sözlük yazarlarının yazdığı öyküler

Kapkara, kocaman gözleri vardı azizim. Amma, görülecek parçaydı. Sevmiştim onu azizim, sevmiştim!

Uzun parmaklı incecik ellerini, ellerime aldım mı ağrılarım dinerdi. Konuştuğunda sanırsın gökten inmiş efsunlar okuyor. O büyülü gözlerini, yemenisinin arkasından sarkan simsiyah örgü saçlarını, kırmızı incecik dudaklarını, hafif kemerli burnunu görmez olaydım azizim, görmez olaydım. Anam avradım olsun, çok sevmiştim domuzun kızını... Amma olmadı be azizim, olmadı.

Yaklaş azizim, yaklaş! Sen anlaman aşktan ama olsun bak anlatayım da dinle...

"Cumhuriyetin üçüncü yıl dönümü münasebetiyle İç Anadolu’nun en ücra köşelerine cumhuriyet, demokrasi gibi yeni kavramları köylüye, dağlıya önüme gelen herkese anlatmak için memuriyete gönderildim. Yolum Torosların eteğindeki Zanapa'ya düştü. Zanapa, sulak, yeşillik ve 15-20 hanelik bir köydü. Bağ bozumu zamanıydı ama kış kadar soğuktu. Aydos dağı ise bembeyaz olmuştu bile.

Kasabaya ulaşır ulaşmaz, yeni yakılmış odun sobasının sıcağıyla camları buğulanmış kahveye oturdum. Bir çay ısmarladım. Dokuz on yaşlarında daha gözlerinin çapağını yıkamamış, çilli beyaz yüzlü bir çocuk çayı getirdi. Masaya sertçe bıraktı, yüzüme bile bakmadan döndü, tezgâhın arkasında kayboldu. Ben de bir sigara yaktım ve çayımdan bir yudum aldım. Duvarları çıplak, 4 masalı kahvenin tam ortasında yanan kuzineli odun sobasının çıkardığı uğultuyu dinlemeye koyuldum. Bir yandan da yapacağım konuşmayı planlıyordum.

Kahveye birilerinin gelmesini bekleyip muhtarı soracak ve yanına gidecektim. Ertesi gün ise ahaliyi kahveye toplayıp en iyi bildiğim işi yapıp, süslü bir nutuk çekip akşamına Ereğli'ye dönecek, oradan ise ilk trenle Ankara'ya gidecektim. Yeni payitahtın gelişmekte ve güzelleşmekte olan sokaklarında yürümeyi, kızlarını süzmeyi arzuluyordum. Neredeyse 2 ay olacaktı Ankara'dan ayrılalı, köy köy, kasaba kasaba gezmekten hayli bitap düşmüştüm. Ben bunları düşünüp sigaramı çayıma katık ederken, kahvenin kapısı açıldı ve içeri biri girdi.

Yeşil kasketli, geniş omuzlu, ortası sararmış pos bıyıklı, çakır gözlü, çatık kaşlı, 70'li yaşlarındaki bu adam, ellerini arkasında bağlamış vaziyette ağır adımlarla bana doğru yaklaştı. Dudağının kenarına ustalıkla sıkıştırdığı yeni sarılmış sigarasından derin bir nefes çektikten sonra selam verip masama oturdu.

Kısa bir sessizliğin ardından, -Beyefendi, muhtarı nerede görebilirim?- diye sordum.

Afyonu patlamamış ihtiyar bütün aksiliğiyle;

- Karşında görürsün işte, deyiver bakalım efendi yolunu mu kaybettin? dedi.

Cevaben durumumu izah ettim. Ankara'dan geldiğimi, bazı hususlarda ahaliyi bilgilendirmek için kısa bir nutuk çekeceğimi anlattım. Peşinden -Köylüyü kahveye ne zaman toplayabiliriz?- dedim.

