internetin en geniş film veri tabanıdır. burada bir filmi izlemeden önce aldığı puana ve hakkında yapılan yorumlara bakarak fikir sahibi olabilirsiniz. sevdiğiniz oyuncu ya da yönetmenlerin filmlerine kronolojik olarak ulaşabilme özelliği tatmin edicidir. genelde yeni çıkan filmlerin puanları daha filmi bile izlemeden 10 puan veren hayran kitleleri yüzünden yanıltıcı olabiliyor. o yüzden yeni çıkan filmlerin puanlarını dikkate almamak lazım.
O efsane (bkz: haramiler) şarkısı.
https://www.youtube.com/watch?v=alg5f2JdFVk
duvarları maviye boyadım
maviyi çok seversin
penceremde menekşeler dizili
sularken şarkı söylersin
gramafon da eski alaturka
hoşuna gider bilirim
o yaz evinin içinde
denize nazır
sabaha kadar bekledim seni
birden dalgalar dedi ki gelmeyeceksin
birden çıktım viraneden
koşa koşa indim kumsala
acı acı sövdüm sonra
yüzümü kırbaçlayan rüzgara
duvarları maviye boyadım
maviyi çok severdin
https://www.youtube.com/watch?v=alg5f2JdFVk
duvarları maviye boyadım
maviyi çok seversin
penceremde menekşeler dizili
sularken şarkı söylersin
gramafon da eski alaturka
hoşuna gider bilirim
o yaz evinin içinde
denize nazır
sabaha kadar bekledim seni
birden dalgalar dedi ki gelmeyeceksin
birden çıktım viraneden
koşa koşa indim kumsala
acı acı sövdüm sonra
yüzümü kırbaçlayan rüzgara
duvarları maviye boyadım
maviyi çok severdin
İstanbul'un aktarma başkenti. Cevizlibağ (bkz: atatürk öğrenci yurdu) efsanesi. Hayatın bir durağı ama bildiğiniz gibi değil.
ülkenin hali gibi yurt. nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça insanların bulunduğu yer. Burada bulunanlar iyi bilirler ne demek istediğimi.
avrupa yakasının delikanlı ve bıçkın karakteridir. aklında sürekli köşeyi dönme fikri olan, çakallığının yanında tertemiz kalbi olduğundan da kimsenin şüphesi yoktur.
gagalı memeli olan canlıdır. hatta yarı memeli diye de anılır. yumurtlayarak çoğalır. boyu 40-60 cm arasında değişen ornitorenkler doğu avusturalya ve tazmanya'da yaşayan canlılardır.
daha önce yazdığım sözlüklerde de yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri, ara ara beyin fırtınası yapmak için gözden geçirebileceğim doğaçlama kısa paragraflar yazmak. aklıma gelen bir öykü olur mesela, yazamam; sadece girişini yapar ve bırakırım.
siyasi bir metin yazacakken (muhtedir yanlısıyla muhalifiyle siyasete bakışımızın eleştirisi) baktım yazamıyorum biraz deliliğe vurdum alttaki yazımsı çıktı.
yerinizde olsam okumazdım, çünkü gözden geçirmedim ve çok sıkıcı bir metin olabileceğini düşünüyorum.
yukarıdaki açıklamanın da siyasi çekincelerle herhangi bir alakası yoktur. gereksiz eleştiriden sakınmak ve sözlük okurlarının düşünsel dünyasını korumak amaçlı bir uyarı olduğu söylenebilir.
Televizyonu açtığımda sevmediğim adam sevdiğim adama hakaretler savuruyordu. Bütün kanallar bu küfürleri dakikalarca yayınlıyordu. Sevdiğim adam çıkıp “senin ellerin kanlı demişti” ona bir toplantıda. Sevmediğim kanallar o konuşmayı hiç göstermedi. Sadece sevdiğim adamın sevmediğim adama hakaret ettiğini ve sevimsiz mendeburun avukatlarının konuyu yargıya taşımak için gerekli girişimleri başlattığını söyleyip birkaç küfür de onlar etti.
