öncelikle kamu spotu: sigara sağlığa zararlıdır ve bilumum hastalıkların kaynağıdır.

başlığın muhatabı 1966 yapımı, atıf yılmaz'ın yönetmenliğindeki "ah güzel istanbul" filmidir. enikonu başrolleri sadri alışık ve alya algan olduğu yazılsa da iddia gerçek dışıdır. doğrusu; başrolde film boyu bilfiil sadri alışık'ın ağzında duran sigaradır.

sigara, bugün satılmayan "sipahi" markasıdır.
Aslında " hak ettiği halde nobel edebiyat ödülü'nü alamayan ünlü yazarlar " olacak başlıktır.

Rus edebiyatı,hatta bir tık ileri gidiyorum, edebiyat denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Tolstoy bu yazarların başında gelmektedir.
Tolstoy, edebi dehasının yanı sıra sıra dışı kişiliğinden ötürü yaşadığı dönemde dünyanın en ünlü insanlarından da biriydi. Hem ödül verilmeyen yazar, hem de ödülü reddeden yazar olarak bu listenin en başında yer alıyor. Hikâye şöyle: Nobel’in ödül alacak yazarlarda aradığı en önemli kriter, “Edebiyat alanında, ideal doğrultuda en seçkin çalışmayı üretmiş kişi” olması. 1901’de yapılan ilk ödül töreninde; ödülün ilk sahibi olarak konuşma yapmak üzere kürsüye çağrılan kişi ise Sully Prudhomme’du. Oysa pek çokları Nobel’in Tolstoy’a verileceğine kesin gözüyle bakıyordu. Gelgelelim, Tolstoy, Kilise’nin otoritesini reddetmiş, bu yüzden tam da o yıl aforoz edilmişti. Varlıklı ve soylu bir aileden gelen Tolstoy, zorla ele geçirildiğine inandığı için özel mülkiyete ve devlete de karşı çıkmıştı. Tolstoy’un bu kökten muhalif son derece idealistik tutumu, eserlerinin “yeterince idealistik” olmadığı gerekçesiyle İsveç Akademisi üyelerinin ilk Nobel’i ondan esirgemelerine neden olacaktı. Uzun yıllar sonra açıklanacak tutanaklarda, seçici kurul üyelerinin, özellikle din konusundaki “eksantrik” anlayışından ötürü, ödülü Tolstoy’a vermekten kaçındıkları ortaya çıkacaktı. Takvimler 7 Ekim 1906’yı gösterdiğinde ise Rusya Bilimler Akademisi, Tolstoy’u tekrar Nobel’e aday gösteriyordu. Yazar bu duruma hemen müdahale etti. Arkadaşı Fin yazar Arvid Yarnefelt’e yazdığı mektubunda ödülün kendisine verilmemesi için elinden gelen her şeyi yapmasını rica etti. “Eğer ödülü bana verirlerse, bu durumda ödülden vazgeçmem hiç hoş olmayacak” dedi. Yarnefelt, adaylığı reddeden Tolstoy’un ricasını yerine getirerek ödülü Giosue Carducci’ye verdi. Bu karara oldukça sevinen Tolstoy, kendisini mektup yağmuruna tutup İsveç Akademisi’nin bu kararına tepki gösteren yazar dostlarına ve hayranlarına hitaben yazdığı mektubunda şöyle diyor: “Değerli dostlar, Nobel Ödülü’nün bana verilmediğini öğrenince ne kadar sevindim bilemezsiniz. Her şeyden önce, o parayı nasıl kullanacağımı bilemeyecektim, böyle bir dertten kurtulmuş oldum. Hiç kuşkum yok, bu ödül parası, tıpkı her türlü para gibi, olsa olsa kötülük getirebilir. İkincisi, hiç tanımadığım insanlardan bu kadar çok sevgi ve destek mektubu almak beni onurlandırdı. Lütfen, en içten şükranlarımı kabul edin."


