Cumhuriyet Halk Partisi, 27 yıl süren iktidarından sonra 1950’de ana muhalefet partisi olmuştu. 1950’li yıllar, CHP’nin, toplumu temsil etme kaygısında olan Halk partisi ile devlet partisi geleneği arasında bir “bocalama” yaşadığı dönemi oldu. Ancak, geniş örgütü ile diğer muhalif partilere göre iktidara tek alternatif olarak görünmekteydi. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde, CHP için beklenmedik bir sonuç çıkmıştı. Aldığı yüzde 40 genel oyla TBMM’deki milletvekili sayısı yüzde 14’tü. Seçim sonucuna ilk tepki, büyük bir şaşkınlıktı. Seçim yenilgisinin kabul edilmesinden sonra yeni hükümete gerekli yardımın yapılacağı sözü verildi. Özellikle “irtica” ve “komünizme” karşı olmada hükümetle birlikte hareket etmeye hazır olunduğu beyan edildi.
CHP bundan sonraki süreci, demokratik temelde ciddi bir muhalefet partisine dönüşebilme sorunuyla geçirdi. Seçim sonrasında CHP, kendi geleceğinin tartışmasını ilk olarak Haziran’ın son gününde başlayacak ve beş gün sürecek Sekizinci Olağan Kongrede yaptı. Kongre, partinin gençleşmesi eğiliminde olan çok küçük bir gurubun karşı oylarına karşın, partiyi toparlayabileceği umudu taşıyan tarihi kişilik İnönü’yü yeniden genel başkan olarak seçti. Ancak, genel başkanın elinden partinin genel sekreterini atama yetkisi alınarak, bu yetki kongreye verildi. Böylelikle parti içinde Genel Başkan ile Genel Sekreter arasında bölüşülen iki otorite ortaya çıktı. Nitekim kongre, 1940’tan beri partinin içinde olan Kasım Gülek’i, İnönü’nün desteklediği adaylarına (Nihat Erim ve Şemsettin Günaltay) rağmen, genel sekreter seçti
Bu durum CHP tarihinde, otoriter zihniyetten uzaklaşma yönünde ilk çıkış; Gülek de İnönü ve çevresindeki “lortlara” karşı çıkan ilk politikacı olarak kabul edildi. CHP’nin sonraki kurultaylarında da kongre, yetkilerini, partinin merkez kuruluna vermeye yanaşmadı ve Gülek 1959 yılına kadar Genel Sekreter olarak görevini sürdürdü.
Kasım 1951’de Dokuzuncu Olağan Kongrede, CHP’nin birliğini tesis için iktidardaki DP’ye alternatif olacak fikrî bir açılım getirmek zorunda kalındığı görüldü. 1950’den önceki son hükümetleri döneminde CHP’nin, halkla bağlarını güçlendirmek için temel ilkelerinden taviz verdiği kanaatiyle, Atatürk döneminde yapılan inkılâpları korumaya kararlı olunduğuna vurgu yapıldı ve bunun hiç olmazsa partinin geleneksel takipçilerine yeniden güven vereceği ümit edildi.
Onuncu Olağan Kurultay 22 Haziran 1953’te toplandı. Kabul edilen programda geçmişi sorgulayan değerlendirmeler yapıldı. Bu konuda, bir önceki kurultaydaki benimsenen ana hat sürdürüldü ve Atatürkçülük’e daha büyük önem verildi.
Program, anayasanın üstünlüğü, iki meclisli yapının kurulması, anayasa mahkemesinin gerekliliği gibi yeni teklifler de getiriyordu. 1954 seçimlerine gelindiğinde, CHP’nin kendi tutumunu belirleme çabaları sürüyordu; ancak, değişim içeren bu sürecin yavaş ilerlediği görülüyordu. 2 Mayıs 1954’te yapılacak genel seçimlere hazırlanmak için, iki ay öncesinde yapılan Olağanüstü Kurultay’da, bu durum daha açık ortaya çıktı.
Partinin merkez kurulu, il örgütlerine bıraktığı milletvekili adaylarının yüzde 20’sini belirleme hakkını geri istiyordu. Yerel örgütten delegeler bu hakkı vermeyi reddetmiş olsa da, CHP’nin 1954 seçimlerine kendini zayıflatan iç sorunlarıyla gireceği açıktı.
Bundan başka, hükümetin bu sıralarda CHP’nin mal varlığının çoğuna el koyması da partinin DP karşısında durumunu iyice zor duruma sokmuştu. Nitekim, seçim sonuçları belli olduğunda, CHP mevcut olan milletvekili sayısını koruyamadı.
1955 yılının ortalarında, artan enflasyonla başlayan ekonomik zorluklar, özgürlükleri kısıtlamaya dönük uygulamalar CHP’ye eleştiri malzemesi oldu ve ana muhalefet partisine genel ilgi yükselmeye başladı.
DP’ye destek veren değişik kesimler DP’nin tek siyasî alternatifi CHP’ye yavaş yavaş dönmeye başladı. 1957’de yapılan erken genel seçimlerde genel oylarını belli düzeyde arttıran CHP’nin milletvekili sayısını 31’den 178’e çıkartması, partinin canlanmasına işaretti.
1950’li yılların sonunda DP hükümetine yönelik tepkiler yükseldikçe, CHP’ye toplumsal destek genişliyordu. 1958 yılının sonunda Hürriyet Partisi kendini feshedip CHP’ye katılma kararı vermesi ile parti içinde özgürlükçü talepler güçlenmişti.
CHP’nin 1959 yılının başında açıkladığı İlk Hedefler Beyannamesi dönemin genel eğilimini yansıtıyordu. Hukuk devleti ve sosyal devlet anlayışına vurgu yapan bu bildiri, CHP’nin aynı zamanda iktidara gelir gelmez sistemi yenileyebileceği sözünü içeriyordu. Özellikle CHP çevrelerinde, yapılacak bir genel seçimde partinin iktidar olacağı umudu çoğalmıştı. Ancak, 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen darbe sonrası iktidarı ele geçiren askerî yönetim döneminde, CHP’nin büyük rakibi DP kapatılırken, CHP de bu olağanüstü sürecin yansımalarından etkilendi.
CHP bundan sonraki süreci, demokratik temelde ciddi bir muhalefet partisine dönüşebilme sorunuyla geçirdi. Seçim sonrasında CHP, kendi geleceğinin tartışmasını ilk olarak Haziran’ın son gününde başlayacak ve beş gün sürecek Sekizinci Olağan Kongrede yaptı. Kongre, partinin gençleşmesi eğiliminde olan çok küçük bir gurubun karşı oylarına karşın, partiyi toparlayabileceği umudu taşıyan tarihi kişilik İnönü’yü yeniden genel başkan olarak seçti. Ancak, genel başkanın elinden partinin genel sekreterini atama yetkisi alınarak, bu yetki kongreye verildi. Böylelikle parti içinde Genel Başkan ile Genel Sekreter arasında bölüşülen iki otorite ortaya çıktı. Nitekim kongre, 1940’tan beri partinin içinde olan Kasım Gülek’i, İnönü’nün desteklediği adaylarına (Nihat Erim ve Şemsettin Günaltay) rağmen, genel sekreter seçti
Bu durum CHP tarihinde, otoriter zihniyetten uzaklaşma yönünde ilk çıkış; Gülek de İnönü ve çevresindeki “lortlara” karşı çıkan ilk politikacı olarak kabul edildi. CHP’nin sonraki kurultaylarında da kongre, yetkilerini, partinin merkez kuruluna vermeye yanaşmadı ve Gülek 1959 yılına kadar Genel Sekreter olarak görevini sürdürdü.
Kasım 1951’de Dokuzuncu Olağan Kongrede, CHP’nin birliğini tesis için iktidardaki DP’ye alternatif olacak fikrî bir açılım getirmek zorunda kalındığı görüldü. 1950’den önceki son hükümetleri döneminde CHP’nin, halkla bağlarını güçlendirmek için temel ilkelerinden taviz verdiği kanaatiyle, Atatürk döneminde yapılan inkılâpları korumaya kararlı olunduğuna vurgu yapıldı ve bunun hiç olmazsa partinin geleneksel takipçilerine yeniden güven vereceği ümit edildi.
Onuncu Olağan Kurultay 22 Haziran 1953’te toplandı. Kabul edilen programda geçmişi sorgulayan değerlendirmeler yapıldı. Bu konuda, bir önceki kurultaydaki benimsenen ana hat sürdürüldü ve Atatürkçülük’e daha büyük önem verildi.
