Liberal Demokrat Parti, sivil özgürlükleri ve serbest piyasayı destekleyen klasik liberal görüşteki Türk siyasî partidir.

Gençlik kolları ve kadın kolları yönetimde yaş ve cinsiyet ayrımı yapmama ilkeleri nedeniyle bulunmayan parti, 14 Temmuz gününü Vergiden Kurtuluş Günü olarak kutlamaktadır.
7 Ocak 1946 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP’den) ayrılan bir gurup milletvekili tarafından kurulan Demokrat Parti (DP), yakın dönem Türk politik tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır.

DP, tek parti dönemi ve özellikle “Millî Şef” döneminin eleştirisini temel politik eksen olarak belirlemiş ve kısa zamanda yönetimden hoşnut olmayan neredeyse tüm toplum kesimlerinden destek almıştır. 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde DP’nin mutlak çoğunluk elde etmesi, partinin arkasına aldığı bu desteği göstermektedir.
Yeni TBMM’nin yaptığı ilk işlerden biri, adaylığı hiç tartışılmayacak Atatürk’lü yılların devlet adamı Celal Bayar’ı cumhurbaşkanı seçmek oldu. Başbakanlık makamı ise, Bayar’ın halka yakın gördüğü için desteklediği Adnan Menderes’e verildi.

Hükümet, Menderes’in ilk defa millî iradenin “tam ve serbest tecellisinin” sonucu oluşmuş dediği TBMM’de, seçimden iki hafta sonra okunan programla güvenoyu aldı.
2 Haziran 1950’de, beş gün önce okunmuş yeni hükümet programının TBMM’de görüşülmesi sırasında, Başbakan Menderes’in konuşmasını cevaplama hakkı muhalefete verilmeyince CHP’li milletvekilleri salonu terk etti.

Teorik düzlemde, DP ve CHP’nin hemfikir oldukları çok fazla tarafları, çok az anlaşmazlık konuları vardı. Ancak, DP’nin on yıl süren iktidarı boyunca iki parti arasındaki ilişkinin biçimi her geçen zaman çekişmenin şiddetini arttırdı.
DP dört yıl süren bir muhalefetten; CHP ise 27 yıllık iktidardan sonra yeni konumlarına alışık görünmüyorlardı. DP kendini, vurgulu bir söylemle on yıl boyunca sıklıkla dile getirilecek “millî irade”nin “yegâne” temsilcisi sayıyordu ve bu da DP liderlerine göre, kendisine, gerekli gördüğü her şeyi yapmak kudretini veriyordu.

DP’nin kendi icraatlarının meşruluğunu, tüm bir ulusun ortak görüşü veya isteği olduğuna inanılan “millî irade”de bulma anlayışı, devlete ait tüm kurumların iktidarın emrinde olduğu sonucuna götürdü.

O kadar ki, DP’nin iktidarı süresince tekrarlanan bu anlayış, 1953 yılının son ayında ülke çapında geniş örgüt yapısına sahip CHP’nin mal varlıklarına el konulmasına kadar gitti.

DP’nin revanşist tarzını yansıtan bu kararla hükümet, bağımsız bir örgüt olarak varlığını sürdürmek yerine, CHP’yle eklemlenmiş gördüğü Halkevleri’ni kapattı.

DP’nin muhalefet yıllarında kendi içinde yaşanan ayrılıklar sonrası kurulan Millet Partisinin (MP’nin) 8 Temmuz 1953’te kapatılması da, iktidarın muhalefete yönelik tutumlarının sadece CHP’yle sınırlı olmadığını gösterdi.

Ülkenin üçüncü siyasî partisi Millet Partisinin Haziran 1953’te gerçekleşen Dördüncü Kongresindeki açıklamalar, Atatürk inkılâplarına bir tehdit olarak değerlendirildi ve parti dini politikaya alet etmekle suçlandı. Bu suçlamayı doğrularcasına partinin Atatürk inkılâplarına bağlı kalması teklifinin reddedilmesi üzerine 40 kişilik bir gurup kongreyi terk etti.
,2 Mayıs 1954’te yapılan genel seçimlerde seçmenlerin büyük çoğunluğunun hükümete onayı vardı. DP’liler genel oyların yüzde 57’sini alarak, TBMM’de milletvekili sayısını 504’e çıkarmıştı. Buna karşılık, CHP oylarını bir önceki seçime kıyasla yüzde 5 oranında düşürürken, mevcut milletvekili sayısının yarısını bile elinde tutamamıştı.