Kaynak: listelist
Mülakat esnasında klişeleşmiş soruların yanı sıra yok artık bu da sorulmaz tarzı antin kuntin pek çok soruyla da karşılaşılıyor ne yazık ki. Dudaklardan dökülen cevap her ne kadar ideale yakın olmaya çalışsa da iç ses neler neler söylüyor.*
Bence İstanbul'u en güzel anlatan romanlardan biri. orhan pamuk 'un ise en iyi romanı. Nişantaşı'nda doğup büyüyen ve tam anlamıyla bir beyaz türk olan pamuk istanbul'a olan göçü, yokluğu, şehrin geçirdiği evrimi ve siyasal İslamı çok iyi gözlemlemiş ve bu romana işlemiş.
Benim için 2012-2013 yıllarını kapsayan dönemdir. Hiç gitmediği ülkelere gittim*, ilk okyanus aşırı seyahatimi gerçekleştirdim*, aşık oldum, 3. Fatih terim döneminde 2 lig şampiyonluğu gördüm, didier drogba ve wesley sneijder i galatasaray formasıyla canlı izledim, gezi olaylarında bu ülkeye ve gençliğine olan inancım hiç olmayacak kadar arttı. Bence efsane zamanlardı.
İlk defa başıma gelen durumdur. Bunun orjinali şöyledir : ozan bey iyi akşamlar.efendim biz beraberken kapatmıştı tüm sosyal medya hesaplarını. ayrıldıktan sonra geçen 2 senenin ardından açılan hesaplarla beraber şu an birbirimizin ne yaptığından paylaşımlar kadar haberdar oluyoruz otomatikmen. Normali nedir bunun biliyo musun? Ozan bey iyi akşamlar... Pardon o başka bi hikâyeydi.*
Yazarı şükrü erbaş tarafından yayımlandığı doksanlı yıllarda infiale sebep olan şiirdir. Bakalım ne demiş şair:

köylüleri niçin öldürmeliyiz ?
çünkü onlar ağırkanlı adamlardır.
değişen bir dünyaya karşı
kerpiç duvarlar gibi katı
çakır dikenleri gibi susuz
kayıtsızca direnerek yaşarlar.
aptal, kaba ve kurnazdırlar.
inanarak ve kolayca yalan söylerler.
paraları olsa da
yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
herşeyi hafife alır ve herkese söverler.
yağmuru, rüzgarı ve güneşi
birgün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
düşünemezler...
ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
topraklarını
büyütmeye çalışırlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar karılarını döverler
seslerinin tonu yumuşak değildir
dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler.
gazete okumaz ve haksızlığa
ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar.
karşılığı olmadan kimseye yardım etmezler.
adım başı pınar olsa da köylerinde
temiz giyinmez ve her zaman
bir karış sakalla gezerler.
çocuklarını iyi yetiştirmezler
evlerinde kitap, müzik ve resim yoktur.
birgün olsun dişlerini fırçalamaz
ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
kendilerinden olanlarla alay edip
tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
yiğittirler askerde subay dövecek kadar
ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
ezim ezim ezilirler.
enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.
onbir ay gökyüzünden bereket beklerler,
dindardırlar ahret korkusu içinde
ama bir kadının topuklarından
memelerini görecek kadar bıçkındırlar
harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
şehre giderler!...

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler
birbirlerinin evlerine ancak
ölümlerde ve düğünlerde giderler.
şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
binlerce yılın kabuğu altında
yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
aldanmak korkusu içinde
sürekli birbirlerini aldatırlar.
bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
karılarından en az on adım önde yürürler
ve bir erkeklik işareti olarak
onları herkesin ortasında azarlarlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar otobüslerde ayakkabılarını çıkarırlar
ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatır,
yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
zengin akrabalarından sözederler.
kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
ama sokağa çıkar çıkmaz hünküre hünküre
yollara tükürürler...
ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ilk akışamdan uyurlar.
yarı gecelerde yıldızlara bakarak
başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
ve yaz güneşlerini, ekinlerini yeşertirse severler.
hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-bu, verimi yüksek bir tohum bile olsa-
sonuçlarını görmeden inanmazlar.
dünyanın gelişimine katkıları yoktur.
mülk düşkünüdürler amansız derecede
bir ülkenin geleceği
küçücük topraklarının ipoteği altındadır
ve bir kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden,
zamanın derin ırmakları önünde...

köylüleri söyleyin nasıl
nasıl kurtaralim?
2010-2011 yıllarında Ankara'ya kar yağdığı an Facebook'ta paylaşmayanların Ankara'dan sürüldüğü yılmaz erdoğan şiiri. Hazır o tayfa sosyal medya mezarlığının dehlizlerinde çürümeye başlamışken şöyle ağız tadıyla bir paylaşımda bulunalım:



ankara ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
kimse keman çalmaz belki ama
çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış
gri
sisli
binalar...
alnının ortasında
ciddi bir devlet asabiyeti.
çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,
bu zulüm
bu sevda
bitmezmiş sevmek ..
bir halkı sevmekse aşk, o zaman sevmekmiş!