Program, anayasanın üstünlüğü, iki meclisli yapının kurulması, anayasa mahkemesinin gerekliliği gibi yeni teklifler de getiriyordu. 1954 seçimlerine gelindiğinde, CHP’nin kendi tutumunu belirleme çabaları sürüyordu; ancak, değişim içeren bu sürecin yavaş ilerlediği görülüyordu. 2 Mayıs 1954’te yapılacak genel seçimlere hazırlanmak için, iki ay öncesinde yapılan Olağanüstü Kurultay’da, bu durum daha açık ortaya çıktı.
Partinin merkez kurulu, il örgütlerine bıraktığı milletvekili adaylarının yüzde 20’sini belirleme hakkını geri istiyordu. Yerel örgütten delegeler bu hakkı vermeyi reddetmiş olsa da, CHP’nin 1954 seçimlerine kendini zayıflatan iç sorunlarıyla gireceği açıktı.
Bundan başka, hükümetin bu sıralarda CHP’nin mal varlığının çoğuna el koyması da partinin DP karşısında durumunu iyice zor duruma sokmuştu. Nitekim, seçim sonuçları belli olduğunda, CHP mevcut olan milletvekili sayısını koruyamadı.
1955 yılının ortalarında, artan enflasyonla başlayan ekonomik zorluklar, özgürlükleri kısıtlamaya dönük uygulamalar CHP’ye eleştiri malzemesi oldu ve ana muhalefet partisine genel ilgi yükselmeye başladı.
DP’ye destek veren değişik kesimler DP’nin tek siyasî alternatifi CHP’ye yavaş yavaş dönmeye başladı. 1957’de yapılan erken genel seçimlerde genel oylarını belli düzeyde arttıran CHP’nin milletvekili sayısını 31’den 178’e çıkartması, partinin canlanmasına işaretti.
1950’li yılların sonunda DP hükümetine yönelik tepkiler yükseldikçe, CHP’ye toplumsal destek genişliyordu. 1958 yılının sonunda Hürriyet Partisi kendini feshedip CHP’ye katılma kararı vermesi ile parti içinde özgürlükçü talepler güçlenmişti.
CHP’nin 1959 yılının başında açıkladığı İlk Hedefler Beyannamesi dönemin genel eğilimini yansıtıyordu. Hukuk devleti ve sosyal devlet anlayışına vurgu yapan bu bildiri, CHP’nin aynı zamanda iktidara gelir gelmez sistemi yenileyebileceği sözünü içeriyordu. Özellikle CHP çevrelerinde, yapılacak bir genel seçimde partinin iktidar olacağı umudu çoğalmıştı. Ancak, 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen darbe sonrası iktidarı ele geçiren askerî yönetim döneminde, CHP’nin büyük rakibi DP kapatılırken, CHP de bu olağanüstü sürecin yansımalarından etkilendi.
DP iktidara geldiğinde devlet mülkiyeti ve serbest girişim ikileminde, ikincisine yönelik bir dizi ekonomik düzenleme zaten yapılmış durumdaydı ve bunlar iktidar boyunca DP’nin iktisat politikasının temelini oluşturdu.
Programlarına bakıldığında, iki rakip parti arasında ekonomi anlayışında temel farklılık olduğu söylenemezdi. Fakat DP, uygulamalarıyla geçmişten açıkça kopmuş ve şartlar elverdiği ölçüde liberal politikalar izlemişti. Yeni bir parti olarak DP’nin geçmiş politikalarla herhangi bir bağının olmaması karşısında, partililer kendilerini seçim vaatleri olan kapitalist kalkınmayı cüretli ve süratli yerine getirmeye mecbur hissediyorlardı.
DP iktidarı, bazı kanunî düzenlemelerle özel sektörü desteklemeye istekliydi. Buna karşılık yerli işadamları ve sanayiciler henüz gelişmemiş bir toplumsal sınıfı temsil ettiklerinden kendilerine sunulan devlete ait teşekkülleri satın almada ve yeni sanayi yatırımlarını genişletmede istenen inisiyatifi almayarak, çeşitli kaygılar yüzünden çekingen tutumlarını sürdürdüler. Dolayısıyla, özel sektörün büyümesi DP’nin iktidar yıllarında çok yavaş gelişti.
Ticaretle uğraşan girişimci guruplardan beklediğini alamayan hükümet, ülke sanayini büyütmek için tekrar devlet sektörüne döndü. Özellikle ulaşım, enerji ve haberleşme alanlarında kendini gösteren devlet yatırımları, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri süregelen devletçi uygulamalara bir geri dönüştü.
1950’den önce 11; 1950-1960 döneminde 17 kamu iktisadî teşekkülünün kurulması dikkate alındığında devletçi anlayışta belirgin bir kırılmadan çok, bu yöndeki politikanın devam ettiği söylenebilirdi.
DP, başlangıçta yerli girişimciler sınıfından umduğunu bulamayınca yabancı sermaye yatırımlarına yöneldi. Ülkenin zenginlik kaynaklarını daha hızlı bir şekilde üretime açmanın yolunun yabancı sermaye ile mümkün olacağı düşünülmüştü.
DP’liler iktidarının daha dördüncü ayında, devlet tekelinde olan petrol gibi kaynaklar dahil olmak üzere enerji kaynaklarının ve madenlerinin işletilmesinde, ulaştırma alanlarında ve diğer altyapı yatırımlarında yabancılara kolaylıklar sağlayan “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu”nu çıkarttı. Fakat bu kanunla sağlanan teşviklere rağmen yabancı yatırımlar, ülkenin kalkınmasına yeterli katkıyı sağlayacak boyutlara ulaşamadı.
DP’nin ekonomide asıl gelişme stratejisi tarıma dayanmaktaydı. İnsanlarının üçte ikisi toprakta çalışan ve milli gelirin yarısından biraz fazlasını tarımdan sağlayan bir ülke için bu durum çok olağandı. Hükümet, tarımda köklü değişikliğe yol açabilecek uzun süreli bir politika yerine, kısa sürede gerçekleşebilecek hızlı üretimi tercih etti.
Üretimdeki değişimi etkileyen başlıca faktör, tarımdaki makineleşme, özellikle traktör kullanımıydı. İşlenmemiş toprakların tarıma açılmasına imkân veren traktörler ekili alanları DP iktidarının son yılında neredeyse iki katına çıkarmıştı. Tarıma odaklı fon kullanmaya izin veren Marshall Yardımları da tarım makinelerinin ülkeye girişini kolaylaştırmıştı. Motorlu taşıtlar ile ürünlerin pazara ulaşımını kolaylaştıran karayolları sayesinde, köylüler zenginleşti. DP’nin on yılı kırsal kesim için altın yıllardı.
DP, toprak reformu konusunda daha önce beliren görüşlerden ayrıldı. Geniş toprak sahipliğini koruyan mülkiyet rejimi büyük ölçüde korundu. Yeterli olmayan topraklarında varlık gösteremeyecek köylüler ise ya tarımda “emekçi” oldu ya da işgücü fazlalığından kentlere göç etmeye başladı.
Kentlere göç olgusu da, hükümetin karşısına yeni sorunları getirdi. İstanbul, Ankara ve bazı büyük kentlerde gecekondulaşma başlarken, temelde işsizlikten kaynaklanan suç oranlarında artış oldu.
DP hükümetine yöneltilen en ciddi eleştiri, iktisat idaresinde uzun vadeli perspektifin olmamasıydı. 27 Mayıs darbesinden sonra askerî rejimin ilk işlerden olarak “Devlet Planlama Teşkilatı”nı kurması bu yöndeki açığı giderme girişimiydi. DP iktidarının ilk dört yılında ortalama yüzde 13 oranında bir büyüme yaşandı. Ancak, ülke ekonomisinin belli temellere dayanmayan yanını gösteren durgunluk kendini 1954’te göstermeye başladı ve büyüme oranı yüzde 10’a geriledi. On yılın sonunda da bu oran yüzde 4’e düşmüştü.
1950’li yılların başındaki hızlı büyümenin nedeni tarım alanındaki hareketlilikti. 1953’ten itibaren devletin başka alanlardaki (karayolları yapımı, baraj ve fabrika temellerinin atılması gibi) artan yatırımlarına karşın, tarım sektörüne yönelik hemen aynı ağırlıkta devam eden iktisadî politika, DP’nin artık siyasette önemli etkiye sahip köylü kesimini bir “seçmen kitlesi” olarak gördüğünü ortaya koymaktaydı
Bu durum, sübvansiyon, ürünleri pahalı fiyata satın almalar, ucuz tarım kredisi, tarıma dayalı gelirlere vergi muafiyeti gibi bazen şartları zorlayarak gerçekleşen popülist politikalara yol açtı. Köylü kesimini memnun etme iktidarda kalmayı sağlamlaştıran bir yol olduğu görüldü.