Yeni çektiği sigarasının dumanının yaktığı gözleri küçülmüş ve dumanın arkasında belirsizleşen yüzü düşünceli bir hal almıştı. Bu halini bozmadan sigarasının külünü silkti ve -İki günden önce olmaz- dedi. Daha itiraz etmeme fırsat vermeden, neden diye soramadan -Köyün avratları ekmek çekiyor, adamları ise kışlık gazel topluyor, bir iki güne biter işleri o zaman anlatırsın anlatacaklarını- diye izahatta bulundu.

Bense cevaben zoraki bir -peki- demekle yetindim. Ardından köy odasına yerleşmek için muhtarla birlikte kahveden ayrıldık.

Köyde, aralıklarla duyduğum hayvan seslerinden, göçmen kuşların cıvıltısından ve dökülmüş gazellerin çıkardığı hışırtıdan başka ses yoktu. Kendi kendime, -gün yeni ağarmış, köylüler ahırdaki işlerini bitirmiş evlerinde kahvaltılarını yapıyorlardır- diye düşündüm. Sessizliğin sebebini aksi muhtara sormaktan çekiniyordum. Düşünmek istemesem de Ankara'ya iki gün geç gideceğim aklıma geldikçe içim iyice daralıyor, kendime kızıyordum. Neyse ki köy odasına ulaştık. Muhtar uzun süren sessizliğin ardından çatallaşmış sesinin konuşmasına engel olma çabalarına rağmen -köy odası burası- dedi. Odanın kapısının üzerinde elini sağa sola gezdirerek anahtar aramaya koyuldu. Eline çarpan büyükçe anahtar yere düştü. İnleyerek zorla eğilip aldığı anahtarı bana uzattı. -Al bakalım, istirahat et biraz. Öğlene doğru bir çocuk gönderir bize getirtirim seni, yemek yeriz- dedi ve ellerini arkasında kavuşturmuş, ağzında sigarası yanımdan ayrıldı.

Oda 4-5 kişilik ancaydı. Üç tarafı sedir ve saman yastıklarıyla çevriliydi. Odanın ortasında kırmızı motifli dokuma yün halı, içi boş bir mangal, kapının yanında bakırdan bir ibrik ve leğen, tülle kapatılmış duvardaki oyuğun içerisinde ise yastıklar ve yorganlar vardı. Hayvan leşi gibi ağır yün yorganları devrilmesin diye bir elimle tutup diğer elimle aralarından bir yastık çekip sedirin üzerine attım. En üstteki yorganı da alıp sedire uzandım. Bir sigara yakıp tavandaki eski servi ağaçlarını saymaya başladım. Serviler üzerinde gözümün takıldığı bazı yarıkları ve budakları sanki mühim bir sanat eseri görmüş gibi inceliyor, bir takım şeylere benzetmeye çalışıyordum. Sigaram bitmeye yakın kafamı hafif kaldırdım, az ötedeki bakır leğeni hedef alıp başparmağımla orta parmağımın arasına sıkıştırdığım izmariti fırlattım. Külleri etrafa savrularak bakır leğenin içine düştü. Tavanı biraz daha izledikten sonra uyumuşum.

Kapının yumruklandığını duyuyordum ama gözümü açmakta zorlanıyordum. Çok yorgundum tatlı uykumdan ayrılmayı hiç istemiyordum. Zor da olsa yerimden kalktım ve kapıyı açtım. 8-9 yaşlarında çiçekli basma şalvarı, siyah ince bluzu, kundak yapılmış türbanıyla küçük bir kız çocuğu elinde zar zor taşıdığı su güğümü ve azık bohçasıyla içeri girdi. –Dedem seni çağırıyor- dedi. Muhtardan bahsettiğini anlamıştım. Gözümü açmakta hâlâ zorlanıyordum. Bakır leğenin başına bağdaş kurdum, küçük kızın içine su doldurduğu ibriği alıp yüzümü yıkadım, biraz da olsa kendime gelmiştim. Yattığım yerin yanına bıraktığım sigara tablasından bir dal aldım ve tablayı cebime koydum. Odadan çıktık kızın kapıyı kapatmasını beklerken, ağzımda tuttuğum sigarayı yaktım.

Küçük kız önde ben arkasında etrafı süzerek ilerliyorduk. Beni gören köylüler aralarında fısıldaşıp ‘ya, ya’, ‘tabi’ gibi hayret ifadeleriyle kafalarını sallayıp hakkımda Allah bilir neler söylüyorlardı.