1954 seçimleri hükümet için çok büyük bir başarı idi ve geçmiş dört yılda yapılan icraatlarının doğruluğunu hükümete inandırmıştı.

1954 genel seçimlerinden sonra meclis üstünlüğünü perçinleyen DP, umulanın tersine muhalefete yönelik siyasî liberalleşmeyi kısıtlayan bir dizi tedbirler aldı:
-Seçim işbirliğini önlemek amacıyla muhalefet partilerinin karma liste oluşturmaları yasaklandı;
-Muhalefet partilerinin devlet radyosundan yararlanmalarına izin verilmedi. -CHP’ye yakınlığından hâlâ şüphelenilen bürokrasinin, hükümete karşı bağımsızlığını sona erdirmek için hâkim ve profesörleri de kapsayan devlet memurlarını geçici olarak görevden alma ve erken emekli etme yetkisini hükümete veren kanun kabul edildi.

Baskıcı olarak nitelenebilecek bu uygulamalara gidilmesi, ülkede kendini belli eden ekonomik sıkıntılardan kaynaklanmıştı. Muhalefet için “kriz” olarak değerlendirilen ve devamlı olarak sözü edilen ekonomik sorunlar, hükümet açısından kolay halledilebilecek önemsiz konulardı.

1955 yılında Türk politikasının ana konusu, Kıbrıs Sorunu olmuştu. İktidar partisi bu konuyu, etkili şoven söylemle eksikliklerini kapatmak için kullanmasını bildi; muhalefet ise “millî mesele” olarak addettikleri bu konuyu iç politikanın konusu haline getirmedi.

Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşme eğilimine bir tepki olarak 6-7 Eylül’de İstanbul’da başlayan kitlesel olaylar, beklenmedik bir seyir izleyerek sıkıyönetim kararı aldırtan DP’nin iktidarını zedeledi, 10 Eylül’de İçişleri bakanı istifa etti. DP içindeki gayri memnunlar, partiden ayrılarak yılın son ayında liberal demokrat çizgisiyle öne çıkan Hürriyet Partisi’ni (HP) kurdular.

1956 yılı boyunca süren politik belirsizlik, ülkeyi yeni bir seçime götürdü. Hükümet, istikrar sağlamak için Eylül başında erken seçim kararını açıklamıştı. 27 Ekim 1957’de gerçekleşen genel seçimlerde DP yine tek başına iktidar olabilecek oyu almıştı. Ancak, daha önceki iki seçimden farklı olarak, DP’nin oy oranı yüzde 50’nin altında kalmıştı.

Bu durum, DP’nin 1950’den beri sarıldığı millî irade anlayışını “zaafa” uğratmıştı. CHP ise, oylarını bir önceki seçime kıyasla yüzde 5 oranında artırarak, TBMM’deki milletvekili sayısını yaklaşık altı katına çıkarmıştı.

Seçim sonrasında siyasî baskı ve ekonomik sıkıntı devam etti. Ağustos 1958’de hükümet ekonomide bir istikrar programı uygulamaya girişti. Türk Lirası ABD Doları karşısında devalüe edilirken, Batılı devletlerden istenen kredi sağlandı. Ancak bu çabalar ülke ekonomisinin temel sorunlarına kalıcı çözüm getiremedi ve etkisi sınırlı kaldı.

14 Temmuz 1958’de halkın desteğiyle Irak’ta gerçekleşen askerî müdahale, DP’yi muhalefete yönelik daha katı önlemler almaya itti. Hükümet için muhalefetin tutumu saldırgandı ve gerekirse kovuşturmaya kadar varacak ileri tedbirler almayı zorlamaktaydı. Başbakan Menderes 12 Ekim’de Manisa’da CHP’lilerin kurmakta olduğu “kin ve husûmet cephesine” karşı “Vatan Cephesi”ni kurmalarını istedi.

Bu sıralarda TBMM, düzenli olarak toplanamadığı gibi, toplandığı zamanlarda da, ya toplantılar kısa sürüyor ya da iktidar-muhalefet arasında kavgaya varan gerginlikler yaşanıyordu. Bu durum, muhalefetin faaliyetlerini daha çok TBMM dışına kaydıracaktı.