(biz bir şeyi delicesine severiz ama tanrım neyi?..)

kahve önü çatlak mozaik
bel kemiğine tehdit
kürsüler üstünde
çok sigara içen öğrenciler..
bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken..
hep onu sevmeyenleri severek..
hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak..
karışarak toplumcu gerçekçi, yalnızlıklara..
yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını,
bir izmirli güzele dayatmak varken..

(hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililiği!..)

soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan..
dağda çoban,
şehirde şark çıbanı sayılan..
fırat'ın büyük elleri..
ararat'ın kız yelleri..
cilo'nun derin nefesleri..
hülasa
kente hukuk mukuk okumaya
mümkünse o arada da
memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları..

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar..

belki balkona kar seyretmeye çıkar diye
sevdiğimiz kızlar
çok dibimiz donmuştur
ve çoğu zaman bu kar mevzuu
kızlara yeterince ilginç gelmemiştir..

hiçbir şey kapalı bir dükkan kadar
hüzünlü gelmez insana ankara'da..
"yoksa bugün bir hayat yaşanmayacak mı?"
duygusu çöker bütün bozkıra..

kimse keman çalmaz belki
belki bu film hiçbir zaman
o kadar fiyakalı olmayacak ama
hiçbir lahmacunda
o okul yolundaki
üçüncü sınıf lokantadakinin
tadını vermeyecek bir daha..
çok daha iyilerini yedim sonra
bizzat urfa'da hatta..
ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya..

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
çok yabancı bir soluk duyulur bazı
bilinmez bir dilin ıslığından..
anla ki,
sıkıldı bizim konsolosluktaki konuklar..
öyle deme ankara'yı sevmeyene bir zulümdür..
bu kadar insanın
neden ankara'yı sevdiğini anlamadan ankara'da yaşamak..

yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama
biz her duvara
bilvesile
onların adını yazarak yaşadık..
kül ve betondan mürekkep
yaşadıkça yaşanılası gelen
o tuhaf bozkır kokusunda..

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.
asfaltlar ışıldar...
bir günden bir sürü gün yapan
mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
hiçbir şey alıp, hiçbir şey sunan
rakıyı bol sulu içen
dokunmasın için değil!
çabuk bitmesin diye devletimin tekel rakısı..
hep kağıtlara bakarak,
hep kağıtlardan bakarak..
hem neşet ertaş'ı hem bülent ersoy'u
aynı anda sevmeyi başararak..
karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
çok beğenmeyerek
ama yine de bu tasarrufunu takdir ederek..
boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken
hep bir şeylere
birilerine küsmüş gibi yürüyen...
memurlar.......

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
biz,
şimdi kapalı bir kuruyemişçi dükkanının
-ki bütün plan kar altında
tuzsuz ay çekirdeği çitleyip
yanı sıra bafra içmektir-
kötü ışıklandırılmış vitrininden
umutsuzca içeri bakan,
kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,
"merhaba"dan çok,
"çıkar ulan kimliğini" denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir-
doğduğu yer yüzünden
doğuştan kavgacı zannedilen
ama pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı..
esmer..
cesur..
korkak..
çoğu kürt..
çoğu türk..
çocuklardık...

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra
belki ahmed arif'in aklına
hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiçkimse bir daha ankara'yı
o'nun kadar sevemeyecek-

bir şiir işlenir:
kar altındadır varoşlar
hasretim, nazlıdır ankara.....

ustam yine sen bilirsin ama
hangi aralıkta bir şair ölmüşse
işte o, en netameli aydır bence.

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...

şimdi ve sonra
ne zaman ankara'ya kar yağsa
elim..
gönlüm..
çocukluğum buz tutar..
amerika'da kurulmuş bir yeni nesil enstrumantal indie grubu, triosu. yeni keşfettim kendilerini.
marie tambien ve como me quieres en çok beğendim şarkıları oldu. şarkılarında türk ezgilerinden de esintiler hissettim.

2019 yılında istanbul'da da bir konser vermişler. buradan küçük bir kesitini izleyebilirsiniz. videonun sonunda sezen aksu'dan tanıdık bir şarkı da çalıyorlar. kalabalık çıldırıyor haliyle.*