Canımdan çok sevdiğim bu ülkede yaşamaktan nefret ediyorum. Ah bir fırsatını bulsam kaçar giderim. Mesela Almanya’ya. Her gün baleye, operaya giderim. Güzel bir bisiklet alırım. Siyah, gidonu yukarıda olanlardan. Berlin sokaklarında caddelerinde insanlara gülümseyerek pedallarım. Yağmur yağmazken tabi. Yazın kanvas pantolonun üzerine eski gömlekler giyerim, kışın da kadife pantolonla renkli kazaklar. Alexanderplatze’ye pek uğramam, Kızılay gibi orası.
Kuzey Kore’ye gitsem orada da yaşar mıyım. Yaşarım galiba. Peki ya ülkemi nasıl bırakırım? (Bu soru Almanya’ya giderken nedense aklıma gelmedi) Buradaki halk benim halkım. Benim doğduğum topraklar. Bunu söylediğimi babam duysa şaşar kalırdı; ama burası benim atalarımın yaşadığı ve kültürüyle, ağacıyla, gölüyle bana-bize miras bıraktığı ülke. Bu ülke siyaseti benim için bir gurur meselesi. Bu halkın refahı bir onur meselesi. Bu saatten sonra, bu diktatöre ülkeyi bırakacaksak yuhlar olsun bize. Kuzey Kore meselesi diyorduk. Kuzey Kore’de Kim Jong Un’un emrinde bir asker olsam nasıl olurdu acaba? Hadi ya bana şehirdeki 23-28 yaş arasındaki en güzel kadını bulup getirmemi emretse.. Sıkıntı büyük.
Gider bulurum bulmasına da, hadi ya bu şımarık piç, kıza bir fenalık ederse. Kim pezevenginin kadına fenalık edeceğini ve ölmek istemediği varsaysam.. Ya gerçekten şehirdeki en güzel kadını götüreceğim ya da bir başka kişiyi seçeceğim. Peki şehirdeki en güzel kadın olarak tespit ettiğim kadını götürmez de bir başkasını götürürsem tercihimi neye göre yapacağım. Damarlarımda gezinen insan kanının milyarlarca yıldır (alglerden beri) bana verdiği dürtüler güzel olanın başına sağlıklı nesillerin devamı için bir fenalık gelmemesi gerektiğini söylüyo. Kötü olduğunu değerlendirdiğim bir kadını tutar kolundan götürürüm. Bu cevabı vermek benim için de zor oldu.
Halkımız.. Her şeyin en iyisine layık. Üçüncü sayfa haberlerindeki yaratıkları, devletin resmi mercilerinin sümenaltı ettiği vakıalardaki canileri, gözünü kırpmadan tanrı’ya ve onun yarattığına yalan söyleyen dindarları, kadın hakları diye twitter’da kendini parçalayıp babasından kalan mirası elinoğluna (toplumda enişte kavramı) yedirmemek için ablasına yumruk sıkan dallamaları, deodorant diye bir mefhumun varlığından bihaber olup sabah 7’de ter kokmayı nasıl başardığını anlamadığım dalyarakları çıkarsak.. -Ki umarım arada ben de kaynamamışımdır.- Pek fazla kişi de kalmıyoruz da. Güzel bir toplum oluyoruz. Ve bu güzel toplum her şeyin en iyisine layık.
Tamam kabul ediyorum kitapları alıp alıp okumadan kütüphanede biriktiriyoruz. Turgut Uyar dendiği zaman gözlerimiz içimize cin girmiş gibi oluyor, (akı görünüyor filan) Can Yücel dendiği zaman sigaramız 45 derecelik açıyla aşağı bakıveriyor. Olabilir bunlar. Ali Şeriati’yi en iyi biz okuduk, Aşık Mahsuni süper.. Gittiğimiz yerde çok eğlendik, ama o kadar eğlendik ki.
Evet bu biraz böyle.
Beni alt edeceğini sanıyorsun. (Sen kimsin?)
Al o zaman. Yahu artık sosyallik kavramı değişti. Sosyal medya.. Kavram olarak 90’lı yılların ortalarında kullanılmaya başlanmış olmasına inanamıyorum bazen. Neyse.. Bu kavram sosyolojideki tanımları birkaç yıla kadar altüst edecek. Şu an insanı ve toplumları altüst ediyor. Birden bire elimize dokunmatik, bilgisayar kadar işlevsel bir dünya verdiler. Al dediler artık dünyanın bir ucuyla bundan görüntülü konuşabilir, otobüste makale okuyabilir, maçtan canlı yayın yapabilir, sevgiline hangi kazağı alayım diye fotoğraf göndererek sorabilirsin dediler. Bunun nasıl ‘’yok anasının amı’’ bir durum olduğunu görmüyor oluşumuzu tencerede yavaş yavaş kaynatılan kurbağa deneyine benzetiyorum.
