o zamanlar başçavuş sokakta oturuyoruz. doksanlı yılları pek sevemedim ben. tıpkı bugünlerdeki gibi o zamanlar da yeni yeni zenginler türemişti her yerde. top oynadığımız sokak artık arabalarla dolmaya başladı. saat akşam oldu mu maçları artık yarıda bırakmak zorunda kalıyorduk zira işten çıkanlar arabalarını bizim minyatür kalelerimizin üstüne park ediyorlardı. biz de çaresizce arabanın kadranına bakıp "ohaa 220 basıyormuşlarla" teselli ediyorduk kendimizi. müteahitler, dış ticaretciler, bürokratlar, tacirler doluşmaya başladı sokağımıza. yavaş yavaş kıyafet, araba, saat, kot pantolan markalarını öğrenmeye bile başlamıştım. haberler desen ya pkk bir yerleri basıyordu ya da özel hareket polisleri hücre evlerine operasyon düzenliyor "yasa dışı bir sol örgüt" militanlarını ölü olarak ele geçiriyordu. hatta ilkokul kitabımda bile bizans imparatorunun istanbul'un fethinde ölü olarak ele geçirildiği yazıyordu. öyle bir dönemdi işte doksanlı yıllar ya ölü olarak ele geçiriliyordun ya da birilerini ölü olarak geçiriyordun.

24 ocak günü ben yine halının üstünde elektrikli sobalı odamda araba oynuyordum. ranzanın ilk katında abim de kitap okuyordu. annem yıkılmış bir şekilde odamıza girdi şimdiki 4+1 lüks evlerdeki ütü odası kadar bir oda işte. "uğur mumcu'yu öldürdüler" dedi. abim yataktan fırladı hemen hep beraber annemlerin yatak odasına gittik. evde tek televizyon vardı o da yatak odasındaydı. bize gelen mahalle arkadaşlarım hep sorardı "neden salonunuzda televizyon yok" diye. gerçekten neden yoktu acaba. babama sorduğumda cevabı netti: "salonda televizyon olunca misafir geliyor iki sohbet edemiyoruz, ailemle iki sohbet edemiyorum.". yatak odasına girdik hep beraber. babam "iran falan yapmadı kontrgerilla yaptı" diyip duruyordu. evde resmen bir matem havası vardı. zaten solcu bir ailenin evinde yaşıyorsanız sadece eve annenizin babanızın solcu arkadaşları geldiğinde bir bayram havası olurdu o da 12 eylül konusu açılana kadar.

öylece haberleri izledik. renault marka araba. babam "herkes biliyordu bu suikastin olacağını hatta uğur mumcu bile neden arabasına uzaktan kumanda yerleştirmedi arabasını uzaktan kumandayla çalıştırmadı" diyor annem de "100 metre ötesinde polis kulubesi varmış o polis görmedi mi?" diyordu. demirel, ismet sezgin faili meçhul cinayetleri aydınlatacaklarına dair şerefleri üzerine yemin ediyordu. ilk kez evimizden biri ölmüştü. hiç tanımadığım o zamana kadar yüzünü bile görmediğim biri için ben bile çok üzülüyordum, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuştum. o suikast benim hayatımın dönüm noktasıydı. yaşıtlarım barış manço a de bakayım a bi de ye şimdi bi de ı oku bakıyım ayı derken ben "bu yolda dönenler oldu mum gibi sönenler oldu" diye mırıldanıyordum artık. eminim o gün abim de kafasına koymuştu ankara üniversitesi iletişim fakültesini.

akşam oldu evde yas havası sürüyordu. babam küçük rakının dibindeki son iki kadehten birini kendine diğerine abime koydu. beni de kucağına oturttu hiç bir şey söylemeden öylece rakısını yudumladı. abim daha lise öğrencisi olduğu için pek içemiyordu ama inanılmaz gururluydu. annem geldi anteni kırık rew tuşu olmayan teyibin play tuşuna bastı. ahmet kaya kararlı sesiyle "bir sen kaldın geriye, bir sen kaldın geride, ah akıp gidiyor hayat yüreğim anlıyor seni yorgun demokrat". o anda gözyaşlarına boğuldum. babam gözyaşlarımı sildi sonra alnımdan öptü. bu çocuk kime çekti böyle sarı çiyan deyip gülümsedi.

