yardımlarınızı istediğimizi belirtmek isteriz.

Böylece hem sözlük formatına uygun olan entryler olur hem de şirinleri görebilirsiniz. *
Mesajlaşırken emoji kullanma gereği duymayan insandır. Kişisel tercihlere saygım vardır tabiki ama böyle bir insanla masajlaşırken aşırı geriliyorum ben. Sanki böyle her dediği bir ciddiyet taşıyor gibi hissediyorum. Özellikle komik bir şey yazdığımda cevap emojisiz olunca acaba komik değil miydi esprim diye düşünüp rahatsız oluyorum. Ayrıca ben genellikle konuşmayı kısa kesmek istediğim zamanlarda emoji kullanmamayı tercih ettiğim için karşımdaki benimle konuşmak istemiyor mu acaba diye telaşa düşüyorum. O sebeple emojisiz iletişim garip bir şekilde beni geriyor.
TV animeTV animeTV anime |} Doraemon Fujiko F. Fujio tarafından yapılan bir Japon manga serisidir. Mangası 1969 yılında, animesi TV'de 1979 yılında yayınlanmıştır. Doraemon, gelecekten gelen bir robot kedidir.
Amerika kendi demokrasi rezervini bütün dünyaya ihraç ettiği için ülkesinde demokrasiye ihtiyaç duyar hale geldi. Keşke demokrasi götürdüğü ülkeler biraraya gelip Amerika'nın demokrasi ihtiyacını karşılasalar.