kadıköy, bostancı, maltepe, kabataş ve kartal'dan kalkan, büyükada, heybeliada, burgaz ada ve kınalı adaya giden vapurdur. Normal vapurdan daha pahalıdır. adaya uğrama sırasına göre varış saati değişir, dikkat ediniz. cumartesi ve pazarları metrobüs kadar dolu olabiliyor.
İstanbul'da 7 ilçede gerçekleşen miting. Sabah Anadolu yakasından başlayıp, akşam saatlerinde son durak Beyoğlu olmuştur.
İsrail başbakanı benyamin netanyahu’nun eşi. Geçenlerde lüks restoranlardan verdiği yemek siparişlerini devletin kasasından ödediği için savcılık suç duyurusunda bulunmuş ve dava açılmış. Adalet..
malum gün geldi çattı a dostlar.biz gençler olarak,yeni nesil hippi gezginler olarak,her şeyden ötesi bu ülkenin sıradan bir vatandaşı olarak elimizi vicdanımıza koymalı,sandığa gitmeli ve oylarımıza sahip çıkmalıyız.
ayrışmaların son bulacağı,ekonominin daha fazla dibe vurmayacağı,pasaportumuzun dünyada itibar göreceği,huzur ve kardeşlik içerisinde yaşayabileceğimiz güzel ve güneşli günler için

(bkz: oy ver)
Az önce , çok değil 20 25 dakika oldu . Kurşun yanımdan geçti , silah sesleri havada gümbür gümbür .

2 karakolun önünden geçtik , tam karşısında konvoy halinde durmuşlar silah sıkıyorlardı. Karakolda polis mi yoktu, yoksa silah seslerinden zevk mi alıyorsunuz?

Bu nasıl bir çaresizlik 20 dakikalık yolu 2 saatte geldik , tamam eyvallah koyunlar sevinin de pkk’dan Beter çıktınız . O silahları hangi abileriniz verdi , bu kasıtlı yapılan önceden “örgütlendiklerini” düşündüğüm bir skandal!!! Karşı koymaya kalkmak aptallık olur, ki birileri yaralanmış ,ambulanslar oyundan diskalifiye edilmemiş. Şimdi kim terörist çözemedim .

Çocuklarımızın , kardeşlerimizin yerlerine çakılı kalmasını , ağlamalarını ,başlarını pencereye dahi uzatamamasına sebep olanlar şimdi vatansever mi oluyor?

Koyayım öyle vatansevere de izin verenlere de . Ortadoğu zihniyeti boy gösterdi .
Buna sessiz kalan “kolluk” kuvveti , kuvvetini nereden aldığını ispatladın. Başlasın tiranlık diyecektim de başlamış çoktan.

Son söz: hepinizin Sodom ve gomore gibi helak olmanızı diliyor , bu korkan bebelerin , anaların korkusunu 1000 kat yaşamamanızı istiyorum .
öğlen 12 sularında gerçekleşen bir garip açıklama. garipliği şuradan geliyor: muharrem ince'nin kendisi seçimi recep tayyip erdoğan'ın kazandığını gece 1 sularında biliyor ve ismail küçükkaya'ya "adam kazandı" şeklinde açıklıyor. ismail küçükkaya da bu mesajı kamuoyuyla paylaşıyor. bunu göndermekte hatalı olduğunu söylüyor, evet. lakin sabah 5'e kadar sonuçların kesinleşmesini bekledim diyor bunun üzerine de.

madem durum kesinleşmedi, neden bir gazeteciye bu mesajı gönderirsin?
eğer durum kesinleştiyse bunca insanın uykusuz kalmasına neden sebep oldun?
başka bir durum var da bize açıklamıyorsan da alacağın olsun.
Türk halkı, 27 Mayıs 1960 sabahı saat üçte askeri bir darbe olduğunu radyodan Albay Alparslan Türkeş tarafından okunan bildiri yayımlandığında öğrendi. Bildiri, Türk Silahlı Kuvvelerinin "kardeş kavgasına meydan vermemek" ve "demokrasiyi içine düştüğü buhrandan" kurtarmak maksadıyla Ülke yönetimine el koyduğunu duyuruyordu.