ahiretteki mekanını bilmem ama bizim dünyamızda mekanın cennettir. değiştirdiğin, aydınlattığın, aydınlatacağın hayatlar için teşekkür ederiz.
adam eşinden boşanmış 65 yaşında kamyoncu, köyde adam karısını aldatıyor diye iftira atıyorlar, kadın boşanmak istiyor adamdan. adam da memleketine taşınp işine devam ediyor
gümlet medya projesi ; start-up,yatırım ve girişimcilik hakkında güzel bilgilerin konuşulduğu, yerli podcast.
04/04/2015'de ilk bölümlerini yayınladıklarının üzerinden , entry tarihi itibariyle 126 bölüm geçmiş.

podcast alanında türkiye'de güzel işler yapan, ufuk açan nadir kanallardandır.

web sayfası
amcamız ilkokulu 10 yılda bitiremedim diyor. interneti kullanabilecek biri değil ki siri en yakın veterineri göster desin. sade, halkın içinden gelmiş emekçi bir amca. o tavuk belki de geçim kaynağı onun için o yüzden o kadar değer veriyordur. bu yüzden gördüğüm aşırıya kaçan eleştirileri gereksiz buluyorum. ben videoyu izlerken tafuğa, felsefik yorumlamalara odaklanıyorum sizde öyle yapın tafuk
bu gezme işlerinde en sevdiğim, en takdir ettiğim abidir kendisi. instagram ve twitter'da da takip ederim. dünyaya bakışını ve gezgin kafasını bayağı sevdim.

şu sıralar patika travel'la sıradan tur kafasından farklı, oldukça başarılı işler yapıyorlar.

ayrıca beşiktaş'ta gördüm, bir kez daha görürsem biraya davet edeceğim.
Christopher Mccandless, bildiğimiz adıyla Alexander Supertramp.
Etkinlendiği kitaplar;
lev tolstoy - aile mutluluğu
jack london - beyaz diş
henry david thoreau - doğal yaşam ve başkaldırı
mark twain - huckleberry finn'in serüvenleri
jack london - vahşetin çağrısı
mektuplarından kendisinin tolstoy'a inanılmaz bir hayranlık duyduğunu görüyoruz. deli gibi kitap okuyor, çantasından hiçbir zaman bunu eksik etmiyor. şüphesiz yazdıklarında da farklı bir çocuk olduğu ortaya çıkıyor. hikâyesi ne zaman günlük hayatta karşımıza çıksa trajik fakat bir o kadar da hayranlık uyandırıcı geliyor. kariyeri, aileyi ve çocukluğumuzdan beri bize dikte ettirilen, sorumluluk kisvesi altında bizi kısıtlayarak köleleştiren her şeyi siktir edip, hayâlimize doğru koşar adım gitmek. burada onun hayâli doğanın kendisiydi, bunu da alaska temsil ediyordu. kuşkusuz bu sorumluluktan kaçmak değildi. daha büyük bir sorumluluktu. büyük bir beceri, hayatta kalma güdüsü ve özveri istiyordu. mccandless bunu büyük oranda başardı, fakat son hedefine, yani alaska'ya câhilane bir şekilde hazırlıksız gittiği yörenin ileri gelenleri tarafından sürekli dillendirilmişti. yeterince araştırma yapmamıştı veya yöre insanının abarttığını düşünüyordu. zaten yaşlılar, her zaman gençlere bir şeyleri yapamayacağını öğretmekle yükümlü hissetmez mi kendini? mccandless her şeyden önce özgürlüğün, gençliğin ve insanın yozlaşmış halinden çıkarak doğayı kucaklamasının sembolü hâline geldi. şüphesiz onun gibi, hattâ ondan daha ötesini başarmış bir sürü insan var. fakat o bu yolda hayatını kaybetti, hemde duyulduğunda insanı sarsan bir biçimde. işte bu yüzden ona efsane diyoruz.
gördüğüm en tuhaf hayata sahip, çok kötü, keşke böyle olmasaymış diyeceğiniz bir şekilde ölen çılgın, gezgin, süperberduş!
ölmeden önce yaşadıklarıyla ilgili bazı tuhaflıklar var.
mccandless, açık bir şekilde geri dönmek istiyor. bunun için nehri geçmesi gerekiyor, ama karlar eridikten sonra nehrin suyunun arttığını görüyor, geçemiyor. bu noktada bazı sorular var.
bölgenin yerlileri, mccandles'in otobüs-ev'inin nehre en yakın kısmının yakınlarında nehrin genişlediğini ve derinliğin azaldığını söylüyorlar. haklı olarak neden geçmeyi denemedi diyorlar.
şu meşhur fotoğrafında(otobüsün önündeki ) gömleğin sağ kolunun boş olduğu görülüyor. burada iki ihtimal var.
birincisi, chris kolunu kaybetmiş olabilir.
ikincisi, chris, yaralıyım notunda kolunu kast ediyordu, kolu kırılmış ve gömleğin içinde sargıda duruyor olabilir.
işte bu sebepten dolayı chris'in tek kolla nehri geçemeyeceğini düşündüğü için geri döndüğünü ve orada kaldığını düşünüyorlar.
ölüm sebebi açlık. cesedi bulunduğunda 30 kg olarak ölçülmüş. bu açlığın, daha doğrusu zayıf düşmenin sebebininse büyük ihtimalle yabani patates tohumları olduğu düşünülüyor.
chris günlüğüne "patates tohumları büyük hata" diye not düşüyor. öyle görünüyor ki yediği bu patates tohumları onu zehirledi. bu tohumlarla ilgili şöyle bir durum var, normal şartlarda herhangi bir olumsuz etkiye sebep olmazken, zayıf beslenme durumunda sindirim sistemini felç ediyor. nitekim öyle de oluyor.
ama şunu tekrarlamak gerekir, mccandless, son notunda alexander supertrampismi yerine christopher mccandles ismini kullanarak artık ölümün yaklaşmasının verdiği duygularla da, geri dönmek istediğini belli ediyor. belki bir pişmanlık, özlem içinde.. bunu da günlüğündeki "mutluluk paylaşıldığında gerçektir" sözünden anlıyoruz aslında. kendisi yalnız..
ölümünün 19 gün sonrasında bir avcı tarafından cesedi bulunuyor ve 30 kg olarak tartılıyor. aslında şunu sorabilirim, bu adam 100'ü aşkın gündür oradaydı ve bu avcı/avcılar hiç geçmedi mi oradan? neden hiçbir şekilde chris ile karşılaşmadılar.. 19 gün daha dayansaydı belki de..
bu noktada değinmem gereken bir konu daha var.
bazı yazarlar chris'i hayvan avladığı için eleştirmişler. şimdi ben onlara soruyorum, doğada başka nasıl hayatta kalmasını bekliyordunuz?
yani gerçekten, bu adam doğada yaşıyor. ve birileri de çıkıp hayvan avladığı için adamı eleştiriyor. açlığının sebebi, patates tohumlarından zehirlenip halsiz düşmesi kadar, hayvan avlayamaması. hayvan avlayamaması da bu noktada ölümüne sebep oluyor zaten.