CHP, Nisan 1959’da Ege illerini kapsayan bir propaganda gezisi düzenledi. İnönü’nün bu geziyi, Büyük Taarruz’da Yunan Başkomutanı Trikupis’i esir aldığı Uşak’ta başlatması DP’lilerin tepkisini çekti. DP’nin kalelerinden biri sayılan Uşak’ta İnönü’nün gelişi karşı gösteriye sebep oldu. İnönü, Uşak’tan İzmir’e giderken kızgın kalabalığın saldırısına uğradı ve başından taşla yaralandı.

Politik durumu normalleştirmek ve iktidarla muhalefet arasında olumlu bir ilişki kurmak, bu sıralarda daha da zorlaşmıştı. 1960’ın Nisan başında, CHP lideri İnönü’yü Kayseri’ye götüren trenin yetkililerce durdurulup, İnönü’den Ankara’ya geri dönmesi istendi. İnönü, bu teklifi kabul etmedi ve üç saatlik bir gecikmeyle yoluna devam etmesine izin verildi. Ancak, bu durum hükümeti zor durumda bıraktı. Hükümete göre CHP, komplocu yaklaşımlar sergilemekte idi. “Kayseri Olayı” diye bilinen bu olaydan bir gün sonra, DP Meclis Gurubu, muhalefeti bir askerî ayaklanma düzenlemekle suçladı ve muhalefetin faaliyetleri ile ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak için “Meclis Tahkikat Komisyonları”nın kurulması istendi.

18 Nisan’da kurulan Meclis Tahkikat Komisyonu, muhalefetin kanunî sınırları zorladığına ilişkin DP’nin iddialarını soruşturmak için oluşturulmuştu. Tamamen DP’lilerden kurulu bu komisyonun tarafsız olması çok zordu. Üstelik, komisyona olağanüstü yetkiler verilmişti.

On gün sonra da, komisyonun yetki ve görevlerini tanımlayan tasarı TBMM’den geçti. Böylelikle, muhalefetin anayasaya aykırı gördüğü bu komisyona, gazeteleri toplatma, basına sansür getirme ve komisyonun çalışmasına engel olanlara hapis cezası verme yetkisi verilmişti. İnönü bu meclis kararını sert bir şekilde eleştirince, kendisine Meclis görüşmelerine 12 oturum katılmama cezası verildi.

Mayıs 1960’ta Tahkikat Komisyonunun incelemeleri orduya yöneldiğinde, ordu içindeki ihtilalci örgütler harekete geçme kararını vermişlerdi. Bu arada, 21 Mayıs’ta geleceğin subaylarını yetiştiren Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüşü, hükümeti olumsuz yönde etkiledi.

27 Mayıs sabahı, Menderes’in erken seçim kararını açıklamayı düşündüğü gezisinin Eskişehir’den sonraki durağı Kütahya’ya giderken, ihtilalci subay Kurmay Albay Alparslan Türkeş DP hükümetini devirdiklerini açıklayan bildiriyi Ankara radyosundan okudu.

27 Mayıs’la ilgili iki farklı görüş yerleşti:
-Bir görüşe göre, demokrasi dışı uygulamaları kontrol edilemeyen bir hükümete karşı demokratikleşmeyi sağlayan meşru bir darbeydi.

-Diğer görüşe göre ise, 27 Mayıs, seçimle işbaşına gelmiş bir iktidarı deviren ve kendisinden sonraki darbelere de yol açarak demokrasinin kökleşmesini önleyen bir darbeydi.

“Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz.”
Adnan Menderes, Başbakan, DP Meclis Gurubuna hitap, 29 Kasım1955.

Demokrat Parti İçindeki Gelişmeler :

1950 seçimlerinden sonra, Cumhurbaşkanı Bayar’ın Menderes’i Başbakan olarak ataması parti içindeki yaygın beklentinin tersine görünüyordu. Fuat Köprülü gibi yaşları ve tecrübeleriyle siyasî nüfuzu güçlü kişiler yanında genç politikacı Menderes’in yeni hükümeti kuracak olması tahmin edilmiyordu.

Menderes sadece başbakanlığı değil, CHP zamanında hep cumhurbaşkanlığına ait olan parti genel başkanlığını da üstlenmişti. Çabuk karar vermeyi kolaylaştıracak bu iki makamın bir kişide toplanması, partinin kabineye hükmetmesine izin vermemek içindi. Başbakanın sorumluluğunu daha da arttıran bu durum, öte yandan başbakanın görevini sorumsuz kullanmaya itebilecek bir ihtimali de içine alıyordu.

