1925-35 reform politikaları: laiklik ve ulusçuluk

Laiklik hamlesinde üç faaliyet alanı görülmektedir: İlki, devleti, eğitimi ve hukuku laikleştirmek; ikincisi, dinsel simgelerin üstüne gitmek ve bunların yerine Avrupa uygarlığının simgelerini koymak; üçüncüsü, toplumsal yaşamı laikleştirmek.

Cumhuriyet’in, Sultan Mahmut zamanında başlatılmış ve İTC’nin 1913-1918 yılları arasındaki yönetimi sırasında hemen hemen tamamlanmış olan, devlet, eğitim ve hukukun laikleştirilmesi sürecini sona erdirmiş olduğu ileri sürülebilir. 1922-1924 yıllarında saltanat ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ve yeni anayasanın ilanı, devletin laikleştirilmesindeki son safhalar olmuş ve İslam’ı Türkiye’nin devlet dini yapan hükmün 1928’de anayasadan çıkartılması bu gelişmeye son noktayı koymuştu.

Cumhuriyetin doğuşundan önce bile, şeriatın rolü hemen hemen yalnızca aile hukukuyla sınırlanmış bulunuyordu. İsviçre medeni yasasının ve İtalyan ceza yasasının 1926’da kabulüyle artık aile hukuku da ulemanın yetki alanından çıkartıldı. Ceza yasası din temelinde derneklerin kurulmasını yasaklıyordu.

Eğitim, 1924 Mart’ında Tevhid-i Tedrisat Kanunu sayesinde artık bütünüyle laikleştirilmişti. Aynı dönemde medreseler kaldırıldı, bunların yerini imam hatip okulları ve İstanbul Darülfünunu’nda kurulan İlahiyat Fakültesi aldı.

1924 yılı, şeyhülislamlık makamının ve Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılmasına sahne oldu. Bu vekaletin yerine, Diyanet İşleri Reisliği ile Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu. Her ikisi de doğrudan Başbakanlığa bağlanmıştı. Devlet, din üzerindeki denetimini böylece sağlamıştı.

Laikleştirmenin gerçekleştiği ikinci alan dinsel simgeler alanıydı. Bu (fes ve sarık gibi) erkeklerin taktıkları geleneksel başlıkların 1925’te men edilmesi ve o yılın Eylül’ünde dinsel kılık kıyafetin ancak camideki ibadet görevlileri tarafından giyilebileceğinin bildirilmesi gibi tedbirlerin en önemli kısmıydı.

Cuma yerine Pazar gününü resmi tatil günü sayan 1935 tarihli yasa kabul edildi.

1926’da Batı takvim ve saatinin, 1928’de Batı rakamlarının ve 1931’de Batı ağırlık ve uzunluk ölçülerinin kabulü, Türkiye’ye sadece daha Batılı bir görüntü vermekle kalmamış, Batı dünyasıyla olan iletişimi de kolaylaştırmıştı.

Meslek kadınları, kadın pilotlar, opera sanatçıları ve güzellik kraliçeleri gibi yeni ve farklı örnekler etkin biçimde özendiriliyordu.

1934’te soyadının kabulü, nüfus kaydı açısından ileriye doğru büyük bir adımdı. Millet Meclisi Mustafa Kemal Paşa’ya soyadı olarak Atatürk adını verdi.

1928’de Latin alfabesi kabul edildi. Osmanlı Türkçesi, Arapça/Farsça alfabenin bir çeşitlemesiyle yazılırdı. Bu alfabe geç dönem yazılı Osmanlıcanın dörtte üçünü oluşturan Arapça ve Farsça sözvarlığına uygun olmasına karşın, Türkçe sözvarlığındaki seslerin ifade edilmesinde son derece elverişsiz kalıyordu; Arapça sessiz harfler bakımından zengin, sesli harflerden yana ise yeterli değildi; oysa Türkçe bunun tam tersiydi. Bunun sonucu olarak kimi zaman tek bir ses için Osmanlı Türkçesi’nde dört farklı işaret bulunuyor, başka bazı sesler ise hiç ifade edilemiyordu.

19. Yüzyıl ortasında basın ve telgraf gibi yeni iletişim araçlarının gelişmesiyle yazılı dil önemli bir iletişim aracı haline gelince, alfabenin ıslahına ihtiyaç duyulmuştu.