insanların doğal olmayan, para odaklı, güç odaklı, yalan odaklı düzenlerinden sıkılıp kendine vahşi doğaya, belki de özüne bırakan christoper johnson mccandless, 24 yaşında, otobüs-evi'nde 30 kg olarak açlıktan öldü. cesedi 19 gün sonra avcılar tarafından bulundu ve külleri alaska'dan aşağı bırakıldı.
keşke böyle ölmeseydi, keşke.
not. o yaralı gülüşünün ardında bir pişmanlık, kapana kısılmışlık hissinin olması, her fotoğrafına baktığımda aklıma geliyor. neden beni bu kadar üzdü bilmiyorum. belki yapamadığımı başarmıştı. ama 24 yaşında gitmemeliydi..
türkiye'de 1973-1980 yılları arasında ortaya çıkan ve sınırlı bir süre yaşam alanı bulabilen toplumcu belediyecilik anlayışı, kendi dönemindeki yerel ve merkezi yönetim anlayışını derinden etkilemiştir. Bu belediyecilik anlayışının ortaya çıkmasında birçok faktör önemli etkide bulunmuştur. Dönem içinde büyükşehirlerde gecekondu hareketinin yavaş yavaş ortaya çıkması ve bu alanlarda yaşayan insanların oy davranışlarını değiştirmeleri, bu şehirlerde belediye yönetimine merkezi iktidardan farklı siyasal partilerin gelmesine yol açmıştır. Bu durum daha önce görülmeyen bir merkez-yerel çatışmasına dönüşmüştür. Ortaya çıkan bu mücadele alanı sonucunda yerel yönetimler merkezin ekonomik ve politik baskılarına maruz kalmıştır. Bu baskılardan kurtulma çabası içine giren yerel yönetimler ise, deneyimlerle ortaya çıkan bir belediyecilik anlayışı oluşturmuşlardır. (bkz: fatsa belediyesi)