Diğer taraftan devlet gelirlerinin azalmasına yol açan bu politika, özellikle devlete bağımlı sabit gelirli memurları olumsuz yönde etkiledi ve kentli muhalefet her geçen gün arttı. 1954’de baş göstermeye başlayan ekonomik durgunluk karşısında hükümet çıkartacağı sert kanunlar ve çeşitli tedbirlerle güveni yeniden sağlama girişimlerinde bulundu. 1956’da fiyatları narh uygulamasıyla denetlemeye iten “Millî Koruma Kanunu” Meclisten geçti.
Bu süreçte Türkiye ekonomisi, karşılıksız verilen veya satın alınan traktör ve başkaca araç ve makinelerin yenilenmesi, onarılması ve yedek parça için ABD’ye bağımlı hale gelmişti. 1958 yılının ikinci yarısında, Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki stratejik konumundan da büyük ölçüde yararlanılarak sağlanan dış kredi ile ödemeler dengesi geçici olarak toparlanabilse de, büyük iyimserlikle beklenen istikrarı getiremedi.
1950’li yılların sonuna gelindiğinde, hükümetin ekonomi üzerindeki denetimi oldukça zayıflamıştı.
Programlarına bakıldığında, iki rakip parti arasında ekonomi anlayışında temel farklılık olduğu söylenemezdi. Fakat DP, uygulamalarıyla geçmişten açıkça kopmuş ve şartlar elverdiği ölçüde liberal politikalar izlemişti. Yeni bir parti olarak DP’nin geçmiş politikalarla herhangi bir bağının olmaması karşısında, partililer kendilerini seçim vaatleri olan kapitalist kalkınmayı cüretli ve süratli yerine getirmeye mecbur hissediyorlardı.
DP iktidarı, bazı kanunî düzenlemelerle özel sektörü desteklemeye istekliydi. Buna karşılık yerli işadamları ve sanayiciler henüz gelişmemiş bir toplumsal sınıfı temsil ettiklerinden kendilerine sunulan devlete ait teşekkülleri satın almada ve yeni sanayi yatırımlarını genişletmede istenen inisiyatifi almayarak, çeşitli kaygılar yüzünden çekingen tutumlarını sürdürdüler. Dolayısıyla, özel sektörün büyümesi DP’nin iktidar yıllarında çok yavaş gelişti.
Ticaretle uğraşan girişimci guruplardan beklediğini alamayan hükümet, ülke sanayini büyütmek için tekrar devlet sektörüne döndü. Özellikle ulaşım, enerji ve haberleşme alanlarında kendini gösteren devlet yatırımları, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri süregelen devletçi uygulamalara bir geri dönüştü.
1950’den önce 11; 1950-1960 döneminde 17 kamu iktisadî teşekkülünün kurulması dikkate alındığında devletçi anlayışta belirgin bir kırılmadan çok, bu yöndeki politikanın devam ettiği söylenebilirdi.
DP, başlangıçta yerli girişimciler sınıfından umduğunu bulamayınca yabancı sermaye yatırımlarına yöneldi. Ülkenin zenginlik kaynaklarını daha hızlı bir şekilde üretime açmanın yolunun yabancı sermaye ile mümkün olacağı düşünülmüştü.
DP’liler iktidarının daha dördüncü ayında, devlet tekelinde olan petrol gibi kaynaklar dahil olmak üzere enerji kaynaklarının ve madenlerinin işletilmesinde, ulaştırma alanlarında ve diğer altyapı yatırımlarında yabancılara kolaylıklar sağlayan “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu”nu çıkarttı. Fakat bu kanunla sağlanan teşviklere rağmen yabancı yatırımlar, ülkenin kalkınmasına yeterli katkıyı sağlayacak boyutlara ulaşamadı.
DP’nin ekonomide asıl gelişme stratejisi tarıma dayanmaktaydı. İnsanlarının üçte ikisi toprakta çalışan ve milli gelirin yarısından biraz fazlasını tarımdan sağlayan bir ülke için bu durum çok olağandı. Hükümet, tarımda köklü değişikliğe yol açabilecek uzun süreli bir politika yerine, kısa sürede gerçekleşebilecek hızlı üretimi tercih etti.
Üretimdeki değişimi etkileyen başlıca faktör, tarımdaki makineleşme, özellikle traktör kullanımıydı. İşlenmemiş toprakların tarıma açılmasına imkân veren traktörler ekili alanları DP iktidarının son yılında neredeyse iki katına çıkarmıştı. Tarıma odaklı fon kullanmaya izin veren Marshall Yardımları da tarım makinelerinin ülkeye girişini kolaylaştırmıştı. Motorlu taşıtlar ile ürünlerin pazara ulaşımını kolaylaştıran karayolları sayesinde, köylüler zenginleşti. DP’nin on yılı kırsal kesim için altın yıllardı.
DP, toprak reformu konusunda daha önce beliren görüşlerden ayrıldı. Geniş toprak sahipliğini koruyan mülkiyet rejimi büyük ölçüde korundu. Yeterli olmayan topraklarında varlık gösteremeyecek köylüler ise ya tarımda “emekçi” oldu ya da işgücü fazlalığından kentlere göç etmeye başladı.
Kentlere göç olgusu da, hükümetin karşısına yeni sorunları getirdi. İstanbul, Ankara ve bazı büyük kentlerde gecekondulaşma başlarken, temelde işsizlikten kaynaklanan suç oranlarında artış oldu.
DP hükümetine yöneltilen en ciddi eleştiri, iktisat idaresinde uzun vadeli perspektifin olmamasıydı. 27 Mayıs darbesinden sonra askerî rejimin ilk işlerden olarak “Devlet Planlama Teşkilatı”nı kurması bu yöndeki açığı giderme girişimiydi. DP iktidarının ilk dört yılında ortalama yüzde 13 oranında bir büyüme yaşandı. Ancak, ülke ekonomisinin belli temellere dayanmayan yanını gösteren durgunluk kendini 1954’te göstermeye başladı ve büyüme oranı yüzde 10’a geriledi. On yılın sonunda da bu oran yüzde 4’e düşmüştü.
1950’li yılların başındaki hızlı büyümenin nedeni tarım alanındaki hareketlilikti. 1953’ten itibaren devletin başka alanlardaki (karayolları yapımı, baraj ve fabrika temellerinin atılması gibi) artan yatırımlarına karşın, tarım sektörüne yönelik hemen aynı ağırlıkta devam eden iktisadî politika, DP’nin artık siyasette önemli etkiye sahip köylü kesimini bir “seçmen kitlesi” olarak gördüğünü ortaya koymaktaydı
Bu durum, sübvansiyon, ürünleri pahalı fiyata satın almalar, ucuz tarım kredisi, tarıma dayalı gelirlere vergi muafiyeti gibi bazen şartları zorlayarak gerçekleşen popülist politikalara yol açtı. Köylü kesimini memnun etme iktidarda kalmayı sağlamlaştıran bir yol olduğu görüldü.
Diğer taraftan devlet gelirlerinin azalmasına yol açan bu politika, özellikle devlete bağımlı sabit gelirli memurları olumsuz yönde etkiledi ve kentli muhalefet her geçen gün arttı. 1954’de baş göstermeye başlayan ekonomik durgunluk karşısında hükümet çıkartacağı sert kanunlar ve çeşitli tedbirlerle güveni yeniden sağlama girişimlerinde bulundu. 1956’da fiyatları narh uygulamasıyla denetlemeye iten “Millî Koruma Kanunu” Meclisten geçti.
Bu süreçte Türkiye ekonomisi, karşılıksız verilen veya satın alınan traktör ve başkaca araç ve makinelerin yenilenmesi, onarılması ve yedek parça için ABD’ye bağımlı hale gelmişti. 1958 yılının ikinci yarısında, Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki stratejik konumundan da büyük ölçüde yararlanılarak sağlanan dış kredi ile ödemeler dengesi geçici olarak toparlanabilse de, büyük iyimserlikle beklenen istikrarı getiremedi.
1950’li yılların sonuna gelindiğinde, hükümetin ekonomi üzerindeki denetimi oldukça zayıflamıştı.
Laiklik hamlesinde üç faaliyet alanı görülmektedir: İlki, devleti, eğitimi ve hukuku laikleştirmek; ikincisi, dinsel simgelerin üstüne gitmek ve bunların yerine Avrupa uygarlığının simgelerini koymak; üçüncüsü, toplumsal yaşamı laikleştirmek.