Bu konu ilk defa, Tanzimat döneminde,1862’de, ortaya atıldı. İkinci Meşrutiyet döneminde bazı Jön Türk yazarları -Hüseyin Cahit (Yalçın), Abdullah Cevdet, Celal Nuri (İleri)- Latin alfabesinin kabulünü savunmuş, Enver Paşa ise Osmanlıca harflerin ıslah edilmiş bir çeşitlemesini orduda denemişti.

Bu konuda 1923’ten sonra İzmir İktisat Kongresi’nde ve -Şubat 1924’te- Millet Meclisi’nde bazı tartışmalar oldu. Bu sırada muhafazakar ve dinci çevrelerde Latin harflerinin kabulüne karşı hala büyük muhalefet vardı, ama 1925’ten itibaren bu muhalefet susturulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki Türk cumhuriyetler 1926’da Latin alfabesinin kabulüne karar vermişlerdi ve bu gelişme Türkiye’deki tartışmalara ivme kazandırmıştı.

1928 yazında bizzat Mustafa Kemal’in yönetimindeki bir komisyon konuya ilişkin bir rapor kaleme aldı ve Cumhurbaşkanı 9 Ağustos’ta ilk kez, Osmanlı alfabesinin yerini ‘’Türk harflerinin’’ alacağını resmen açıkladı. Bir ‘’alfabe seferberliği’’ ilan edildi ve Mustafa Kemal sonraki aylarda ülkeyi dolaşarak yeni harfler hakkında açıklamalar yapıp herkesin bu harfleri süratle öğrenmesini ısrarla tavsiye etti.

Yeni alfabeyi 1 Ocak 1929’dan itibaren kamu iletişiminde zorunlu hale getiren bir yasa 1 Kasım’da meclisten geçirildi.

Harf inkılabının başarısı dilde reform isteyenleri cesaretlendirdi. 19. yüzyılda okuryazar seçkinlerin Osmanlıca yazı diliyle, Türk halkının konuştuğu dil arasındaki uçurum açılmıştı. Yazı dilini konuşulan dile yaklaştırma girişimleri 19. yüzyıl ortalarında başlamış, Yeni Osmanlılar ilk Osmanlı gazetecileri olarak o zaman öncü rolü oynamışlardı.

İTC yönetimi sırasında bu eğilim pekiştirilmişti. Ziya Gökalp ve onun çevresi dilde Arapça ve Farsça dilbilgisi unsurlarının yerine Türkçe unsurların kullanılmasını ve ‘’gereksiz’’ eşanlamlı sözcüklere itibar edilmemesini savunmuşlar, fakat dilde arılaşma taraftarlarının aksine, günlük dilin parçası haline gelmiş Arapça ve Farsça sözcükleri kabul etmişlerdi.

1932’de Mustafa Kemal, ilk Türk Dil Kurultayı’nın toplanması için girişimi başlattı. Bu kurultayda sadeleşme taraftarıyla ılımlılar kozlarını paylaştı ve galip çıkan birinciler oldu.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Dil Kurumu) kuruldu. Cemiyet üyeleri coşkuyla, Osmanlı sözvarlığının yerine koymak için, lehçelerden ve eski edebi kaynaklardan, hatta Orta Asya’daki Türki dillerden sözcükleri dile kazandırdılar.

1935’te Güneş Dil Teorisi üzerinde çalışıldı. Bu teori, bütün dillerin başlangıçta Orta Asya’da konuşulan, tarihin en eski dönemlerine ait olan tek bir dilden çıktığını, bütün diller içinde bu kökene en yakın olanın Türkçe olduğunu ve bütün dillerin Türkçeden geçerek bu en eski döneme ait olan dilden gelişmiş olduklarını kabul ediyordu.

Kvergic adındaki Viyanalı bir dilbilimci tarafından ortaya atılan bu kuram, Türk dilbilimcileri arasında kuşkuyla karşılanmıştı, buna rağmen Mustafa Kemal bu görüşü desteklemiş, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ne bu kuramın ayrıntısıyla incelenmesini emretmişti.

Cemiyet’in 1936’daki üçüncü kurultayı, kuramı resmen kabul etti ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde kurama ilişkin kurslar açıldı. Bu kuramın başarısı için çok iyi bir pratik neden vardı: Eğer bütün sözcükler aslen Türkçeden geliyorsa, bunları tasfiye etmeye artık gerek yoktu, her türlü sözcük yapma bir etimoloji sayesinde kolaylıkla ‘’ulusallaştırılabilirdi’’.

Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra dilde reform hareketi, atılımını büyük ölçüde kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hareket sürmesine karşın, artık hükümet tarafından faal şekilde teşvik edilmiyordu.

Türk Tarih Kurumunun 1932’de Ankara’da yapılan birinci kurultayında, ‘’Türk Tarih Tezi’’ ilk kez ortaya atıldı. Mustafa Kemal tarafından kuvvetle desteklenen bu kuram, Türklerin, Orta Asya’nın beyaz (aryan) sakinlerinin torunları olduklarını, kuraklık ve kıtlık yüzünden Çin, Avrupa ve Yakındoğu gibi başka bölgelere göç etmek zorunda kaldıklarını ileri sürüyordu.

1930’larda kurulmuş olan iki büyük devlet bankasına Sümerbank ve Etibank adlarının verilmiş olması bu yaklaşımın bir sonucudur.

Bu kuram Türklere kendi geçmişleri ve kendi ulusal kimlikleri için yakın geçmişten yani Osmanlı döneminden bağımsız bir övünç duygusu vermeyi amaçlıyordu. Hititlerin (ve Truvalıların) ilk Türkler olduklarının söylenmesi, Anadolu’nun çok eski zamandan beri bir Türk ülkesi olduğunu iddia ederek, Cumhuriyet yurttaşlarının köklerini yaşadıkları topraklara da uzandırmış oluyordu.

Tarih tezi, Kemalist yönetimin, yeni bir ulusal kimlik ve güçlü bir ulusal birlik kurmaya çalışırken kullandığı araçlardan biriydi.

Tarih tezinin bir parçası olan ulusçuluk, Batı usullerinin benimsenmesini kolaylaştırmaya hizmet etti. Milliyetçilik bir taraftan, Türklere bilhassa da genç kuşaklara, kimi zaman üstünlük duygusuna çok yaklaşan, güçlü bir ulusal kimlik ve ulusal övünç duygusu aşılamıştı ve bu bir anlamda, Avrupa’yı izleme ihtiyacını psikolojik olarak dengeliyordu.

Toplumsal yaşamın laikleştirilmesinde atılan en önemli adım, tarikatların kaldırılması idi. Kapatılmaları kararı Eylül 1925’te duyuruldu ve Kasım 1925’te yürürlüğe kondu.

Tarikatler, Batı’nın ekonomik, siyasal ve kültürel etkisinin artmasına karşı tepkinin bir parçası olarak, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında daha da etkin hale gelmişlerdi.

Bektaşi tarikatı hem İTC’yi hem de Anadolu direniş hareketini desteklemişti. Mevlevi tarikatı kendi taburlarını Birinci Dünya Savaşı’na göndermişti. Öte yandan, Nakşibendi tarikatı üyeleri hem 1909’daki (31 Mart) hem de 1925’teki Kürt isyanını yönlendirmişlerdi.

Siyasal konumları her ne olursa olsun, bunların yaygın tekke ve türbe ağları, müritlerin şeyhlerine zorunlu itaatleri ve kapalı ve esrarlı tarikat kültürü, onları modern, merkeziyetçi bir ulusal hükümetin kabul edemeyeceği ölçüde bağımsız kılıyordu.

Kemalistler, laikleştirme hamlesini resmi, kurumlaşmış İslam’ın ötesine yaymak suretiyle, popüler dinin giyim, muska, falcılar, kutsal şeyhler, evliya türbeleri, hacca gitme ve bayramlar gibi en önemli unsurlara kadar uzatmışlardı. Bu tedbirlerin yol açtığı öfke ve bu tedbirlere gösterilen direniş, örneğin, yalnızca din için bir önem taşıyan hilafetin, şeyhülislamlığın ya da medreselerin kaldırılmasına duyulan öfke ve direnişten çok daha büyüktü.

Tarikatlar büyük ölçüde yeraltına kaydı, ancak otoriter -özellikle 1940’larda- git gide etkisi azalan bir yönetim biçiminin dayatılması ve popüler İslam’ın bastırılması yoluyla hükümet İslam’ı muhalefetin bir aracına dönüştürdü.