Toplum külliyen bir arada hareket ederek sindiremedi bu teknolojiyi. Annem arama çubuğuna “dantel ve kaneviçeden hoşlanan bayanlarla ahbaplık etmek istiyorum” diye yazınca, bunun bütün internet kullanıcıları tarafından görüleceğini sanıyor mesela. (Neden kimse bana yazmıyor, görülmedi mi acaba?)
Çoğumuz bu yeni dünyada kendimize çeşitli profiller oluşturduk. İç dünyamızın önüne o dijital platformu koyduk. Neden? Çünkü birebir iletişim yok! Daha doğrusu birebir iletişime ihtiyaç yok. İç dünyamız bomboş; ama profilimiz dopdolu. Herhangi bir instagram profiline 10 tane fotoğraf koyarak: latin edebiyatını çok seven, şaraptan anlayan, iyi fotoğraf çeken, yeni insanlarla kısa sürede yakın dostluk kuran, her sabah bir kadeh viski içen ve osurmadan uyuyan biri olduğumu anlatabilirim.
Zaten artık insanların cümleleri külli olarak değil, paça parça değerlendiriliyor. Profil sayfaları ise bir rapor gibi inceleniyor. Okuduklarımız bize o insan hakkında bir sürü yalan söylüyor, biz de bu yalanı bilerek bu oyuna devam ediyoruz.
Halkımız içine düştüğü internet batağı artık derin bir çıkmaz halini aldı. Kabul etmek zorundayız ki, internet artık hayatımızın tam merkezinde. Uyumadığımız her dakika internete bağımlı bir gençlik olduğumuzu iddia edilebilir. Çalıştığımız iş yerlerinde de aynı durum geçerli. Elektrik olmadan, su olmadan geçirilen günden çok daha ağır olur internetsiz geçirilen gün, yanılıyor muyum?
Son 15 yılda dünyayı bambaşka bir hale getiren bu dalgayla baş edemedik. Ve onun sancısını uzun yıllar yaşayacağız. Halkımızın feraseti ve asaleti bunun da hakkından gelecektir.
siyasi bir metin yazacakken (muhtedir yanlısıyla muhalifiyle siyasete bakışımızın eleştirisi) baktım yazamıyorum biraz deliliğe vurdum alttaki yazımsı çıktı.
yerinizde olsam okumazdım, çünkü gözden geçirmedim ve çok sıkıcı bir metin olabileceğini düşünüyorum.
yukarıdaki açıklamanın da siyasi çekincelerle herhangi bir alakası yoktur. gereksiz eleştiriden sakınmak ve sözlük okurlarının düşünsel dünyasını korumak amaçlı bir uyarı olduğu söylenebilir.
Televizyonu açtığımda sevmediğim adam sevdiğim adama hakaretler savuruyordu. Bütün kanallar bu küfürleri dakikalarca yayınlıyordu. Sevdiğim adam çıkıp “senin ellerin kanlı demişti” ona bir toplantıda. Sevmediğim kanallar o konuşmayı hiç göstermedi. Sadece sevdiğim adamın sevmediğim adama hakaret ettiğini ve sevimsiz mendeburun avukatlarının konuyu yargıya taşımak için gerekli girişimleri başlattığını söyleyip birkaç küfür de onlar etti.
Canımdan çok sevdiğim bu ülkede yaşamaktan nefret ediyorum. Ah bir fırsatını bulsam kaçar giderim. Mesela Almanya’ya. Her gün baleye, operaya giderim. Güzel bir bisiklet alırım. Siyah, gidonu yukarıda olanlardan. Berlin sokaklarında caddelerinde insanlara gülümseyerek pedallarım. Yağmur yağmazken tabi. Yazın kanvas pantolonun üzerine eski gömlekler giyerim, kışın da kadife pantolonla renkli kazaklar. Alexanderplatze’ye pek uğramam, Kızılay gibi orası.