Cumhuriyet’in, Sultan Mahmut zamanında başlatılmış ve İTC’nin 1913-1918 yılları arasındaki yönetimi sırasında hemen hemen tamamlanmış olan, devlet, eğitim ve hukukun laikleştirilmesi sürecini sona erdirmiş olduğu ileri sürülebilir. 1922-1924 yıllarında saltanat ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ve yeni anayasanın ilanı, devletin laikleştirilmesindeki son safhalar olmuş ve İslam’ı Türkiye’nin devlet dini yapan hükmün 1928’de anayasadan çıkartılması bu gelişmeye son noktayı koymuştu.
Cumhuriyetin doğuşundan önce bile, şeriatın rolü hemen hemen yalnızca aile hukukuyla sınırlanmış bulunuyordu. İsviçre medeni yasasının ve İtalyan ceza yasasının 1926’da kabulüyle artık aile hukuku da ulemanın yetki alanından çıkartıldı. Ceza yasası din temelinde derneklerin kurulmasını yasaklıyordu.
Eğitim, 1924 Mart’ında Tevhid-i Tedrisat Kanunu sayesinde artık bütünüyle laikleştirilmişti. Aynı dönemde medreseler kaldırıldı, bunların yerini imam hatip okulları ve İstanbul Darülfünunu’nda kurulan İlahiyat Fakültesi aldı.
1924 yılı, şeyhülislamlık makamının ve Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılmasına sahne oldu. Bu vekaletin yerine, Diyanet İşleri Reisliği ile Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu. Her ikisi de doğrudan Başbakanlığa bağlanmıştı. Devlet, din üzerindeki denetimini böylece sağlamıştı.
Laikleştirmenin gerçekleştiği ikinci alan dinsel simgeler alanıydı. Bu (fes ve sarık gibi) erkeklerin taktıkları geleneksel başlıkların 1925’te men edilmesi ve o yılın Eylül’ünde dinsel kılık kıyafetin ancak camideki ibadet görevlileri tarafından giyilebileceğinin bildirilmesi gibi tedbirlerin en önemli kısmıydı.
Cuma yerine Pazar gününü resmi tatil günü sayan 1935 tarihli yasa kabul edildi.
1926’da Batı takvim ve saatinin, 1928’de Batı rakamlarının ve 1931’de Batı ağırlık ve uzunluk ölçülerinin kabulü, Türkiye’ye sadece daha Batılı bir görüntü vermekle kalmamış, Batı dünyasıyla olan iletişimi de kolaylaştırmıştı.
Meslek kadınları, kadın pilotlar, opera sanatçıları ve güzellik kraliçeleri gibi yeni ve farklı örnekler etkin biçimde özendiriliyordu.
1934’te soyadının kabulü, nüfus kaydı açısından ileriye doğru büyük bir adımdı. Millet Meclisi Mustafa Kemal Paşa’ya soyadı olarak Atatürk adını verdi.
1928’de Latin alfabesi kabul edildi. Osmanlı Türkçesi, Arapça/Farsça alfabenin bir çeşitlemesiyle yazılırdı. Bu alfabe geç dönem yazılı Osmanlıcanın dörtte üçünü oluşturan Arapça ve Farsça sözvarlığına uygun olmasına karşın, Türkçe sözvarlığındaki seslerin ifade edilmesinde son derece elverişsiz kalıyordu; Arapça sessiz harfler bakımından zengin, sesli harflerden yana ise yeterli değildi; oysa Türkçe bunun tam tersiydi. Bunun sonucu olarak kimi zaman tek bir ses için Osmanlı Türkçesi’nde dört farklı işaret bulunuyor, başka bazı sesler ise hiç ifade edilemiyordu.
19. Yüzyıl ortasında basın ve telgraf gibi yeni iletişim araçlarının gelişmesiyle yazılı dil önemli bir iletişim aracı haline gelince, alfabenin ıslahına ihtiyaç duyulmuştu.
Bu konu ilk defa, Tanzimat döneminde,1862’de, ortaya atıldı. İkinci Meşrutiyet döneminde bazı Jön Türk yazarları -Hüseyin Cahit (Yalçın), Abdullah Cevdet, Celal Nuri (İleri)- Latin alfabesinin kabulünü savunmuş, Enver Paşa ise Osmanlıca harflerin ıslah edilmiş bir çeşitlemesini orduda denemişti.
Bu konuda 1923’ten sonra İzmir İktisat Kongresi’nde ve -Şubat 1924’te- Millet Meclisi’nde bazı tartışmalar oldu. Bu sırada muhafazakar ve dinci çevrelerde Latin harflerinin kabulüne karşı hala büyük muhalefet vardı, ama 1925’ten itibaren bu muhalefet susturulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki Türk cumhuriyetler 1926’da Latin alfabesinin kabulüne karar vermişlerdi ve bu gelişme Türkiye’deki tartışmalara ivme kazandırmıştı.
1928 yazında bizzat Mustafa Kemal’in yönetimindeki bir komisyon konuya ilişkin bir rapor kaleme aldı ve Cumhurbaşkanı 9 Ağustos’ta ilk kez, Osmanlı alfabesinin yerini ‘’Türk harflerinin’’ alacağını resmen açıkladı. Bir ‘’alfabe seferberliği’’ ilan edildi ve Mustafa Kemal sonraki aylarda ülkeyi dolaşarak yeni harfler hakkında açıklamalar yapıp herkesin bu harfleri süratle öğrenmesini ısrarla tavsiye etti.
Yeni alfabeyi 1 Ocak 1929’dan itibaren kamu iletişiminde zorunlu hale getiren bir yasa 1 Kasım’da meclisten geçirildi.
Harf inkılabının başarısı dilde reform isteyenleri cesaretlendirdi. 19. yüzyılda okuryazar seçkinlerin Osmanlıca yazı diliyle, Türk halkının konuştuğu dil arasındaki uçurum açılmıştı. Yazı dilini konuşulan dile yaklaştırma girişimleri 19. yüzyıl ortalarında başlamış, Yeni Osmanlılar ilk Osmanlı gazetecileri olarak o zaman öncü rolü oynamışlardı.
İTC yönetimi sırasında bu eğilim pekiştirilmişti. Ziya Gökalp ve onun çevresi dilde Arapça ve Farsça dilbilgisi unsurlarının yerine Türkçe unsurların kullanılmasını ve ‘’gereksiz’’ eşanlamlı sözcüklere itibar edilmemesini savunmuşlar, fakat dilde arılaşma taraftarlarının aksine, günlük dilin parçası haline gelmiş Arapça ve Farsça sözcükleri kabul etmişlerdi.
1932’de Mustafa Kemal, ilk Türk Dil Kurultayı’nın toplanması için girişimi başlattı. Bu kurultayda sadeleşme taraftarıyla ılımlılar kozlarını paylaştı ve galip çıkan birinciler oldu.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Dil Kurumu) kuruldu. Cemiyet üyeleri coşkuyla, Osmanlı sözvarlığının yerine koymak için, lehçelerden ve eski edebi kaynaklardan, hatta Orta Asya’daki Türki dillerden sözcükleri dile kazandırdılar.
1935’te Güneş Dil Teorisi üzerinde çalışıldı. Bu teori, bütün dillerin başlangıçta Orta Asya’da konuşulan, tarihin en eski dönemlerine ait olan tek bir dilden çıktığını, bütün diller içinde bu kökene en yakın olanın Türkçe olduğunu ve bütün dillerin Türkçeden geçerek bu en eski döneme ait olan dilden gelişmiş olduklarını kabul ediyordu.
Kvergic adındaki Viyanalı bir dilbilimci tarafından ortaya atılan bu kuram, Türk dilbilimcileri arasında kuşkuyla karşılanmıştı, buna rağmen Mustafa Kemal bu görüşü desteklemiş, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ne bu kuramın ayrıntısıyla incelenmesini emretmişti.
Cemiyet’in 1936’daki üçüncü kurultayı, kuramı resmen kabul etti ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde kurama ilişkin kurslar açıldı. Bu kuramın başarısı için çok iyi bir pratik neden vardı: Eğer bütün sözcükler aslen Türkçeden geliyorsa, bunları tasfiye etmeye artık gerek yoktu, her türlü sözcük yapma bir etimoloji sayesinde kolaylıkla ‘’ulusallaştırılabilirdi’’.
Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra dilde reform hareketi, atılımını büyük ölçüde kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hareket sürmesine karşın, artık hükümet tarafından faal şekilde teşvik edilmiyordu.