Arapça ezanın yerini, 1932’de devlet konservatuarı tarafından bestelenen Türkçe ezan aldı.

Said-i Nursi’nin 1930’larda kurmuş olduğu hareket çok önemli bir dinsel odaktı. Nursi’nin Jön Türklerle inişli çıkışlı bir ilişkisi olmuştu: 1909 karşıdevrimine katılmış, ama Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa propagandacısı olmuştu; ulusal direniş hareketini desteklemiş, ancak 1923’te bu hareketin laik eğilimleri konusunda uyarıda bulunmuştu.

Said-i Nursi, Şeyh Sait isyanından sonra önde gelen diğer Kürtlerle beraber tutuklanmış ve Isparta’da ikamete mecbur tutulmuştu. 1920’lerden itibaren ortaya koyduğu düşünceler daha sonra toplu şekilde Risale-i Nur’da yer aldı. Risale-i Nur’da Müslümanlara, Allah’ın birliğini yaşamlarına temel almaları, ayrıca modern bilim ve teknolojiyi öğrenmeleri ve bunları, toplumsal birliktelik için tek gerçek temel olan İslamiyet davasında kullanmaları bildiriliyordu.

Said doğrudan siyasal bir faaliyet içine girmedi. Kemalist dönem boyunca yazıları yasaklanmış, ancak genişleyen mürit çevresi tarafından el yazısıyla çoğaltılmıştı. Ölümünden sonra, Nurculuk akımı büyümeye devam etti, Türkiye’de ve yurt dışındaki göçmen Türk işçileri arasında etkin hale geldi.

Kemalistler kasaba ve kentlerde, kendi pozitivist, laik ve modernlik taraftarı ülkülerini destekleyen grubu çarpıcı şekilde genişletmeyi başarmışlardı. Kemalist devrimin kasabalardaki temsilcileri bürokratlar, subaylar , öğretmenler, doktorlar, avukatlar ve büyük ticari işletmelerin girişimcilerdi. Sanatkar ve küçük esnaf ise bastırılmış geleneksel kültürün belkemiğini oluşturmaktaydı.

Reformlar Türk halkının büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin yaşamını hemen hemen hiç etkilememişti. Anadolulu bir köylü ya da bir çoban hiç fes giymemişti, bu yüzden de fesin kaldırılmasından dolayı özel bir endişeye düşmemişti. Karısı zaten peçe takmazdı, ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu. 1934 yılında soyadı almak zorunda kalmıştı.

Yeni Medeni Kanun çokeşliliği yasadışı kılmıştı, ama çokeşliliğe paraca gücü yeten çiftçiler, gerekirse çoklukla yapıldığı üzere, eve ikinci kadın alabilmekte; bu kadınla evlenmeksizin ondan doğan çocuklarını resmi nikahlı eşinin kütüğüne geçirebilmekteydiler.

Reformları köylere götürmek, modern teknikleri yaymak, laik ve pozitivist bir tutum aşılamak için de girişimler vardı. ‘’Halkevleri’’ bu türden bir girişimdi. Bir diğeri de ‘’Köy Enstitüleri’’nin kurulmasıydı.

1935’te, kırsal kesimdeki cehalet sorunuyla mücadele etmek için bir okuma yazma seferberliği başlatıldı. O tarihlerde, 40 bin Türk köyünden yalnızca, yaklaşık 5000’inde okul bulunuyordu.

Orduda okuma ve yazmayı öğrenmiş olan genç köylüleri alıp bunlara altı aylık bir kurs vermek ve sonra köylerine eğitmek olarak göndermek yöntemi izlendi. Bu çözümün yetersiz olduğu anlaşılınca, İsmail Hakkı Tonguç’a kendi düşüncelerini uygulama ve enstitülerde tecrübe etme fırsatı tanındı; bu enstitülerde köy gençleri ilkokul öğretmenleri olarak eğitilecek, aynı zamanda da modern teknik ve tarımsal beceriler kazanacaklardı.

Köy Enstitüleri devam ettikleri süre boyunca çok başarılı oldular. Muhalefet, enstitüleri komünizm propagandasını yaymakla suçluyordu. Hükümet 1948’de enstitüleri öğretmen yetiştiren sıradan kurumlara dönüştürdü. Demokrat Parti 1950’de iktidara geldiğinde hepsini kaldırdı.