Menderes’in ilk hükümeti, parti içi dengeler pek gözetilmeden oluşturulmuştu. On beş kişilik bakanlar kurulunun yarısından fazlası parti içinde popülariteleri oldukça düşük teknokrat ve bürokratlardan oluşuyordu. Fakat bir süre sonra yerel örgütler nezdinde güçlü isimler birer birer kabineye alındı. Bu durum Menderes’in parti içindeki yerini daha da sağlamlaştırdı.

İlk kabinenin kurulmasından on ay bile geçmemişken Menderes’in günün ihtiyaçlarını gerekçe göstererek 9 Mart 1951’de yeni kabineyi açıklaması, önceden beklenen daha etkili icraat isteklerini boşa çıkarttı. Menderes sadece üç bakanının yerine başkalarını getirirken, altı bakanın da yerlerini değiştirmişti ve bu açıdan ilk kabineden önemli ölçüde ayrılan bir nitelik taşımamakta idi.

DP’nin üst yönetimi, geçen bir yıldan sonra açıkça beliren yerel örgütlerdeki yönetim mekanizmasından kaynaklanan sıkıntıları giderme konusunda ihtiyatlı davrandı. Hükümetin işlerliğini yitireceği endişesiyle, önceki iktidar partisine bağlı görülen bürokraside ciddi bir kadro değişikliğine yönelmedi. Ancak, aşağıdan gelen bu yöndeki baskılar DP liderlerini, kendi yerel örgütlerini kaybetmeme pahasına özellikle devletle özdeşleşen CHP ile yeni tartışmalarının içine sokmaya başladı.

Menderes, parti içindeki konumunu ve yerel örgütler üzerindeki denetimini güçlendirmesi için kongrenin desteğini önemsedi. DP’nin iktidara geldikten sonra ilk kurultayı, 15 Ekim 1951’de Ankara’da Büyük Sinema’da gerçekleşti.

DP, kuruluşundan iktidara gelmesine kadar geçen dört yıllık muhalefet döneminde iki büyük kongre -ilki 1946’da, diğeri 1948’de olmak üzere- yapmıştı. On yıl süren iktidarı boyunca da iki büyük kurultay yapabilecekti. Altı gün sürecek bu Üçüncü Büyük Kurultaya, çağrılanların çoğunun iştirak ettiği 1000’in üzerinde delege katıldı.

Bu kurultayda ülkenin esas davası “millî kalkınma” olarak belirlendi. Parti programı aynen kabul edilirken, tüzükte birkaç noktada değişiklik yapıldı. Bu değişikliklerden biri de, milletvekillerinin parti örgütlerinde görev almasına yasak getirilmesiydi.

Kongreden sonra Menderes, 1954 genel seçimlerine kadar partisinin il örgütlerinde kendisine bağlı ve sadık adayları yerleştirdi. Bu sıralarda iyiye giden ekonominin yardımıyla Menderes’in parti içindeki muhalifleri karşısında durumu nerdeyse sarsılmaz gibiydi.

Arkasına aldığı kitlesel destekle 1954 seçimlerindeki ezici sonuca rağmen, hemen bir yıl sonrasında kötüleşmeye başlayan ülke ekonomisinin etkisiyle DP içindeki muhalifler hükümet politikalarını daha açık eleştirmeye başladı.

Asıl tartışma konusu, sıradan bir seçmen için pek sorun teşkil etmeyen gazetecilere iddialarını mahkemede “ispat hakkı” verecek düzenlemeyi içerecek basın kanunu değişikliği tartışmalarından çıktı. Basına ispat hakkı tanımaktan yana olan ve başını F.Lütfi Karaosmanoğlu’nun çektiği dokuz kişilik muhalif gurup 1955’in Ekim ayının başlarında parti genel kuruluna bu yönde bir değişiklik önerisi sundu. Önerisini geri çekmeyen dokuz muhalif, parti disiplin kurulu tarafından ihraç edildi.

Hemen sonrasında onlara destek vermek isteyen on kişi de partiden istifa etti. Sonradan “On Dokuzlar” diye anılacak partiden atılan ve ayrılanlar, 15 Ekim’de toplanacak DP’nin Dördüncü Büyük Kurultayında Menderes’in liderliğini pekiştirmiş oldular.