Türk Tarih Kurumunun 1932’de Ankara’da yapılan birinci kurultayında, ‘’Türk Tarih Tezi’’ ilk kez ortaya atıldı. Mustafa Kemal tarafından kuvvetle desteklenen bu kuram, Türklerin, Orta Asya’nın beyaz (aryan) sakinlerinin torunları olduklarını, kuraklık ve kıtlık yüzünden Çin, Avrupa ve Yakındoğu gibi başka bölgelere göç etmek zorunda kaldıklarını ileri sürüyordu.
1930’larda kurulmuş olan iki büyük devlet bankasına Sümerbank ve Etibank adlarının verilmiş olması bu yaklaşımın bir sonucudur.
Bu kuram Türklere kendi geçmişleri ve kendi ulusal kimlikleri için yakın geçmişten yani Osmanlı döneminden bağımsız bir övünç duygusu vermeyi amaçlıyordu. Hititlerin (ve Truvalıların) ilk Türkler olduklarının söylenmesi, Anadolu’nun çok eski zamandan beri bir Türk ülkesi olduğunu iddia ederek, Cumhuriyet yurttaşlarının köklerini yaşadıkları topraklara da uzandırmış oluyordu.
Tarih tezi, Kemalist yönetimin, yeni bir ulusal kimlik ve güçlü bir ulusal birlik kurmaya çalışırken kullandığı araçlardan biriydi.
Tarih tezinin bir parçası olan ulusçuluk, Batı usullerinin benimsenmesini kolaylaştırmaya hizmet etti. Milliyetçilik bir taraftan, Türklere bilhassa da genç kuşaklara, kimi zaman üstünlük duygusuna çok yaklaşan, güçlü bir ulusal kimlik ve ulusal övünç duygusu aşılamıştı ve bu bir anlamda, Avrupa’yı izleme ihtiyacını psikolojik olarak dengeliyordu.
Toplumsal yaşamın laikleştirilmesinde atılan en önemli adım, tarikatların kaldırılması idi. Kapatılmaları kararı Eylül 1925’te duyuruldu ve Kasım 1925’te yürürlüğe kondu.
Tarikatler, Batı’nın ekonomik, siyasal ve kültürel etkisinin artmasına karşı tepkinin bir parçası olarak, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında daha da etkin hale gelmişlerdi.
Bektaşi tarikatı hem İTC’yi hem de Anadolu direniş hareketini desteklemişti. Mevlevi tarikatı kendi taburlarını Birinci Dünya Savaşı’na göndermişti. Öte yandan, Nakşibendi tarikatı üyeleri hem 1909’daki (31 Mart) hem de 1925’teki Kürt isyanını yönlendirmişlerdi.
Siyasal konumları her ne olursa olsun, bunların yaygın tekke ve türbe ağları, müritlerin şeyhlerine zorunlu itaatleri ve kapalı ve esrarlı tarikat kültürü, onları modern, merkeziyetçi bir ulusal hükümetin kabul edemeyeceği ölçüde bağımsız kılıyordu.
Kemalistler, laikleştirme hamlesini resmi, kurumlaşmış İslam’ın ötesine yaymak suretiyle, popüler dinin giyim, muska, falcılar, kutsal şeyhler, evliya türbeleri, hacca gitme ve bayramlar gibi en önemli unsurlara kadar uzatmışlardı. Bu tedbirlerin yol açtığı öfke ve bu tedbirlere gösterilen direniş, örneğin, yalnızca din için bir önem taşıyan hilafetin, şeyhülislamlığın ya da medreselerin kaldırılmasına duyulan öfke ve direnişten çok daha büyüktü.
Tarikatlar büyük ölçüde yeraltına kaydı, ancak otoriter -özellikle 1940’larda- git gide etkisi azalan bir yönetim biçiminin dayatılması ve popüler İslam’ın bastırılması yoluyla hükümet İslam’ı muhalefetin bir aracına dönüştürdü.
Arapça ezanın yerini, 1932’de devlet konservatuarı tarafından bestelenen Türkçe ezan aldı.
Said-i Nursi’nin 1930’larda kurmuş olduğu hareket çok önemli bir dinsel odaktı. Nursi’nin Jön Türklerle inişli çıkışlı bir ilişkisi olmuştu: 1909 karşıdevrimine katılmış, ama Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa propagandacısı olmuştu; ulusal direniş hareketini desteklemiş, ancak 1923’te bu hareketin laik eğilimleri konusunda uyarıda bulunmuştu.
Said-i Nursi, Şeyh Sait isyanından sonra önde gelen diğer Kürtlerle beraber tutuklanmış ve Isparta’da ikamete mecbur tutulmuştu. 1920’lerden itibaren ortaya koyduğu düşünceler daha sonra toplu şekilde Risale-i Nur’da yer aldı. Risale-i Nur’da Müslümanlara, Allah’ın birliğini yaşamlarına temel almaları, ayrıca modern bilim ve teknolojiyi öğrenmeleri ve bunları, toplumsal birliktelik için tek gerçek temel olan İslamiyet davasında kullanmaları bildiriliyordu.
Said doğrudan siyasal bir faaliyet içine girmedi. Kemalist dönem boyunca yazıları yasaklanmış, ancak genişleyen mürit çevresi tarafından el yazısıyla çoğaltılmıştı. Ölümünden sonra, Nurculuk akımı büyümeye devam etti, Türkiye’de ve yurt dışındaki göçmen Türk işçileri arasında etkin hale geldi.
Kemalistler kasaba ve kentlerde, kendi pozitivist, laik ve modernlik taraftarı ülkülerini destekleyen grubu çarpıcı şekilde genişletmeyi başarmışlardı. Kemalist devrimin kasabalardaki temsilcileri bürokratlar, subaylar , öğretmenler, doktorlar, avukatlar ve büyük ticari işletmelerin girişimcilerdi. Sanatkar ve küçük esnaf ise bastırılmış geleneksel kültürün belkemiğini oluşturmaktaydı.
Reformlar Türk halkının büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin yaşamını hemen hemen hiç etkilememişti. Anadolulu bir köylü ya da bir çoban hiç fes giymemişti, bu yüzden de fesin kaldırılmasından dolayı özel bir endişeye düşmemişti. Karısı zaten peçe takmazdı, ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu. 1934 yılında soyadı almak zorunda kalmıştı.
Yeni Medeni Kanun çokeşliliği yasadışı kılmıştı, ama çokeşliliğe paraca gücü yeten çiftçiler, gerekirse çoklukla yapıldığı üzere, eve ikinci kadın alabilmekte; bu kadınla evlenmeksizin ondan doğan çocuklarını resmi nikahlı eşinin kütüğüne geçirebilmekteydiler.
Reformları köylere götürmek, modern teknikleri yaymak, laik ve pozitivist bir tutum aşılamak için de girişimler vardı. ‘’Halkevleri’’ bu türden bir girişimdi. Bir diğeri de ‘’Köy Enstitüleri’’nin kurulmasıydı.
1935’te, kırsal kesimdeki cehalet sorunuyla mücadele etmek için bir okuma yazma seferberliği başlatıldı. O tarihlerde, 40 bin Türk köyünden yalnızca, yaklaşık 5000’inde okul bulunuyordu.
Orduda okuma ve yazmayı öğrenmiş olan genç köylüleri alıp bunlara altı aylık bir kurs vermek ve sonra köylerine eğitmek olarak göndermek yöntemi izlendi. Bu çözümün yetersiz olduğu anlaşılınca, İsmail Hakkı Tonguç’a kendi düşüncelerini uygulama ve enstitülerde tecrübe etme fırsatı tanındı; bu enstitülerde köy gençleri ilkokul öğretmenleri olarak eğitilecek, aynı zamanda da modern teknik ve tarımsal beceriler kazanacaklardı.
Köy Enstitüleri devam ettikleri süre boyunca çok başarılı oldular. Muhalefet, enstitüleri komünizm propagandasını yaymakla suçluyordu. Hükümet 1948’de enstitüleri öğretmen yetiştiren sıradan kurumlara dönüştürdü. Demokrat Parti 1950’de iktidara geldiğinde hepsini kaldırdı.
Cumhuriyet’in, Sultan Mahmut zamanında başlatılmış ve İTC’nin 1913-1918 yılları arasındaki yönetimi sırasında hemen hemen tamamlanmış olan, devlet, eğitim ve hukukun laikleştirilmesi sürecini sona erdirmiş olduğu ileri sürülebilir. 1922-1924 yıllarında saltanat ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ve yeni anayasanın ilanı, devletin laikleştirilmesindeki son safhalar olmuş ve İslam’ı Türkiye’nin devlet dini yapan hükmün 1928’de anayasadan çıkartılması bu gelişmeye son noktayı koymuştu.