Kuzey Kore’ye gitsem orada da yaşar mıyım. Yaşarım galiba. Peki ya ülkemi nasıl bırakırım? (Bu soru Almanya’ya giderken nedense aklıma gelmedi) Buradaki halk benim halkım. Benim doğduğum topraklar. Bunu söylediğimi babam duysa şaşar kalırdı; ama burası benim atalarımın yaşadığı ve kültürüyle, ağacıyla, gölüyle bana-bize miras bıraktığı ülke. Bu ülke siyaseti benim için bir gurur meselesi. Bu halkın refahı bir onur meselesi. Bu saatten sonra, bu diktatöre ülkeyi bırakacaksak yuhlar olsun bize. Kuzey Kore meselesi diyorduk. Kuzey Kore’de Kim Jong Un’un emrinde bir asker olsam nasıl olurdu acaba? Hadi ya bana şehirdeki 23-28 yaş arasındaki en güzel kadını bulup getirmemi emretse.. Sıkıntı büyük.
Gider bulurum bulmasına da, hadi ya bu şımarık piç, kıza bir fenalık ederse. Kim pezevenginin kadına fenalık edeceğini ve ölmek istemediği varsaysam.. Ya gerçekten şehirdeki en güzel kadını götüreceğim ya da bir başka kişiyi seçeceğim. Peki şehirdeki en güzel kadın olarak tespit ettiğim kadını götürmez de bir başkasını götürürsem tercihimi neye göre yapacağım. Damarlarımda gezinen insan kanının milyarlarca yıldır (alglerden beri) bana verdiği dürtüler güzel olanın başına sağlıklı nesillerin devamı için bir fenalık gelmemesi gerektiğini söylüyo. Kötü olduğunu değerlendirdiğim bir kadını tutar kolundan götürürüm. Bu cevabı vermek benim için de zor oldu.
Halkımız.. Her şeyin en iyisine layık. Üçüncü sayfa haberlerindeki yaratıkları, devletin resmi mercilerinin sümenaltı ettiği vakıalardaki canileri, gözünü kırpmadan tanrı’ya ve onun yarattığına yalan söyleyen dindarları, kadın hakları diye twitter’da kendini parçalayıp babasından kalan mirası elinoğluna (toplumda enişte kavramı) yedirmemek için ablasına yumruk sıkan dallamaları, deodorant diye bir mefhumun varlığından bihaber olup sabah 7’de ter kokmayı nasıl başardığını anlamadığım dalyarakları çıkarsak.. -Ki umarım arada ben de kaynamamışımdır.- Pek fazla kişi de kalmıyoruz da. Güzel bir toplum oluyoruz. Ve bu güzel toplum her şeyin en iyisine layık.
Tamam kabul ediyorum kitapları alıp alıp okumadan kütüphanede biriktiriyoruz. Turgut Uyar dendiği zaman gözlerimiz içimize cin girmiş gibi oluyor, (akı görünüyor filan) Can Yücel dendiği zaman sigaramız 45 derecelik açıyla aşağı bakıveriyor. Olabilir bunlar. Ali Şeriati’yi en iyi biz okuduk, Aşık Mahsuni süper.. Gittiğimiz yerde çok eğlendik, ama o kadar eğlendik ki.
Evet bu biraz böyle.
Beni alt edeceğini sanıyorsun. (Sen kimsin?)
Al o zaman. Yahu artık sosyallik kavramı değişti. Sosyal medya.. Kavram olarak 90’lı yılların ortalarında kullanılmaya başlanmış olmasına inanamıyorum bazen. Neyse.. Bu kavram sosyolojideki tanımları birkaç yıla kadar altüst edecek. Şu an insanı ve toplumları altüst ediyor. Birden bire elimize dokunmatik, bilgisayar kadar işlevsel bir dünya verdiler. Al dediler artık dünyanın bir ucuyla bundan görüntülü konuşabilir, otobüste makale okuyabilir, maçtan canlı yayın yapabilir, sevgiline hangi kazağı alayım diye fotoğraf göndererek sorabilirsin dediler. Bunun nasıl ‘’yok anasının amı’’ bir durum olduğunu görmüyor oluşumuzu tencerede yavaş yavaş kaynatılan kurbağa deneyine benzetiyorum.