Küçük bir yolun açıldığı avluya girdik. Girişte sağlı sollu birer ev vardı. Az ileride sağda 10-15 kadının toplandığı ekmeklik onun hemen karşısında yine bir ev vardı. Ekmekliğin önüne gelince küçük kız koşarak yanımdan uzaklaştı ve diğer çocukların arasına karıştı.

Ekmekliğe doğru bakınca güzeller güzeli bir kız dikkatimi çekti. Tandırın başında oturmuş, sacın üzerinde pişen yufka ekmeği elinde tuttuğu uzunca bir odun parçasıyla ileri geri kıvrak hareketlerle ters çeviriyor, önündeki alçak masada küçük hamur bezesini açıp büyük yufka haline getirdikten sonra pişen ekmeği alıp yenisini sacın üzerine yerleştiriyordu. Ateşin başında türbanının kenarından çıkan saçları yüzüne yapışmıştı. Alnından akan terler yüzünün kıvrımlarını takip ederek boynundaki kızıl doğum lekesinin üzerinden inip göğsünde kayboluyordu. Arada bir bluzunun koluyla alnındaki teri silip tekrar hamuru açmak için merdanesini ileri geri hareketlerle yuvarlıyordu. Beyaz bluzu terlemiş vücuduna yapışmıştı, her kıvranışında yukarı aşağı zıplayan küçük göğüsleri insanın içini gıcıklıyordu. Köylü güzelini dikkatle izlediğimi gören orta yaşlı bir kadın -Sallanma! Kıvrak ol, kız! Çok işimiz var- diye köylü güzeline çıkıştı. Benim yanımda böyle bir çıkış beklemeyen güzel annesinin lafından utanıp gözlerini kaçırdı. Ardından kısık bir sesle -Tamam, ana!- dedi. Arkamdan omzuma dokunan elle irkilmiş ve ancak gözlerimi kızdan alabilmiştim.

Muhtar pantolonun paçalarını sıvamış, ayağında takunyalarıyla karşımda duruyordu. Az ilerde cevizin altında hiç durmadan akan çeşmenin başına gittik. Bir yandan abdest alıp bir yandan köyün kadınlarının burada ne yaptığını anlatıyordu. Arada bir gözümün köylü güzeline kaydığını gördükçe sesini yükseltip konuşmasına devam ediyordu. Ayağını yıkarken bir ırgat elinde havluyla yanımızda belirdi. Havluyu alan muhtar acele etmeden yavaş hareketlerle elini, yüzünü en son ayaklarını kurulayıp havluyu geri verdi ve eve girdik.

Beni buyur edip oturttuktan sonra namaza durdu. Bende odanın ekmekliğe bakan camından kızı gözleyip edepsiz hayaller kuruyordum. Namazını bitiren muhtar -Estagfirullah, estagfirullah- diyerek yanıma geldi camdan dışarı bir göz atıp karşıma oturdu. Utanmıştım ve hemen lafa girip o anı unutturmak istiyordum ki çok geçmeden muhtar -Ahaliye diyeceğin bu kadar önemli ne varmış, taa Ankaralardan gelmişsin- dedi. -Yeni kurulan hükümet ve düzenden bahsedip halkı bilgilendireceğim- dedim. -Bilseler ne olacakmış- dedi. -Bilmeleri gerekiyormuş ki beni gönderdiler- dedim ve sustuk.

Yemek yerken bile kız aklımdan çıkmıyor kafamı kaldırıp camdan bakmak istiyordum. Ama muhtardan çekindiğimden ve köy kısmının böyle hususlarda çok hassas olduğunu bildiğimden cesaret edemiyordum. Yemekten sonra bu sefer farklı bir ırgat elinde nargile şişesiyle geldi. Ortaya bıraktığı nargilenin marpucunu muhtara verdi. Bir kaç nefes çekip nargileyi yakan muhtar, eliyle ucunu sildiği marpucu bana uzattı ve içmeye başladım. Muhtar kendini anlatıyordu. Bunca malı mülkü idare edecek hiç oğlu olmadığını, iki hanımından 9 kızı olduğunu, bütün kızlarını kocaya verdiğini, -kafasıyla ekmekliği işaret ederek- sadece şu tandırın başındaki Leylam kaldı- diyordu. Leyla deyince gayri ihtiyari sesli bir şekilde 'Leyla' diye tekrarladım. Utancımdan kıpkırmızı olmuştum ama muhtarın duymadığını anlayınca rahatlayıp nargilenin keyfini çıkarmaya devam ettim.