Cumhuriyetin doğuşundan önce bile, şeriatın rolü hemen hemen yalnızca aile hukukuyla sınırlanmış bulunuyordu. İsviçre medeni yasasının ve İtalyan ceza yasasının 1926’da kabulüyle artık aile hukuku da ulemanın yetki alanından çıkartıldı. Ceza yasası din temelinde derneklerin kurulmasını yasaklıyordu.
Eğitim, 1924 Mart’ında Tevhid-i Tedrisat Kanunu sayesinde artık bütünüyle laikleştirilmişti. Aynı dönemde medreseler kaldırıldı, bunların yerini imam hatip okulları ve İstanbul Darülfünunu’nda kurulan İlahiyat Fakültesi aldı.
1924 yılı, şeyhülislamlık makamının ve Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılmasına sahne oldu. Bu vekaletin yerine, Diyanet İşleri Reisliği ile Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu. Her ikisi de doğrudan Başbakanlığa bağlanmıştı. Devlet, din üzerindeki denetimini böylece sağlamıştı.
Laikleştirmenin gerçekleştiği ikinci alan dinsel simgeler alanıydı. Bu (fes ve sarık gibi) erkeklerin taktıkları geleneksel başlıkların 1925’te men edilmesi ve o yılın Eylül’ünde dinsel kılık kıyafetin ancak camideki ibadet görevlileri tarafından giyilebileceğinin bildirilmesi gibi tedbirlerin en önemli kısmıydı.
Cuma yerine Pazar gününü resmi tatil günü sayan 1935 tarihli yasa kabul edildi.
1926’da Batı takvim ve saatinin, 1928’de Batı rakamlarının ve 1931’de Batı ağırlık ve uzunluk ölçülerinin kabulü, Türkiye’ye sadece daha Batılı bir görüntü vermekle kalmamış, Batı dünyasıyla olan iletişimi de kolaylaştırmıştı.
Meslek kadınları, kadın pilotlar, opera sanatçıları ve güzellik kraliçeleri gibi yeni ve farklı örnekler etkin biçimde özendiriliyordu.
1934’te soyadının kabulü, nüfus kaydı açısından ileriye doğru büyük bir adımdı. Millet Meclisi Mustafa Kemal Paşa’ya soyadı olarak Atatürk adını verdi.
1928’de Latin alfabesi kabul edildi. Osmanlı Türkçesi, Arapça/Farsça alfabenin bir çeşitlemesiyle yazılırdı. Bu alfabe geç dönem yazılı Osmanlıcanın dörtte üçünü oluşturan Arapça ve Farsça sözvarlığına uygun olmasına karşın, Türkçe sözvarlığındaki seslerin ifade edilmesinde son derece elverişsiz kalıyordu; Arapça sessiz harfler bakımından zengin, sesli harflerden yana ise yeterli değildi; oysa Türkçe bunun tam tersiydi. Bunun sonucu olarak kimi zaman tek bir ses için Osmanlı Türkçesi’nde dört farklı işaret bulunuyor, başka bazı sesler ise hiç ifade edilemiyordu.
19. Yüzyıl ortasında basın ve telgraf gibi yeni iletişim araçlarının gelişmesiyle yazılı dil önemli bir iletişim aracı haline gelince, alfabenin ıslahına ihtiyaç duyulmuştu.
Bu konu ilk defa, Tanzimat döneminde,1862’de, ortaya atıldı. İkinci Meşrutiyet döneminde bazı Jön Türk yazarları -Hüseyin Cahit (Yalçın), Abdullah Cevdet, Celal Nuri (İleri)- Latin alfabesinin kabulünü savunmuş, Enver Paşa ise Osmanlıca harflerin ıslah edilmiş bir çeşitlemesini orduda denemişti.
Bu konuda 1923’ten sonra İzmir İktisat Kongresi’nde ve -Şubat 1924’te- Millet Meclisi’nde bazı tartışmalar oldu. Bu sırada muhafazakar ve dinci çevrelerde Latin harflerinin kabulüne karşı hala büyük muhalefet vardı, ama 1925’ten itibaren bu muhalefet susturulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki Türk cumhuriyetler 1926’da Latin alfabesinin kabulüne karar vermişlerdi ve bu gelişme Türkiye’deki tartışmalara ivme kazandırmıştı.
1928 yazında bizzat Mustafa Kemal’in yönetimindeki bir komisyon konuya ilişkin bir rapor kaleme aldı ve Cumhurbaşkanı 9 Ağustos’ta ilk kez, Osmanlı alfabesinin yerini ‘’Türk harflerinin’’ alacağını resmen açıkladı. Bir ‘’alfabe seferberliği’’ ilan edildi ve Mustafa Kemal sonraki aylarda ülkeyi dolaşarak yeni harfler hakkında açıklamalar yapıp herkesin bu harfleri süratle öğrenmesini ısrarla tavsiye etti.
Yeni alfabeyi 1 Ocak 1929’dan itibaren kamu iletişiminde zorunlu hale getiren bir yasa 1 Kasım’da meclisten geçirildi.
Harf inkılabının başarısı dilde reform isteyenleri cesaretlendirdi. 19. yüzyılda okuryazar seçkinlerin Osmanlıca yazı diliyle, Türk halkının konuştuğu dil arasındaki uçurum açılmıştı. Yazı dilini konuşulan dile yaklaştırma girişimleri 19. yüzyıl ortalarında başlamış, Yeni Osmanlılar ilk Osmanlı gazetecileri olarak o zaman öncü rolü oynamışlardı.
İTC yönetimi sırasında bu eğilim pekiştirilmişti. Ziya Gökalp ve onun çevresi dilde Arapça ve Farsça dilbilgisi unsurlarının yerine Türkçe unsurların kullanılmasını ve ‘’gereksiz’’ eşanlamlı sözcüklere itibar edilmemesini savunmuşlar, fakat dilde arılaşma taraftarlarının aksine, günlük dilin parçası haline gelmiş Arapça ve Farsça sözcükleri kabul etmişlerdi.
1932’de Mustafa Kemal, ilk Türk Dil Kurultayı’nın toplanması için girişimi başlattı. Bu kurultayda sadeleşme taraftarıyla ılımlılar kozlarını paylaştı ve galip çıkan birinciler oldu.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Dil Kurumu) kuruldu. Cemiyet üyeleri coşkuyla, Osmanlı sözvarlığının yerine koymak için, lehçelerden ve eski edebi kaynaklardan, hatta Orta Asya’daki Türki dillerden sözcükleri dile kazandırdılar.
1935’te Güneş Dil Teorisi üzerinde çalışıldı. Bu teori, bütün dillerin başlangıçta Orta Asya’da konuşulan, tarihin en eski dönemlerine ait olan tek bir dilden çıktığını, bütün diller içinde bu kökene en yakın olanın Türkçe olduğunu ve bütün dillerin Türkçeden geçerek bu en eski döneme ait olan dilden gelişmiş olduklarını kabul ediyordu.
Kvergic adındaki Viyanalı bir dilbilimci tarafından ortaya atılan bu kuram, Türk dilbilimcileri arasında kuşkuyla karşılanmıştı, buna rağmen Mustafa Kemal bu görüşü desteklemiş, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ne bu kuramın ayrıntısıyla incelenmesini emretmişti.
Cemiyet’in 1936’daki üçüncü kurultayı, kuramı resmen kabul etti ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde kurama ilişkin kurslar açıldı. Bu kuramın başarısı için çok iyi bir pratik neden vardı: Eğer bütün sözcükler aslen Türkçeden geliyorsa, bunları tasfiye etmeye artık gerek yoktu, her türlü sözcük yapma bir etimoloji sayesinde kolaylıkla ‘’ulusallaştırılabilirdi’’.
Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra dilde reform hareketi, atılımını büyük ölçüde kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hareket sürmesine karşın, artık hükümet tarafından faal şekilde teşvik edilmiyordu.
Türk Tarih Kurumunun 1932’de Ankara’da yapılan birinci kurultayında, ‘’Türk Tarih Tezi’’ ilk kez ortaya atıldı. Mustafa Kemal tarafından kuvvetle desteklenen bu kuram, Türklerin, Orta Asya’nın beyaz (aryan) sakinlerinin torunları olduklarını, kuraklık ve kıtlık yüzünden Çin, Avrupa ve Yakındoğu gibi başka bölgelere göç etmek zorunda kaldıklarını ileri sürüyordu.
1930’larda kurulmuş olan iki büyük devlet bankasına Sümerbank ve Etibank adlarının verilmiş olması bu yaklaşımın bir sonucudur.