DP’nin tüzüğü gereği iki yılda bir kurultay toplanması gerekirdi. Bir önceki kurultay 1951’de gerçekleşmişken, aradan geçen dört yıla rağmen sonraki kurultay henüz yapılmamıştı. Dördüncü Büyük Kurultayda, Başbakan ve Maliye Bakanı tarafından okunan ülkenin siyasî ve ekonomik gelişmelerine ilişkin raporlardan sonra, delegelerin genel politikadan bir şikâyeti yoktu.

Delegelerin eleştirileri parti tüzüğünün uygulanmamasına dönüktü. Bunlar da daha çok yapılan yoklamalarda kazanan milletvekili adaylarının genel idare kurulu tarafından veto edilmesi ile her ilin çıkarttığı milletvekili sayısının üç katı kadar delegeyle kurultaya katılmasını öngören düzenlemenin tüzükte yer almaması noktalarında toplanmakta idi.

Bu eleştirilerden ilki, veto yetkisinin daha önce de (örneğin 1950 seçimlerinde) genel idare kurulunca kullanıldığına dikkat çekilerek, diğer eleştiri noktası olan delege sayısının sınırlandırılmasının ise zorunluluktan kaynakladığı yorumuyla cevaplandı.

Dört gün sürecek olan bu kongrede, daha öncekilerden farklı olarak kurultayın son günü değil, ikinci gününde genel başkan ve idare kurulu üyelerinin seçimi yapıldı. Kurultayın son iki günü temennilere ayrılsa da, bu durum seçimler yapıldığı için söylenenleri çok anlamlı hale getirmiyordu.

Son gün itirazlar arasında ve ancak temenni mahiyetinde olmak üzere kabul edilen önergede, partiden ayrılanların milletvekili sıfatının da kaldırılmasını sağlamak üzere bir kanun çıkarılmasının istenmesi tartışmaya yol açtı. Adnan Menderes’in de destek verdiği bu öneri, başta genel başkan olmak üzere parti üst yönetiminin milletvekilleri üzerindeki baskısını artırması anlamına geliyordu.

Kongre, yine de parti içi muhalefeti yok etmedi. DP’nin Meclis gurubu Menderes’in Irak’ta olduğu Kasım ayında hükümetin ekonomik politikalarını bu kez daha sert bir şekilde dillendirdi. Bununla birlikte geriye kalan muhaliflerin Menderes’in en çok güvendiği üç bakanın istifasını istemesi ise, Başbakanın guruptaki desteğini yitirdiğini göstermekteydi.

Menderes, parti gurubunun karşısına 29 Kasım’da çıktığında, kendi geleceğini “gücünüz o kadar büyük ki, (…) kendimi tamamen gurubun ellerine terk ediyorum” sözleriyle güvenoyu istedi. DP Meclis Gurubu parti içinde alternatif güçlü bir isimden yoksun olduğunu gördü ve Menderes’e desteği sürdürme kararını verdi.

1957 genel seçimlerinden önce Menderes’e karşı olan milletvekillerinin bir kısmı partiden ayrılmıştı. Yerel örgütlerden gelen çeşitli baskılar da etkisizleştirilmişti. Bundan sonra Menderes’in partisinde kişisel muhalefet dışında karşılaşacağı sorun yok gibiydi. Fakat, kısa sürede, homojen olmayan muhaliflerin her istediklerini gerçekleştirmenin zor olduğu görülmeye başlandı. DP’nin iktidar olduğu on yıl boyunca partinin üst yönetiminin başlıca iç sorunu, örgüt desteğini sağlamak için parti üzerindeki denetimi kurmak oldu. DP’nin muhalefet yıllarında (1946-1950) sahiplendiği çıkarlarının genişliği kendi yararına idi, ancak iktidarda bunun bir zaaf olduğu görüldü ve parti içinde fraksiyonların oluşumuna engel olunamadı.
1946’da başlayan rekabete dayalı çok partili süreç kaçınılmaz olarak din sorununu siyasetin konusu haline getirdi. Dine karşı tutumlarını ilk gözden geçiren parti, bu yılların hükümet partisi CHP oldu; bu yıllarda sonradan taviz olarak nitelenecek bazı kararlar alındı. DP’liler kendilerinden önce başlamış olan dine yönelik politikaları devam ettirdiler.