Askerlerin yönetime el koymaları Ankara ve İstanbul'da halk, bilhassa her iki kentteki büyük öğrenci kitlesi ve genelde aydınlar arasında, büyük bir sevinçle karşılandı. Ülkenin geri kalanı ise bu türden bir tepki göstermedi. Kırsal kesim sessiz kaldı.
Bu darbenin, kırklı yaşlardaki albay, binbaşı ve yüzbaşıdan oluşan gizli tertipçiler tarafından yıllardır süren planlamanın ürünü olduğu bilinmektedir.

Bu ekip, Silahlı Kuvvetlerin geri kalanının desteğini kazanmak için, başlarına kıdemli bir subay da buldular. Bu kişi, Milli Savunma Bakanı'na siyasal durumu yorumladığı bir mektup yazdıktan sonra 3 Mayıs'ta mecburi izne çıkarılan, Kara Kuvvetleri eski Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’di.
Yumuşak ve babacan bir şahsiyet olan Gürsel, bütün Silahlı Kuvvetlerde iyi tanınıyor ve çok seviliyordu. Gürsel darbeye başkanlık etmeyi kabul etmiş ama darbenin düzenlenişine ilişkin ayrıntılara karışmamıştı. Darbe başarıya ulaştığında­ da İzmir'deki evinden askeri uçakla Ankara'ya getirildi.
Ordu iktidarın bundan böyle Orgeneral Gürsel başkanlığındaki Milli Birlik Komitesi'nin elinde olduğunu duyurdu, fakat komitenin tam işlevi de üyeleri de bir süre belirsiz kaldı.

Darbenin ertesi günü Cemal Gürsel'in Devlet Başkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı olduğu açıklandı. Kuramsal olarak Gürsel’e Atatürk’ün sahip olduğundan daha sınırsız yetkiler verilmişti.
MBK'de Ekim 1960'ta yapılan tasfiye, iktidarın parlamenter demokrasiye dönmekten yana olanların elinde olduğunun açık bir işareti olmuştu. O tarihten sonra Cumhuriyetin kurumları oldukça hızlı şekilde yerlerini almaya başladı.

Yeni bir anayasa hazırlamakla görevlendirilmiş olan profesörler kurulu, başlangıçta çalışmalarını bir ay içerisin­de tamamlamayı tasarlamıştı. Ama çalışmalar, bilhassa ku­rul içerisindeki görüş farklılıklarından dolayı, beklenenden yavaş ilerliyordu. Başkan Onar‘ın liderlik ettiği üç kurul üyesi siyasetçilere çok az güven duyduklarından onların elini kolunu bağlayacak ayrıntılı bir metinden yanaydı.
Öteki iki üye ise (Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli), siste­mi geliştirmek için siyasal partilere azami hareket olanağı verecek bir anayasadan yanaydı. Eylül başlarında Onar, Tunaya ve Giritli'yi kuruldan çıkardı. Bu olaydan sonra, 17 Ekim'de MBK'ye bir anayasa taslağı sunuldu.

Bu arada da Ankara Üniversitesinden bir grup hukuk profesörü , Profesör Yavuz Abadan'ın önderliğinde ken­di anayasa taslaklarını hazırlamış bulunuyorlardı. Bu grubun ısrarıyla, anayasa metnini tamamlama görevi bir kurucu meclise verildi.
Kurucu Meclis, bir üst kuruluştan (MBK) ve faaliyette bulunan siyasal partilerin (Cumhuriyet Halk Partisi ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), meslek kesimlerinin ve illerin 272 temsilcisinden oluşan bir alt kuruluştan (Temsilciler Meclisi) oluşuyordu.