Nargilenin marpucunu muhtara uzattım. Çok geçmeden dinlenemediğimi bahane edip köy odasına dönmek istediğimi söyledim. Kalmam için ısrar etmedi. Uğurlamak için ayağa kalktı kapıya kadar yolcu etti. Kapıdan çıkarken köylü güzelini göreceğim aklıma geldi ve kalbim yine güp güp atmaya başladı. Bahçede ilerlerken ekmekliğin içine bakındım göremedim. Gitmeden son kez görmek için hızlıca etrafıma bakındım. Telaşemi fark eden muhtar –hayırdır efendi, bir şeyini mi yitirdin- diye sordu. Sadece hayır mahiyetinde kafamı salladım ve yola koyuldum.

Odaya girer girmez bir sigara yakıp sedirin üzerine uzandım. Leyla’yı düşleyip, tam evlenilecek kız hem de çok güzel deyip şehirli kızlarla kıyaslayıp kendime onun üstün vasıflarını sıralayıp duruyordum. Gün batarken içim geçmiş uyandığımda hava kararmıştı. Odanın içinde idare lambası var mıydı hatırlamıyordum. Görmemiştim ama kibriti çaktım odada aramaya koyuldum. Karşıda sandık gibi şeyin üzerinde camı kırık bir tane duruyordu. Elimdeki kibrit parmak uçlarımı yakınca söndürüp yenisini yaktım. Lambayı elime aldım ve fitili ateşledim. Lambanın titrek ışığında çantamdan yeni sigaralar ve kibrit çıkardım. Sigaraları tablama yerleştirdim ve cebime koydum. Dışarıda kalan 3 tanesini ise yastığımın yanına koydum ve birini yaktım. Sırtımı saman yastıklarından birine dayadım kalçamı hafifçe kaydırıp kafamı geriye doğru attım. Hala onu düşlemekten kendimi alıkoyamıyor acaba âşık mı oluyorum diye düşünüyordum. Öte yandan biran önce sabah olmasını ve onu tekrar görmeyi arzuluyordum.

Sabah erkenden kahveye gittim Bir çay ısmarlamıştım, köylü güzelini tekrar görmek için sabırsızlanıyordum. Bunları düşünürken kahvenin buğulu camından onu gördüm. Günün yeni ağardığı bu saatlerde sırtında küfesi nereye gidiyordu ki? Peşinden gitmeli miydim? Gittiği yerde kimseler olacak mıydı? Bu sorulara cevap ararken hızlıca yerimden kalkıp peşine düştüm. Sırtında ağır olduğu anlaşılan küfesiyle hızlıca yürüyordu. Ona yetişmekte zorlanıyordum. Köyün dışına çıkıp, ağaçlıklı bir patikadan geçtik. Ta buradan suyunun soğukluğunu hissettiğim dağlardan çağlayarak dökülen kimi zaman derinleşen kimi zaman sığlaşan akarsuyun yanına küfesi indirdi. Hızlı hareketlerle küfesinden çıkardığı çamaşırları suya bastı. Şalvarını iki eliyle toplayıp çıplak ayaklarıyla çamaşırları çiğnemeye başladı. Yeterince ıslandığını düşündüğü çamaşırlardan birini alıp sabunlayıp ardından duruluyor ve küfeye atıyordu. Aynı işlemleri diğer çamaşırlara da uygularken yanına yaklaşıp selam verdim. Yüzüme bile bakmadan kafasıyla selamımı aldı. Elimi suya sokup ensemi ıslattım ve –Su soğuk değil mi, üşümeyesiniz- dedim. –Yok, alışkınım, bir şey olmaz- diye cevap verdi. Sanki ben orada değilmişim gibi davranıyor işini yapmaya devam ediyordu. Yardım etmek için izin istediğimde –Adam işi değil, sen anlaman- deyip beni geçiştirdi.