Bu kuram Türklere kendi geçmişleri ve kendi ulusal kimlikleri için yakın geçmişten yani Osmanlı döneminden bağımsız bir övünç duygusu vermeyi amaçlıyordu. Hititlerin (ve Truvalıların) ilk Türkler olduklarının söylenmesi, Anadolu’nun çok eski zamandan beri bir Türk ülkesi olduğunu iddia ederek, Cumhuriyet yurttaşlarının köklerini yaşadıkları topraklara da uzandırmış oluyordu.
Tarih tezi, Kemalist yönetimin, yeni bir ulusal kimlik ve güçlü bir ulusal birlik kurmaya çalışırken kullandığı araçlardan biriydi.
Tarih tezinin bir parçası olan ulusçuluk, Batı usullerinin benimsenmesini kolaylaştırmaya hizmet etti. Milliyetçilik bir taraftan, Türklere bilhassa da genç kuşaklara, kimi zaman üstünlük duygusuna çok yaklaşan, güçlü bir ulusal kimlik ve ulusal övünç duygusu aşılamıştı ve bu bir anlamda, Avrupa’yı izleme ihtiyacını psikolojik olarak dengeliyordu.
Toplumsal yaşamın laikleştirilmesinde atılan en önemli adım, tarikatların kaldırılması idi. Kapatılmaları kararı Eylül 1925’te duyuruldu ve Kasım 1925’te yürürlüğe kondu.
Tarikatler, Batı’nın ekonomik, siyasal ve kültürel etkisinin artmasına karşı tepkinin bir parçası olarak, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında daha da etkin hale gelmişlerdi.
Bektaşi tarikatı hem İTC’yi hem de Anadolu direniş hareketini desteklemişti. Mevlevi tarikatı kendi taburlarını Birinci Dünya Savaşı’na göndermişti. Öte yandan, Nakşibendi tarikatı üyeleri hem 1909’daki (31 Mart) hem de 1925’teki Kürt isyanını yönlendirmişlerdi.
Siyasal konumları her ne olursa olsun, bunların yaygın tekke ve türbe ağları, müritlerin şeyhlerine zorunlu itaatleri ve kapalı ve esrarlı tarikat kültürü, onları modern, merkeziyetçi bir ulusal hükümetin kabul edemeyeceği ölçüde bağımsız kılıyordu.
Kemalistler, laikleştirme hamlesini resmi, kurumlaşmış İslam’ın ötesine yaymak suretiyle, popüler dinin giyim, muska, falcılar, kutsal şeyhler, evliya türbeleri, hacca gitme ve bayramlar gibi en önemli unsurlara kadar uzatmışlardı. Bu tedbirlerin yol açtığı öfke ve bu tedbirlere gösterilen direniş, örneğin, yalnızca din için bir önem taşıyan hilafetin, şeyhülislamlığın ya da medreselerin kaldırılmasına duyulan öfke ve direnişten çok daha büyüktü.
Tarikatlar büyük ölçüde yeraltına kaydı, ancak otoriter -özellikle 1940’larda- git gide etkisi azalan bir yönetim biçiminin dayatılması ve popüler İslam’ın bastırılması yoluyla hükümet İslam’ı muhalefetin bir aracına dönüştürdü.
Arapça ezanın yerini, 1932’de devlet konservatuarı tarafından bestelenen Türkçe ezan aldı.
Said-i Nursi’nin 1930’larda kurmuş olduğu hareket çok önemli bir dinsel odaktı. Nursi’nin Jön Türklerle inişli çıkışlı bir ilişkisi olmuştu: 1909 karşıdevrimine katılmış, ama Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa propagandacısı olmuştu; ulusal direniş hareketini desteklemiş, ancak 1923’te bu hareketin laik eğilimleri konusunda uyarıda bulunmuştu.
Said-i Nursi, Şeyh Sait isyanından sonra önde gelen diğer Kürtlerle beraber tutuklanmış ve Isparta’da ikamete mecbur tutulmuştu. 1920’lerden itibaren ortaya koyduğu düşünceler daha sonra toplu şekilde Risale-i Nur’da yer aldı. Risale-i Nur’da Müslümanlara, Allah’ın birliğini yaşamlarına temel almaları, ayrıca modern bilim ve teknolojiyi öğrenmeleri ve bunları, toplumsal birliktelik için tek gerçek temel olan İslamiyet davasında kullanmaları bildiriliyordu.
Said doğrudan siyasal bir faaliyet içine girmedi. Kemalist dönem boyunca yazıları yasaklanmış, ancak genişleyen mürit çevresi tarafından el yazısıyla çoğaltılmıştı. Ölümünden sonra, Nurculuk akımı büyümeye devam etti, Türkiye’de ve yurt dışındaki göçmen Türk işçileri arasında etkin hale geldi.
Kemalistler kasaba ve kentlerde, kendi pozitivist, laik ve modernlik taraftarı ülkülerini destekleyen grubu çarpıcı şekilde genişletmeyi başarmışlardı. Kemalist devrimin kasabalardaki temsilcileri bürokratlar, subaylar , öğretmenler, doktorlar, avukatlar ve büyük ticari işletmelerin girişimcilerdi. Sanatkar ve küçük esnaf ise bastırılmış geleneksel kültürün belkemiğini oluşturmaktaydı.
Reformlar Türk halkının büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin yaşamını hemen hemen hiç etkilememişti. Anadolulu bir köylü ya da bir çoban hiç fes giymemişti, bu yüzden de fesin kaldırılmasından dolayı özel bir endişeye düşmemişti. Karısı zaten peçe takmazdı, ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu. 1934 yılında soyadı almak zorunda kalmıştı.
Yeni Medeni Kanun çokeşliliği yasadışı kılmıştı, ama çokeşliliğe paraca gücü yeten çiftçiler, gerekirse çoklukla yapıldığı üzere, eve ikinci kadın alabilmekte; bu kadınla evlenmeksizin ondan doğan çocuklarını resmi nikahlı eşinin kütüğüne geçirebilmekteydiler.
Reformları köylere götürmek, modern teknikleri yaymak, laik ve pozitivist bir tutum aşılamak için de girişimler vardı. ‘’Halkevleri’’ bu türden bir girişimdi. Bir diğeri de ‘’Köy Enstitüleri’’nin kurulmasıydı.
1935’te, kırsal kesimdeki cehalet sorunuyla mücadele etmek için bir okuma yazma seferberliği başlatıldı. O tarihlerde, 40 bin Türk köyünden yalnızca, yaklaşık 5000’inde okul bulunuyordu.
Orduda okuma ve yazmayı öğrenmiş olan genç köylüleri alıp bunlara altı aylık bir kurs vermek ve sonra köylerine eğitmek olarak göndermek yöntemi izlendi. Bu çözümün yetersiz olduğu anlaşılınca, İsmail Hakkı Tonguç’a kendi düşüncelerini uygulama ve enstitülerde tecrübe etme fırsatı tanındı; bu enstitülerde köy gençleri ilkokul öğretmenleri olarak eğitilecek, aynı zamanda da modern teknik ve tarımsal beceriler kazanacaklardı.
Köy Enstitüleri devam ettikleri süre boyunca çok başarılı oldular. Muhalefet, enstitüleri komünizm propagandasını yaymakla suçluyordu. Hükümet 1948’de enstitüleri öğretmen yetiştiren sıradan kurumlara dönüştürdü. Demokrat Parti 1950’de iktidara geldiğinde hepsini kaldırdı.
Meclisin dağıtılması ve sıkı şekilde denetlenmiş seçimler; yeni bir partinin, Halk Fırkası’nın kurulması ve bu partinin bütün Müdafaa-i Hukuk örgütünü devralması, Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal konumunu pekiştiren gelişmelerdi.
Doğmakta olan yeni Türk devletinin esas niteliği henüz belli değildi. Osmanlı Saltanatı yaklaşık 1 yıl önce kaldırılmıştı. Ülke, sadece Meclis başkanını değil bakanları, vekilleri de doğrudan seçmiş olan Millet Meclisi tarafından yönetilmekteydi. 1922’de halifelik yalnızca dinsel bir memuriyet olarak düşünülüyordu.
Ekim ayında meclis, meclis ikinci başkanlığı ve dahiliye vekaleti için hükümetin gösterdiği adayları reddedip, bu mevkilerden ilki için Hüseyin Rauf (Orbay)’ı diğeri için de Sâbit Sağıroğlu’nu seçince güvensiz bir durum oluşmuştu. Bu durum karşısında Başvekil Ali Fethi (Okyar) hükümeti, Mustafa Kemal Paşa tarafından ikna edilince hükümet istifa etti.