DP hükümeti, iktidarının daha ikinci ayında ezanın Türkçe dışında herhangi bir dilde okunmasını yasaklayan ceza kanunun ilgili maddesini değiştirdi. Bunu diğer değişiklikler izledi. Temmuz’da radyodan Kur’an okundu; radyodaki başkaca dinî programlar üzerindeki yasak kaldırıldı. Ekim’de, velilerin istediklerini belirten bir mektup vermeleri halinde okullarda din derslerinin okutulmasına karar verildi.


CHP, başlangıçta “demagojiye açık” bu kararlara itiraz etmedi ve hatta CHP’li milletvekilleri Arapça ezan okuma tercihi veren değişiklik lehine oy kullandı. Hükümetin Meclis’ten çıkarttığı bu kararları ve başkaca tasarrufları, DP’nin karşısında yer alan ve bir kuşak boyunca iktidar olmuş CHP’yle özdeşleşen politikalara karşı muhalif duyguların açığa çıkmasına ortam hazırladı.

1951 başlarında özellikle Atatürk’ün büst ve heykellerinin parçalanması ve başkaca gelişmeler, DP için sınırlı bir tepki; CHP içinse mevcut düzene tehdit olarak algılandı. CHP’liler, Atatürk’ün kurduğu parti olarak son gelişmeleri kaygıyla karşılayıp, hükümetin Atatürk inkılâplarını korumak hususunda gerekli önlemleri almadığını ve hatta irticaî gelişmeleri teşvik ettiğini ileri sürdü.

Kendilerini herkesten daha çok Atatürkçü gören DP yöneticileri, irticai unsurları denetim altına almak konusunda ciddiyetini karşı tedbirler alarak gösterdi. Bunlar arasında en önemlisi, Atatürk’ün büst, heykel ve resimlerini korunmaları için hükümete yetki veren “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun Meclisten geçirilmesiydi. 1954 seçimlerinden önce partiler, istismara kadar giden boyutlarda dini, malzeme yapmışlarsa da, din, seçim sonucunu etkileyen faktör olarak belirmedi.

DP, dört yıllık icraat başarısıyla daha büyük zaferle yeniden iktidar olmuştu. DP hükümeti, 1950’li yılların başında Atatürkçü inkılâpları gözden çıkarmadan dinî özgürlük alanını genişletmişti. Ancak, 1955’ten itibaren parti içindeki muhalefet ve giderek ağırlaşan ekonomik koşullar sebebiyle destek kaybetmeye başlayınca DP yönetimi, dini daha açıkça kullanmaya yöneldi.

1956 sonrası hissedilen enflasyonlu yıllarda yaşanan sıkıntıları hafifletmek için hükümetin verdiği tavizler ülkede İslamî eğilimleri daha da güçlendirdi. 1958 yılına gelindiğinde dinî gericiliği kışkırtmama konusundaki duyarlılığına karşın DP, İslamî canlanış ile özdeşleşmişti.

Bu özdeşleme, 1959’un ikinci ayında Londra’da yaşanan Gatwick uçak kazasında Başbakan Menderes’in sağ kurtulmasını “mucize, ilahi takdir” gibi dinî anlayışlarla karşılanmasıyla doruk noktasına ulaştı. Siyasal İslamcılar bu durumdan yararlanarak Vatan Cephesi kampanyasında, cepheye katılmayı “dinî” bir görev gibi sunmayı da başardı ve hükümetin politik olarak işine gelen bir durum hasıl oldu.
1946’da çok partili sürece geçildiğinde, CHP’nin devam eden uzun süreli iktidarı sayesinde ordu ile ilişkiler kopmayacak kadar güçlü görünüyordu. Bu yüzden yeni parti DP için orduyu yanına çekmenin sembolik olmasından çok, devletle eklemlenme açısından önemi vardı.

İlk sıralarda DP yönetimi, ordu içinde büyük itibarı olan ve 1944’e kadar Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan emekli Mareşal Fevzi Çakmak başta olmak üzere, başka üst düzey askerleri kendi taraflarına çekerek İnönü’nün etkisini eşitlemeye çalıştılar. Ayrıca DP’liler, silahlı kuvvetlerin siyasette etkin rolüne imkân veren II. Dünya Savaşının başında ilan edilmiş sıkıyönetimi, muhalefetin gelişmesine engel oluşturduğu fikrini işleyerek 1947’de kaldırttılar.