Toplum külliyen bir arada hareket ederek sindiremedi bu teknolojiyi. Annem arama çubuğuna “dantel ve kaneviçeden hoşlanan bayanlarla ahbaplık etmek istiyorum” diye yazınca, bunun bütün internet kullanıcıları tarafından görüleceğini sanıyor mesela. (Neden kimse bana yazmıyor, görülmedi mi acaba?)
Çoğumuz bu yeni dünyada kendimize çeşitli profiller oluşturduk. İç dünyamızın önüne o dijital platformu koyduk. Neden? Çünkü birebir iletişim yok! Daha doğrusu birebir iletişime ihtiyaç yok. İç dünyamız bomboş; ama profilimiz dopdolu. Herhangi bir instagram profiline 10 tane fotoğraf koyarak: latin edebiyatını çok seven, şaraptan anlayan, iyi fotoğraf çeken, yeni insanlarla kısa sürede yakın dostluk kuran, her sabah bir kadeh viski içen ve osurmadan uyuyan biri olduğumu anlatabilirim.
Zaten artık insanların cümleleri külli olarak değil, paça parça değerlendiriliyor. Profil sayfaları ise bir rapor gibi inceleniyor. Okuduklarımız bize o insan hakkında bir sürü yalan söylüyor, biz de bu yalanı bilerek bu oyuna devam ediyoruz.
Halkımız içine düştüğü internet batağı artık derin bir çıkmaz halini aldı. Kabul etmek zorundayız ki, internet artık hayatımızın tam merkezinde. Uyumadığımız her dakika internete bağımlı bir gençlik olduğumuzu iddia edilebilir. Çalıştığımız iş yerlerinde de aynı durum geçerli. Elektrik olmadan, su olmadan geçirilen günden çok daha ağır olur internetsiz geçirilen gün, yanılıyor muyum?
Son 15 yılda dünyayı bambaşka bir hale getiren bu dalgayla baş edemedik. Ve onun sancısını uzun yıllar yaşayacağız. Halkımızın feraseti ve asaleti bunun da hakkından gelecektir.
The oz dizisinde en sevdiğim karakter
almanlar bu işi yapıyor yaaa dedirten, muhteşem içimi ile bira aşkınızı tazeleyen, leziz bir (bkz: malt) bira. farklı bir aroması var ve içerken hiç rahatsız etmiyor.
bu birayla ilgili beni rahatsız eden tek şey okunuşudur. kendimce en uygun telaffuzu "vayhınşitephaynır"dır. almanca bilen bir leydi ya da centilmen doğrusunu yazabilir.
beyaz buğday birasıdır aynı zamanda. henüz bardakta içip, rengini gözlemleme fırsatım olmadı ancak bira gurmesi bir arkadaşım, biranın bardakta duruşunda, koyudan açığa doğru bir renk geçişi olduğunu söyledi. mutlaka deneyeceğim.
Cheers!
bu birayla ilgili beni rahatsız eden tek şey okunuşudur. kendimce en uygun telaffuzu "vayhınşitephaynır"dır. almanca bilen bir leydi ya da centilmen doğrusunu yazabilir.
beyaz buğday birasıdır aynı zamanda. henüz bardakta içip, rengini gözlemleme fırsatım olmadı ancak bira gurmesi bir arkadaşım, biranın bardakta duruşunda, koyudan açığa doğru bir renk geçişi olduğunu söyledi. mutlaka deneyeceğim.
Cheers!
Yazarı Sylvan Clownson bu fankiti, "Yolun sadece bir kısmında geçen bir yolculuk hikayesi" diye tanımlıyor. Daha doğru bir tanım da olamazdı. yazıda melankolik ağzı sevenler mutlaka okumalı!
Öykünün, halihazırda basılmış hali bulunmamakta. En başta bunu çok garip karşılasam da okuduktan sonra neden basılmadığını çok iyi anlıyor insan.
(bkz: fankit)
Öykünün, halihazırda basılmış hali bulunmamakta. En başta bunu çok garip karşılasam da okuduktan sonra neden basılmadığını çok iyi anlıyor insan.
(bkz: fankit)