Bu gelişme meclise, bu hükümeti yeni bir vekiller heyetiyle değiştirme görevi yüklüyordu. Mustafa Kemal Paşa, kendisine yakın olan vekillere görev kabul etmemelerini telkin edince bu mümkün olmadı.
Meclis kendisine danıştığında Mustafa Kemal Paşa, seçilmiş bir cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı tarafından atanmış bir başvekili ve bir kabine sistemi olan Cumhuriyet ilan edilmesi teklifini sundu. Çoğunluk bu teklifi kabul etti ve 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve ilk başvekili İsmet (İnönü)’ydü.
Bu karar bağımsızlık savaşında önemli rol oynayan Hüseyin Rauf, Ali Fuat (Cebesoy), Adnan (Adıvar), Refet (Bele) ve Kazım (Karabekir) başkentte olmadıkları bir dönemde alınmıştı. Bunlar, İstanbul basınındaki mülakatlarda bu ilana öfkeyle tepki gösterdiler.
Bu dönemde hükümet İstanbul’da son derece gözden düşmüştü. Bunun nedeni ise Cumhuriyetin ilanından çok, hükümetin iki hafta önce Ankara’yı resmen Türkiye’nin yeni başkenti yapmış olmasıydı.
Rauf’un (devletin müstebit olduğu yolundaki üstü kapalı suçlamasını içeren) eleştirel yorumları, Halk Fırkası meclis grubu içinde şiddetli bir tartışmaya yol açtı ve bu tartışma partiyi Aralık ayında neredeyse bölünme noktasına getirdi.
Kasım ayında İstanbul Barosu başkanı Lütfi Fikri basına, halifeye hitaben bir açık mektup göndererek, ondan daha etkin olmasını istemiş ve benzer bir mektup iki ünlü Hintli Müslüman Emir Ali ve Ağa Han tarafından hem başvekile hem de basına gönderilmişti.
Mektup Başvekil İsmet Beye ulaşmadan İstanbul’da yayınlanmış, bu ise İsmet Beyi ve meclisteki taraftarlarını sinirlendirmişti. Lütfi Fikri’nin mi yoksa gazetelern mi devlete ihanet ettiğini araştırması için İstanbul’da bir İstiklal Mahkemesi kuruldu. Gazete yöneticileri aklanmasına rağmen Lütfi Fikri beş yıl hapis cezasına mahkum edildi.
1 Mart’ta yeni yasama yılının başlamasının hemen ardından Hilafet kaldırıldı ve Osmanlı hanedanı mensuplarına ülkeden ayrılmaları bildirildi.
Yoğun tartışmalardan sonra Cumhuriyet Anayasası kabul edildi. Bu Anayasa 1876 Osmanlı Anayasası’nın yerini almıştı. 1876 Anayasası, 1909’da, Ocak 1921’de de değişikliğe uğramıştı.
Doğmakta olan yeni Türk devletinin esas niteliği henüz belli değildi. Osmanlı Saltanatı yaklaşık 1 yıl önce kaldırılmıştı. Ülke, sadece Meclis başkanını değil bakanları, vekilleri de doğrudan seçmiş olan Millet Meclisi tarafından yönetilmekteydi. 1922’de halifelik yalnızca dinsel bir memuriyet olarak düşünülüyordu.
Ekim ayında meclis, meclis ikinci başkanlığı ve dahiliye vekaleti için hükümetin gösterdiği adayları reddedip, bu mevkilerden ilki için Hüseyin Rauf (Orbay)’ı diğeri için de Sâbit Sağıroğlu’nu seçince güvensiz bir durum oluşmuştu. Bu durum karşısında Başvekil Ali Fethi (Okyar) hükümeti, Mustafa Kemal Paşa tarafından ikna edilince hükümet istifa etti.
Bu gelişme meclise, bu hükümeti yeni bir vekiller heyetiyle değiştirme görevi yüklüyordu. Mustafa Kemal Paşa, kendisine yakın olan vekillere görev kabul etmemelerini telkin edince bu mümkün olmadı.
Meclis kendisine danıştığında Mustafa Kemal Paşa, seçilmiş bir cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı tarafından atanmış bir başvekili ve bir kabine sistemi olan Cumhuriyet ilan edilmesi teklifini sundu. Çoğunluk bu teklifi kabul etti ve 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve ilk başvekili İsmet (İnönü)’ydü.
Bu karar bağımsızlık savaşında önemli rol oynayan Hüseyin Rauf, Ali Fuat (Cebesoy), Adnan (Adıvar), Refet (Bele) ve Kazım (Karabekir) başkentte olmadıkları bir dönemde alınmıştı. Bunlar, İstanbul basınındaki mülakatlarda bu ilana öfkeyle tepki gösterdiler.
Bu dönemde hükümet İstanbul’da son derece gözden düşmüştü. Bunun nedeni ise Cumhuriyetin ilanından çok, hükümetin iki hafta önce Ankara’yı resmen Türkiye’nin yeni başkenti yapmış olmasıydı.
Rauf’un (devletin müstebit olduğu yolundaki üstü kapalı suçlamasını içeren) eleştirel yorumları, Halk Fırkası meclis grubu içinde şiddetli bir tartışmaya yol açtı ve bu tartışma partiyi Aralık ayında neredeyse bölünme noktasına getirdi.
Kasım ayında İstanbul Barosu başkanı Lütfi Fikri basına, halifeye hitaben bir açık mektup göndererek, ondan daha etkin olmasını istemiş ve benzer bir mektup iki ünlü Hintli Müslüman Emir Ali ve Ağa Han tarafından hem başvekile hem de basına gönderilmişti.
Mektup Başvekil İsmet Beye ulaşmadan İstanbul’da yayınlanmış, bu ise İsmet Beyi ve meclisteki taraftarlarını sinirlendirmişti. Lütfi Fikri’nin mi yoksa gazetelern mi devlete ihanet ettiğini araştırması için İstanbul’da bir İstiklal Mahkemesi kuruldu. Gazete yöneticileri aklanmasına rağmen Lütfi Fikri beş yıl hapis cezasına mahkum edildi.
1 Mart’ta yeni yasama yılının başlamasının hemen ardından Hilafet kaldırıldı ve Osmanlı hanedanı mensuplarına ülkeden ayrılmaları bildirildi.
Yoğun tartışmalardan sonra Cumhuriyet Anayasası kabul edildi. Bu Anayasa 1876 Osmanlı Anayasası’nın yerini almıştı. 1876 Anayasası, 1909’da, Ocak 1921’de de değişikliğe uğramıştı.
Özet gecicek olursak genel başkanlıktan istifa etmediği açıklamadır.
(bkz: 26.06.2018 kemal kılıçdaroğlu basın açıklaması)ndan sonra, 5-6 gencin oturarak başlattığı, büyümesini beklediğim eylem.
gezgin sözlük'ün aylık girdi sayısına göre 14. olduğu sıralamadır.
genel görünüm:
1-2-3'te her zamanki gibi ekşi sözlük, uludağ sözlük ve dünya sözlük görülürken,
4-5-6 sıralarda ise instela, galatasaray sözlük ve süslü sözlük aldı.
7-8-9-10. sırada ise kutup sözlük, nar sözlük, zengin sözlük ve kulzos yer almakta
aylık tanım sayısına göre yapılan interaktif sözlükler sıralaması'na ve açıklamalara ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz:
burada
interaktif sözlükler sıralaması formatsız sözlükler-gümüş ligi sıralaması için.
temmuz 2018 sıralamasında görüşmek üzere.
genel görünüm:
1-2-3'te her zamanki gibi ekşi sözlük, uludağ sözlük ve dünya sözlük görülürken,
4-5-6 sıralarda ise instela, galatasaray sözlük ve süslü sözlük aldı.
7-8-9-10. sırada ise kutup sözlük, nar sözlük, zengin sözlük ve kulzos yer almakta
aylık tanım sayısına göre yapılan interaktif sözlükler sıralaması'na ve açıklamalara ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz:
burada
interaktif sözlükler sıralaması formatsız sözlükler-gümüş ligi sıralaması için.
temmuz 2018 sıralamasında görüşmek üzere.
Dakikalar önce açıklanan ülkemize müthiş seçim hediyesi olarak verildiğini düşündüğüm içilen her şeye getirilen %20lik civardaki zamlardir.
İşte girip çıkamayanlar
Edit : çilekli link
İşte girip çıkamayanlar
Edit : çilekli link
2018 dünya kupası'nın çeyrek final açılış maçı. muslera'sı olan kazansın.
belçika'nın kazanmasını istediğim 2018 dünya kupası 2. çeyrek final maçı.