Kurucu Meclis ilk toplantısını 6 Ocak 1961'de yaptı. Bu tarihten sonra çalışmaların birçoğu, Prof. Enver Ziya Karal ve Prof. Turhan Feyzioglu'nun başkanlık ettikleri, Kurucu Meclis'e bağlı 20 kişilik Anayasa Komitesi tarafından yürütüldü .
Ortaya çıkan metin, 1924 Anayasası'ndan bariz şekilde farklıydı. Yeni anayasanın yazarlarının esas amacı, Millet Meclisi'ni başka kurumlarla dengelemek suretiyle, DP'nin (ve ondan önce CHP'nin) sa­hip olduğu türden bir iktidar tekelini engellemekti. Eski yapıda, Millet Meclisi'nde çoğunluğa sahip olan parti neredeyse sınırsız bir hareket özgürlüğüne sahipti.

Cumhuriyet Senatosu adında bir ikinci meclis oluşturuldu. Bütün yasa­lar her iki meclisten geçmek zorundaydı (Senatonun vetosu Millet Meclisinin üçte iki çoğunluğuyla reddedilebiliyor­du). Senato üyeleri, cumhurbaşkanı tarafından atanacak kontenjan üyeleri haricinde, seçimle geleceklerdi.
Anayasa­ya aykırı gördüğü yasaları reddedebilen bağımsız bir Anayasa Mahkemesi getirilmiş, yargı kurumu, üniversiteler ve kitle iletişim örgütlerinin tam özerklikleri güvence altına alınmıştı.

Ayrıca, tek bir partinin Millet Meclisi'nde ezici çoğunluk elde etme olanağını azaltmak için nispi temsil sistemi getirilmişti. Anayasaya temel hak ve özgürlükler konulmuştu .
Anayasada belirtilen Milli Güvenlik Kurulu'nun kurulması yoluyla orduya ilk kez anayasal bir rol verildi. Milli Güvenlik Kurulu Aralık 1962'de yasayla kuruldu. Cumhurbaşkanının (onun yokluğunda başbakanın) başkanlık ettiği Milli Güvenlik Kurulu, hükûmete iç ve dış güvenlik hakkında tavsiyelerde bulunuyordu.

Kuvvet temsilcileri, genelkurmay başkanı ve ilgili bakanlar, memuriyetlerinden dolay, Milli Güvenlik Kurulu'nun resmen üyeleriydiler ve Kurul'un kendi sekretaryası ve birtakım daireleri vardı. Kuruluşunu izleyen yirmi yıl içinde, MGK giderek devlet siyaseti üzerindeki nüfuzunu genişletti ve devletin güçlü bir koruyucusu haline geldi.
Siyasal faaliyetler üzerindeki yasak kaldırıldı ve yapılacak seçimler için yeni partilerin ku­rulmasına olanak verildi. (CHP ve CKMP'ye ilaveten) on bir yeni parti kurulmuştu. Bunların çoğu kısa ömürlü oldu. Ama en önemli yeni parti hiç kuskusuz, başlıca amacı emekli subayların ve tutuklu Demokratların eski konumlarına iadesi olan Adalet Partisi'ydi.

Bu parti hem taraftar­larından hem de rakipleri tarafından DP'nin bir devamı olarak görülüyordu. Bu sebepten MBK ile ilişkileri başından beri son derece dikkatli oldu. Emekliye sevk edilmiş generallerden biri olan Ragıp Gümüşpala, 1964‘te ölene dek partinin başkanıydı. Gümüşpala, MBK ve kendi taraftarları arasındaki gerginliği dindirmede ılımlı tavrıyla başarılı oldu.
Türk halkının siyasal açıdan kendini ifade etmesi için ilk fırsat, 9 Temmuz 1961'de yeni anayasa için yapılan halkoylaması idi. Halkoylamasında 27 Mayıs güçleri beklenmedik ciddi bir darbe yedi. Anayasa yüzde 38,3'e karşı yüzde 61,7 oyla kabul edilmişti, ama hükümetin anayasa lehindeki propaganda çabalan göz önüne alındığında, yüzde 38,3 oranının son derece yüksek olduğunun kabul edilmesi gerekiyordu.