DP 1950’deki seçimleri kazandığında, kimi DP’liler CHP’ye hâlâ sadık olarak gördükleri ordunun tepkisinden kaygı duydular. Menderes hükümetinin kurulmasından iki hafta sonra, bir ihbar üzerine silahlı kuvvetlerin yüksek komutasında tasfiyeye girişildi.

Genelkurmay başkanı ve diğer yüksek rütbeli subayları görevden alıp yerlerine siyasî olarak daha güvenilir kişileri getirme çabası içeren bu hareket, yeni kabineye bağlılıkları şüpheli görülen yüksek komutadan gelebilecek tehlikeyi ortadan kaldırmak amacı taşıyordu. Pek çok DP’liye göre, muhalefet lideri İsmet İnönü’nün ordu üzerindeki etkisi devam etmekteydi ve bu durum, komutanların DP iktidarına tam anlamıyla sadık olamayacağına yorumlanıyordu. Bu yüzden Menderes hükümetinin kısa sürede gündemine, ordunun yeni demokratik hayata uygun yapılanması girmişti.

Teknolojik donanımda orduyu modernleştirmeyi de kapsayacak bu reform hareketine istekli görünen, 1952 sonlarında Millî Savunma Bakanlığına atanan asker kökenli Albay Seyfi Kurtbek’ti. Üstelik Türkiye, bu sıra, Türk Silahlı Kuvvetleriyle ilgilenen ve bu kurumda değişim isteyen askerî ittifak NATO’nun üyesiydi.

Ordu içinde, yüzyıl başında benimsenen Prusya modelinin yerini ABD modeli almış, çok sayıda genç subay NATO eğitiminden geçmişti. Silahlı kuvvetleri sivillerin denetimine bırakmayı hedefleyen Kurtbek’in askerî reform tasarısı, ilk sıralarda hükümet düzeyinde destek bulduysa da, bir süre sonra bundan vazgeçildi.

Hükümet, yüksek kademedeki komutanlarla işbirliğine daha çok önem vermesinden dolayı onların durumlarında iyileştirmeler yaparken, bu alt ve orta rütbeli subaylara aynı ölçüde yansımadı. 1956’da başlayan enflasyonlu yıllarda alt ve orta rütbeli subayların maddi refahlarındaki gerileme onların genel hoşnutsuzluğunu giderek arttırdı.

1957 yılının son ayında, hükümete karşı komplo kurmakla suçlanan dokuz subayın İstanbul’da tutuklanması ordu içindeki ortamın gerginliğine bir işaret sayıldı. Subayların tutuklanmasından sonra geniş bir soruşturmadan vazgeçilip, bunun sınırlı tutulması ordu içinde bu tür faaliyetlerin daha büyük gizlilikle ve ihtiyatla devam etmesine olanak sağladı. Dokuz Subay Komplosundan sonra 1958’in Temmuz’unda askerî darbe ile Irak’ta krallığın devrilmesi DP hükümeti için bir ikaz oldu.

Nisan 1960’da, Tahkikat Komisyonu’nu anayasaya aykırı buldukları için eleştiren bazı profesörlere siyasete karıştıkları gerekçesiyle disiplin cezası verilmesine tepki olarak İstanbul ve Ankara’da baş gösteren öğrenci olayları ordu içindeki ihtilalci örgütlere fırsat vermekteydi.

Hükümetin bu sıralarda ordu içindeki ihtilafın üzerine gitme gibi bir eğilimi de gözükmüyordu. Nitekim, subaylar 27 Mayıs’ta “demokrasinin içine düştüğü buhran”, “son müessif hadiseler” dolayısıyla ülke yönetimine el koyduklarını açıkladıklarında ordu içinde ciddi bir direnişle karşılaşmadılar.
Büyük çoğunluğu ile Türk basını, vaat edilen özgürlükçü yaklaşımıyla muhalefet yıllarında DP’nin yanındaydı. CHP’yi tutan gazetelerde çalışanlar arasında bile DP’yi destekleyenler vardı.

1950’de iktidara gelmesinde önemli katkısı olan basına yönelik DP’nin iktidarının daha ikinci ayında bazı iyileştirici düzenlemelere gitmesi bu sebepten anlaşılmaz değildi. 21 Temmuz 1950’de kabul edilen yeni basın kanunu ile gazete/dergi çıkartmak için hükümetten izin almaya gerek kalmadan bir bildiri vermek yetecek, suç sayılan yazıdan dolayı gazete sahibi cezaî sorumluluk taşımayacaktı.