İşini bitirmiş küfesini sırtlanmıştı. Ağaçlık alanda ilerlemeye koyuldu. Peşinden de ben hızlı adımlarla onu takip ediyordum. Ağaçların sıklaştığı bir yerde kolundan yakaladım, korkmuştu sırtındaki küfesini yere attı bana doğru döndü. Yüzü kıpkırmızı olmuş, gözlerini yere dikmiş, elimden kurtulmaya çalışıyordu. Kolunu bıraktım. –Ne oldu efendi- diye sordu. Özür dileyerek lafa girdim.

-Özür dilerim. Yanlış anlaşılmak istemem gayem sizi taciz etmek değil, bilakis arkadaşlık etmek, belki... Belki de sizinle izdivaç kurmak.

İyiden iyiye gevşemişti, belli ki bu sözleri beklemiyordu. Şaşkın şaşkın bakan gözlerinin içine bakıp ellerini ellerime aldım. Sudan buruş buruş olmuş buz gibi elleri insanın içini ısıtıyor, kaçamak bakışları insanın aklını alıyordu. Ellerini dudağıma dokundurduktan sonra serbest bıraktım. Gitmek için küfesine sarılmıştı ki –Dediklerimi unutma, sözlerimde ciddiydim- dedim. Gitti, bu sefer adımları daha yavaş yüzü düşünceliydi. Söylediklerimin muhasebesini yaptığı yüzünün aldığı şekillerden belli oluyordu. Olduğum yerden kıpırdamadan ta ki gözden kaybolana dek gidişini izledim. Son kez gördüğümü bilmeden.

Akşamüstü köy odasına bir çocuk geldi ve yarın öğleden önce ahalinin kahvede toplanacağını haber verdi.

Gece Leyla’yı düşünmekten uyuyamadım. Sabah kahvedeki işimi bitirir bitirmez muhtarla yalnız kalacak meramımı anlatacak kızına talip olacaktım. Kimim kimsem yok düğünümüzü burada yapalım diyecektim. Ankara’ya götürecek Ulus’un en güzel yerinden ev tutacak içini istediğimiz gibi döşeyecektik. Bir kaç yıla bir de çocuk oldu mu köye tekrar ziyarete gelecektik. Benzer düşüncelerin birbirini takip ettiği sırada içim geçmiş. Rüyamda bir düğün oluyordu. Bir yandan oynuyor bir yandan peş peşe acı su içip sarhoş oluyor daha da bir kıvrak oynuyordum. Duvağı kapalı gelin, başını yere eğmiş bir masada oturuyor, bana hiç bakmıyordu. İlgisini çekmek için naralar atıp, kavisler çiziyor, kostak kostak orta Anadolu havaları oynuyordum. Yine de dikkatini çekemiyordum derken uyanmışım.

Gün yeni ağarıyordu. Gördüğüm rüyayı kendi düğünüme yormuştum. İçim içime sığmıyor muhtarla biran önce konuşup şu işi bitirmek istiyor, güzeller güzeli Leyla’yı alıp gitmek istiyordum. Erkenden odadan ayrıldım. Kahveye vardığımda kimsecikler yoktu bir sigara içip beklemeye koyuldum. Sırasıyla ahali birer ikişer kahveye girip selam verip boş yerlere oturdular. 9-10 kişi toplanmıştı ki aralarından biri –Başla istersen efendi köy ahalisi bu kadarız- dedi. Muhtar daha gelmemişti. –Muhtarı bekleyelim- dedim. Sarışın orta yaşlı bir adam -Bu gün işi var gelmez- dedi. -Tamam, öyleyse ben ona sonra anlatırım- dedim ve kahvenin ortasına geldim konuşmaya başladım.