Bu, hiçbir örgütlenmesi olmadığı halde, Menderes tarafları seçmenin büyük ölçüde aleyhte oy verdiğini gösteriyordu. DP'nin 1960 öncesinde çok güçlü olduğu 11 vilayette anayasaya çoğunlukla ret oyu verilmesi bunu doğruluyordu.
Bu eğilim 15 Ekim 1961'de yapılan parlamento seçimlerinde de doğrulandı. Genel kanı seçimlerin serbest ve dürüst olduğuydu. Partiler üzerindeki tek kısıtlama Eylül'de MBK'nin imzalamayı zorunlu kıldığı bir protokoldü. Parti­ler bu protokolde, 27 Mayıs darbesini ya da sabık Demokrat Partili siyasetçilerin mahkeme davalarını seçim malzemesi yapmamaya söz vermişlerdi.

Seçim sonuçları, yüzde 34,7 oy (158 sandalye) alan Adalet Partisi'nin biraz üzerinde, oyların yüzde 36,7 (173 sandalye) alan Cumhuriyet Halk Partisi için hayal kırıklığı yarattı. Karşı düşüncedeki Demokratların 1955'te kurmuş olduğu Hürriyet Partisi'nin bir devamı sayılabilecek olan Yeni Türkiye Partisi yüzde 13.9, muhafazakâr CKMP ise yüzde 13.4 oy toplamıştı.
Hem sol hem sağ için öncekine nazaran daha geniş bir siyasal faaliyet yelpazesine izin vermiş olması bakımından, yeni anayasa eskisinden çok daha fazla liberaldi. Eski Kemalist kalıbın dışında ortaya çıkan ilk parti, Türkiye İşçi Partisi idi.

Parti Şubat 1961'de bazı sendikacılar tarafından kurulmuştu ama partinin hemen tüm yaşamı boyunca etkin ve sürükleyici kişisi, yazar, hukukçu ve eski öğretim üyesi Mehmet Ali Aybar olacaktı.
TİP'in önemi siyasal gücünde yada topladığı oylarda yat­mıyordu. Hiçbir genel seçimde oyların yüzde 3’ünden fazlasını alabilmiş değildi ve hiçbir zaman bir koalisyon hükümetine katılmadı. Onun önemi daha çok, seçimlerde yarışan gerçek ideolojik temele sahip ilk parti olmasında yatıyordu.

Varlığıyla öteki partileri ideolojik açıdan kendilerini daha açık seçik tanımlamaya da zorladı. 1960'larda TİP birçok entelektüelin desteğini almış ve sonradan çok sayıda gruba bölünecek olan Türk soluna bir çeşit laboratuvar va­zifesini görmüştü.
Yeni anayasadaki geniş siyasal serbestlik, fikirlerini sakınmadan söyleyen sağcı ya da İslami çizgideki partilerin kuruluşuna hemen yol açmadı. Bu daha sonra olacaktı. Ancak, Menderes ve hükümetinin dini siyasete alet ettikleri için gerek ordunun ve gerekse CHP'nin sert eleştirilerine uğradığını dikkate alan birçok gözlemciyi şaşırtacak şekil­de, 1945 öncesi yılların katı laik, hatta İslam aleyhindeki poli­tikalarına bir dönüş de olmadı.