DP hükümeti, partisinin basın özgürlüğü ile güçlendiğini açıklasa da, basını gerektiğinde yönlendirebilme gücünü bırakma niyetinde değildi. 1951 yılının ikinci ayında, resmî basın ilanları konusunu ele alan DP Meclis Gurubundaki genel eğilim, kendilerini destekleyen gazetelere daha çok ilan verilmesi lehineydi.

DP iktidarının iş başına geçtiği ilk yıllardan 1950’li yılların sonuna kadar resmî ilan, hükümetin elinde bir çeşit ödüllendirme-cezalandırma yöntemiyle önemli bir güç olarak sürüp gitti.

1953 Temmuz’unda ceza kanununda yapılan bir değişiklikle kabine üyelerinin basında küçük düşürülmesine karşı yaptırımların uygulanması, DP’nin hoşgörüde bir sınır çizdiğini gösterdi. 1954 seçimleri öncesinde basın ve radyo yoluyla işlenecek suçlara ağır cezalar getiren basın kanunundaki değişiklikle de hükümetin basın karşısındaki konumu güçlendi. Bu kanuna, yazıları devletin siyasî itibarını sarsan veya vatandaşların özel hayatlarına tecavüz eden gazetecilerin cezalandırılması hükmü konmuştu. Ceza kanununun kapsamına giren bu çeşit suçlar için hükümetin bunları özel bir kanunda toplayarak verilecek cezaları ağırlaştırması, basın özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtladı.

Böylesi bir ortamda, 1954’ün son ayında, mesleğin önemli isimlerinden seksen yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetede yazdığı bir yazıdan dolayı milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak hapse atılması, basına istendiğinde işin nereye kadar vardırılabileceğini göstermesi açısından bir “gözdağı” idi.

İstanbul’da patlak veren 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim, yönetimce olaylarda payı olduğu düşünülen basına karşı yeni yasaklar getirdi.

1956 yılının ortasında, TBMM’den geçen iki kanunla basına getirilen kısıtlama daha da arttırıldı. Eklenen yeni maddelerde ve yapılan bazı değişikliklerdeki muğlak ifadeler yasaklamanın kapsamını genişlettiğinden, bundan sonraki süreçte bazı gazetelere dava açıldı, kimi gazeteciler de kovuşturmaya uğradı. Gazetecilere ileri sürdüğü iddiayı “ispat etme” hakkı da verilmediğinden dava edilen gazetecilerin sayısı çoğaldı.

1958 yılı ortalarında Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam’ın, Başbakan Menderes’le olan ve önceden planlanan görüşmesi gerçekleşmeyince, kötü izlenimle ülkesine dönen Pulliam’ın gazetesinde çıkan yazısı, Türkiye’de gidişatın tehlikesi üzerinde oldu.

Bu yazıyı Türkiye’deki bir çok gazetenin çevirerek yayımlaması, hükümetin o gazeteler aleyhine 1959-1960 yıllarında bile devam eden ve “Pulliam Davaları” diye ün salacak davalar açmasına itti.

1960 Nisan’ında özel kanunla kurulan Meclis Tahkikat Komisyonuna, gazete ve dergilerin basımı ve dağıtımının önlenmesi, hatta yayının kapatılması yetkisi verildi. Kısa bir süre sonra da, TBMM’deki görüşmelerin yayınlanmasına yasak getirildi.

Basın, 21 Mayıs 1960’taki Harp Okulu öğrencilerinin hükümet aleyhindeki yürüyüşünü haber yapmak yerine, uygulanan sansür dolayısıyla Güney Kore’de Başkan Rhee’yi devirmiş olan öğrenci olaylarına geniş yer verdi.

Basından başka radyo da, dönemin en etkili iletişim aracıydı. Sayısı her geçen zaman artan radyo, iktidarla muhalefeti karşı karşıya getiren önemli bir sorundu.

Hükümete göre, radyo devletin ortak malıydı ve hükümet bu yayını ülke çıkarına kullanırdı. Muhalefet ise kendilerine radyodan yeterince yararlanma fırsatı verilmediğini ileri sürmekteydi. 1957 genel seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra, hükümetin basınla arasının açılmasına koşut olarak, Demokrat Parti radyoyu, başta Vatan Cephesi yayınları olmak üzere “partizanca” kullandığı iddiasını hak verdirecek boyutlarda tekeline almıştı.