Daha önce birçok köyde anlattığım şeyleri tekrarlıyor, ezberden şiir okurmuş gibi takılmadan kelimeleri peş peşe sıralıyordum. Hararetli bir konuşma yapmıştım. Sözlerimi bitirmeye yakın köylülere bir göz gezdirdim. Hiç kimse anlamış gibi görünmüyordu. –İşin özü artık bizi yönetecek kişileri biz seçeceğiz, sarayın zulmü sona erdi- deyip konuyu özetlemiştim. Köylü ise dediklerimi idrak etmeye çalışıyor, hararetli konuşmamı güya takdir ediyor ve cılız cılız alkışlıyordu. Konuşmadan sonra muhtarın işinin olduğunu söyleyen sarışın adamın yanına oturdum.

-Ne işiymiş bu hayır mı- dedim. O da sarı dişlerini göstere göstere –Hayır, hayır- dedi ve devam etti.

-Küçük kızını Muhsin ağanın oğluna veriyormuş, görücü geleceklermiş onunla uğraşıyor.

Kafamdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Hiçbir şey demeden yerimden kalkıp boş bir masaya oturdum. Ağzıma bir sigara koydum. İlk çaktığım kibrit kırılınca yenisini yakmayı denedim. İlk çakışta kibrit yanmayınca ikinciye daha sert vurdum ve sigaramı yaktım. Ne yapmam gerektiğini düşünüyordum tanımadığım bir köyde hiçbir şeye cesaret edemiyor kızına ben talibim diye muhtarın karşısına çıkmaktan korkuyordum. Kahvede kalan birkaç köylünün aralarındaki konuşmaya kulak kesildim.

Leyla ile aramızda yaşananlar muhtarın kulağına gitmiş zaten daha önceden de talip olan köyün hovarda ama ileri gelen bu gencine kızın adı çıkmadan vermeye razı olmuş. Her şeyi bir an öce yapmak istiyormuş ki ben daha da cesaret edip kızı görmeyeyim. Bunları duyunca yerimden kalkıp köy odasına geri döndüm.

Kendimde değildim dün nice hayaller kurduğum bu odadan yine geldiğim gibi tek başıma ayrılacaktım. Zaten toplu olan çantamın kayışlarını sıkıp yola koyuldum. Köyün çıkışında çantamı yere bırakıp köye son kez baktım. Ağzımın kenarına sıkıştırdığım sigaramı dumanlaya dumanlaya ilk gördüğüm at arabasının arkasına atlayıp Ereğli’ye doğru yola koyuldum. Nemli gözlerle giderek ufukta kaybolan köyü seyrederek Leyla’yı düşledim durdum."
Türkiye'de yaşayan ve aklındaki hikayeyi yazma cesareti bulunmayan yazarlar da içerir. Kurgu sıkıntı abi ülkede.