Aksine, cami inşasına, türbelerin onarımına ve okullarda din eğitimine artan bir özen gösterilmek suretiyle İslami akımların başarı olanağını yok etmek için gayret sarf edilmekteydi. Yüksek İslam Enstitülerinin ders programları toplumbilim, ekonomi ve hukuk derslerini içerecek şekilde değiştirildi.
Diyanet İşleri Başkanlığı aydınlatıcı dinsel vaazlar yayımlamaya başladı ve Kur’an‘ın Türkçe tercümesi yayımlandı. Yeni yönetim aynı zamanda da, tıpkı savaş sonrasında İnönü hükümetinin yapmış olduğu gibi, dinsel duygu ve inançların ifadesine tanınan bu geniş müsamahanın yol açabileceği tehlikelere karşı kendini korumaktaydı: 1925‘te Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na ve 1949'da ceza yasasına konulan dini siyasal amaçla kullanma yasağı, şimdi yeni anayasanın bir maddesiydi.
Marmara Denizi'ndeki adada (Yassıada) yapılan duruşmalar, MBK tarafından atanan ve hakim Salim Başol'un başkanlık ettiği dokuz hakimden oluşan Yüksek Adalet Divanı yönetmekteydi.

Duruşmaların meşruiyeti ve adilliğine ilişkin farklı düşünceler mevcuttur. Mevcut yargılama usulünde yapılan deği­şiklikler sadece, mahkemenin kararlarının kesinliği ve bir de 65 yaşın üstündeki kişilere ölüm cezasının uygulanamayacağına ilişkin kuralın askıya alınmasından (açıkça Celal Bayar'ı hedefleyen bir değişiklikti bu) ibaretti.
Geri kalan sanıklar için yargılama usulleri Cumhuriyetin mevcut yasa­larına göre uygulandı. Sanıklar aleyhine üç ceza, dokuz yolsuzluk ve yedi anayasayı ihlal davası açılmıştı.

Ağır Ceza ve yolsuzluk davalarının -ki bunların bazıları, Menderes'in gayri meşru çocuğunu öldürmesi, ya da Bayar’ın bir hayvanat bahçesini kendisine armağan edil­miş bir köpeği satın almaya zorlaması gibi, tuhaf dava ve suçlamalardı- bu kişilerin adlarını lekelemek için, büyük ölçüde etkisiz kalan bir çabayla açıldığı belliydi.
Anayasa davaları, anayasayı zorla değiştirme ya da Millet Meclisi'ni zorla feshetme teşebbüsü ile ilgili TCK'nun 146. mad­desine dayandırılmıştı. Demokratlar 1960'ta CHP'nin faali­yetleri ve basın için Tahkikat Komisyonu kurmakla bu su­çu işlemiş kabul ediliyorlardı. Ancak, eski anayasanın 17. maddesi, milletvekillerinin oylarından dolayı sorumlu tutulamayacaklarını yazıyordu. Üstelik Anayasanın, meclisin üçte iki çoğunluğuyla değiştirilebileceği hükmü de vardı (ki DP bu çoğunluğa sahipti).

Sonunda 123 kişi beraat etti, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi daha hafif cezalara ve 15 kişi ise ölüm cezasına çarptırıldı.
Bunlardan 11'i çoğunluk oyuyla ölüme mahkum olmuştu ve cezaları MBK tarafından hafifletildi. Öteki dört kişinin, yani Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan‘ın ölüm kararları ise oybirliğiyle verilmişti. Bayar’ın ölüm cezası, ilerlemiş yaşı ve sağlık durumu nedeniyle hafifletildi, fakat Zorlu ve Polatkan 16 Eylül 1961’de ve Menderes, başarısız bir intihar girişiminden sonra ertesi gün idam edildiler.

MBK mahkûmiyetleri onaylarken, birçok yabancı hükümetten ve İnönü’den giden ricalara itibar etmedi. Genel olarak Türk kamuoyu o tarihten beri, ne kendilerinden önceki ve ne sonraki siyasetçilerden daha az meşruiyet içinde davranmayan ya da iktidarını onlardan daha fazla kötüye kullanmayan bu siyasetçilerin öldürülmüş ol­masından üzüntü duymuştur.

Sonunda Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın cenazeleri Eylül 1990'da İstanbul'da bir devlet töreniyle yeniden toprağa verildi.