(bkz: dey)
benim aklımda çürümekten aciz bir karpuz kabuğu var. ne iş? halbuki eşek bile değilim. zihnim doru bir attır çoğu zaman dört nala koşturan. benim aklım kuyrukları birbirine değmeyen hayın tilkilerin uğrak yeridir, cehennem çukurudur, bir ölünün suyunu kaynatan kıçı karalı kazandır kimi anlar. bu akıl hiçbir kilit, hiçbir kapı ve sürgü tutmaz lakin bir taraftan da karpuz kabuğunu kovalayan bir eşeğe çanak tutmaktan kurtulamaz...
Venüs’ün kızıl saçları rüzgarda coşan hırçın dalgalar gibi köpürüyor ve pamuk gibi tenine bir kırbaç gibi çarpıyordu. Fakat genç kız rüzgarın öfkesine kendi ruhunda kaynayan nefretle karşı duruyordu. Bu öfke aşkınaydı, babasını zalimce öldüren adamaydı. Önceden aşkla kaynayan kanı şimdi buram buram nefretle doluydu. Kızıl korsan sertçe tuttuğu halatı daha da sıktı. Elinin kızaran boğumlarını zerre umursamadan öteye baktı. Beşyüz deniz mili ötesindeki gemiye şimşek çakan gözlerle baktı. Dilinden bir fısıltı döküldü o an: “Geliyorum sevgilim, tanrı şahidimdir ki kalbini yerinden ben sökeceğim.”
hafif esintili bir bahar sabahı, rüzgarın ürperttiği, güneşin ısıttığı minik kum tanesi miranda gözünü yeni ve parlak güne yavaşça araladı. bugünün diğerlerinden oldukça farklı olacağını biliyordu, gerçi her gün bu hevesle uyanıyordu fakat bastırıyor, umutlarını dizginliyordu; fakat bugün, görmezden gelinemeyecek kadar aydınlık bir gündü. buraya gelişini düşündü güneşlenirken, deniz canavarlarını, boğuştuğu yosunları, ona yardımcı olan deniz analarını ve balinaları... zorluklar çekmişti bu kumsala çıkabilmek için üstelik aradığını, istediğini de bulamamıştı. biraz sırtım ısınsın sonra sırtımı rüzgar okşasın azıcık da deniz sesi duyayım diyordu hepsi tamamdı ama sinmiyordu içine. güneşin altında mayışmış tüm bunları düşünürken sert bir rüzgarla irkildi, parlak gün artık oldukça rüzgarlı bir gündü. uzun süre kumlar oradan oraya savruldu, gözgözü görmüyordu. gözünü açtığında yanında saydam, içinde sanki gökkuşağı olan bir kum tanesi vardı. "merhaba, möbiyus ben. ne gündü ama!" dedi, miranda ürkek "merhaba, evet yorucuydu. nereden geldin, buralarda değildin sanırım önceden?" dedi. "oldukça eski vakitler bulundum burada, oldukça uzun zamandır da bir çölde yaşıyordum; çöl canavarlarıyla, kaktüslerle boğuştum, develerin ve mirketlerin yardımlarıyla çıkan çöl fırtınasında gökyüzünde dolaşa dolaşa buralara geldim tekrar." "gökyüzündeydin öyle mi! bir buluta dokundun yani, içindeki gökkuşağını da gerçek bir gökkuşağı mı hediye etti yoksa?" dedi miranda heyecanla. "afedersin, düşüncesizlik ettim. eminim çok zor ve acılı geçmiştir yolculuğun, dilediğin kadar dinlen burada. anlatmak istediğin kadar anlat" diye devam etti. möbiyus tebessüm etti "e senin hikayen nedir? ben de burada yaşadığım sürece sana hiç rastlamamışım belli ki" dedi. "denizdeydim ben, orada var oldum. daha doğrusu oradan öncesini hatırlamıyorum galiba kum taneleri de vurgun yermiş. gökyüzünü hep merak ettim o yüzden hep çıkmak istedim denizden, uzaktan bakmak istemedim. çırpına çırpına bir gün çıkmayı başardım sudan, buraya yerleştim" diye başladı anlatmaya miranda. hikayesi bitmeye yaklaştığında hava da kararmaya başlamıştı. "yıldızları da pek severim." dedi miranda içini çekerek. "sana anlatayım mı onları?" diye sordu möbiyus. “başka bir kum fırtınasında gideceksen anlatma” demek geldi miranda'nın içinden sonra düşündü başka bir kum fırtınasında ne olur diye; "üstüne otururum uçamazsın!" dedi bir an boş bulunup. güldüler ama çok güldür. cevap bekler gibi baktı möbiyus miranda'nın yüzüne; miranda düşündü 'möbiyus başladığı işi bitirmeden bırakmaz, e gökyüzünde de sonsuz yıldız var. isterse iki tane canavarlı kum fırtınası çıksın möbiyus yine de gitmez'. "anlat möbikciğim" dedi. hikayeleri işte o zaman başladı möbik miranda'ya gökyüzünü anlattı, miranda möbik'e denizi anlattı.

hikayeleri ne zaman bitecek bilinmez, ama sonsuza kadar möbiyus, miranda’ya gökyüzünü vaad eden kum taneciği möbikciği olarak kalacak. gün gelecek miranda denize, möbiyus gökyüzüne dönecek ama sonsuza kadar miranda, möbiyus’a dostuluğu vaad eden kum taneciği sevgili miranda olarak kalacak.